1 Kasım Seçimleri Üzerine Notlar- Onur Aydemir

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Uzunca bir süredir ülkemizin geleceği bakımından tarihsel bir kırılma anına denk düşebileceği tartışılan 1 Kasım 2015 seçimleri geride kaldı. Seçimleri, mevcut bütün beklentilerin aksine, 2002 yılından bu yana tek başına iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), üstelik yüzde 49.48 gibi beklentilerin çok üzerinde bir oranda oyla kazandı. AKP, 7 Haziran 2015 seçimine kıyasla oylarını 8,6 puan, milletvekilini ise 59 sandalye artırdı. Böylece milletvekili sayısını 258’den 317’ye yükselterek tek başına hükümet kuracak çoğunluğa erişti.

 

TBMM’de temsil edilen muhalefet partileri ise açıkça hezimete uğradılar. Bunlardan “uzlaşma” ve “diyalog” gibi liberal söylemlerle toplumun geniş, “sağduyulu” (?) kesimleri ile “iş çevrelerinin” (sermaye sınıfı) desteğini alacağını zanneden ve bu safiyane duygularla seçime “iddialı” giren Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), oylarını ancak %0,4 oranında, milletvekillerini ise 2 sandalye artırabildi. Böylece seçim öncesinde yüzde otuzlardan söz eden CHP’liler, seçim sonrasında %25.3’e “başarı” diyerek tarihe geçmek durumunda kaldılar (Bu partinin yönetici çevresinde kümelenen kıymeti kendinden menkul çok bilmiş neo-liberal zevatın ve istihdam ettiği anketör kılıklı araştırmacıların şapkadan tavşan çıkaramamasında trajik bir şey olmadığını geçerken not edelim. Türkiye’nin toplumsal yapısından habersiz, seçkinci, masabaşı siyaset uzmanlarından muhalefet çıkması beklenemez).

 

Savunduğu türden bir milliyetçiliğin ideolojik harcının esas olarak iktidardaki AKP tarafından karıldığını ve arkasında sermaye ittifakının desteği olmaksızın mevcut konjonktürde milliyetçiliğin operasyonel bir güce dönüşemeyeceğini fark edemeyen Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) büyük bir yenilgi aldı; oy oranı 7 Haziran seçimine göre 4.4 puan, milletvekili sayısı ise 40 sandalye düştü. Ancak bu konjonktürle yenilgi, sınıfsal güç dengelerinin değişmesiyle birlikte MHP’nin yeniden operasyonel hale getirilmeyeceği anlamına gelmez. Aksine, MHP uzunca bir süre ülkemiz hâkim sınıflarının yedekte tutmaya devam edeceği bir güç konumundadır. Mevcut uluslararası güç dengeleriyle AKP’nin hegemonik politikalarının geçici uzlaşmasının yarattığı belirli bir konjonktürün ortaya çıkardığı kendine has bir “fenomen” olan ve esas olarak Kürt milliyetçiliğinin kendini Türkiye solu olarak örgütleme projesinin bir aşamasını oluşturan Halkların Demokratik Partisi (HDP), 7 Haziran’da, CHP’nin “radikal” (!) seçmenlerinin de desteğini kazanarak flaş bir çıkış sergilemiş, %13.1 puan oyla 80 milletvekili kazanmıştı. Ancak hemen ardından girilen şiddet sarmalı, HDP’nin organik olarak bileştiği ana gövde olan ayrılıkçı Kürt milliyetçiliği temelinde örgütlenmiş silahlı şiddet hareketlerinin mevcut konjonktürü “yanlış” okumasıyla birlikte “rüzgâr” bir anda tersine döndü. Emperyalizmin ittifaklar politikasının doğasından kaynaklanan (emperyalizm açısından) karmaşık ve çok yönlü niteliği, bu partinin bol keseden atıp tuttuğu “demokrasi” ve “barış” demagojilerinin soyut, ajitatif söylemiyle somut plandaki “uygulamaları” arasında amansız bir açı yarattı. Bu açı az kalsın bu partiyi yüzde on barajının altında bırakıyordu. [1]

 

Her ne kadar seçimlerin sonuçlarını tartışmak ve bundan geleceğe dair çeşitli sonuçlar çıkarmak politik açıdan görmezden gelinemeyecek bir gereklilik olsa da, ülkemizin sorunlarının bir seçimle çözülemeyecek kadar karmaşık ve ağır olduğunu unutmamak zorundayız. Ülkemizde seçimler, çerçevesinin belirli yapısal-kurumsal ilişkiler tarafından çizildiği ve etkinliğinin Türkiye ile sınırlandırılması mümkün olmayan başat güçlerin mücadele ettiği bir arena haline dönüşmektedir. Bunun hiç kuşku yok ki en önemli nedeni, ülkemizin uzun bir geçmişe sahip olan emperyalizmle bağımlılık ilişkilerinin siyasal alandaki etkisinin halen temel belirleyici faktör olmasıdır. Emperyalizmle bağımlılık ilişkilerinin ülkemizde yol açtığı çarpık kapitalistleşme ve uluslaşma süreçleri toplumsal yapıyı derinden etkilemekte, buna bağlı olarak kültürel ve siyasal doku bu belirleyici dinamiğin şu veya bu ölçüde damgasını taşımaktadır. Sürekli kriz dinamiklerinin tetiklediği kırılgan güç dengelerine dayalı özgül eklemlenme tarzları birbirini takip etmekte, hâkim güçler ittifakının geniş maddi imkânları (ki bu imkânlar esas olarak emperyalizmle bağımlılık ilişkilerinin tarif ettiği sömürünün kendisinden kaynaklanmaktadır) çıkar ve güç temelinde sayısız ideoloji ve hegemonya projesi üretebilmektedir. Bu bakımdan düşünüldüğünde, emperyalizmin ülkemizdeki demokrasinin temel çerçevesini çizen, alternatif yaratan ve seçim yapan bir güç olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

 

Bu gerçekleri akılda tutacak olursak, ülkemizin yalnızca “içeriden” bakılarak anlaşılmasının mümkün olmadığı, dahası “içeriden” bir bakışın dahi (emperyalizmin içsel bir olgu olmasından kaynaklanan nedenlerle) uluslararası güç ilişkilerinin ülkemize olan etkilerini hesaba katmadan doğru bir sonuca ulaşmasının söz konusu olamayacağı açıktır. Günümüzde finans oligarşisinin kozmopolit niteliği ülkeleri bir örümcek ağı gibi sarmış, kendi siyasal-kültürel-ideolojik yapılanmasını oluşturmuştur. Dahası, ülkemizin toplumsal yapısını ve geçirdiği tarihsel dönüşümleri açıklarken bu güçlü dış belirleyicinin etkisini göz önünde bulundurmamak, başlı başına emperyalizmin kurduğu ideolojik hegemonyaya dolaylı olarak hizmet etmek anlamını taşır. Bunun örneklerini, AKP’yi “demokrasi ve özgürlükler” adına alkışlayan ve bilimin yerine safsatayı koyarak entelektüel ortamı terörize eden sözüm ona “liberal aydınların” yakın dönem icraatlarında bolca bulmak mümkündür. Günümüzü ve geleceği açıklama tarzı, toplumsal mücadeleler tarihinden ve düşünce mirasından çıkarılan derslerin özgün bir sentezini oluşturarak geliştirilecektir. Aksi mümkün değildir.

 

Önümüzdeki süreçte siyasal açıdan ne gibi sorunlarla yüz yüze gelebiliriz? Aslında bunun ipuçlarını seçimlerden hemen sonra başlayan politik hamlelerden –kısmen de olsa- çıkarsamak mümkündür. Zira olasılıklar arasından yapılan seçimler, zaten nüve halinde var olan eğilimlerin objektif ya da iradi olarak güçlenmesinden başka bir şey değildir.

 

 

Seçimlerin hemen ardından HDP, seçim sonuçlarına ilişkin değerlendirmesinden sonra yaptığı açıklamada, seçim süreciyle ilgili CHP tarafından da ifade edilen “yaratılan olağanüstü koşullar” savını öne sürmüş, yaşanan süreci bir “saray savaşı” olarak nitelendirmiş, bu “saray savaşının” esas olarak 7 Haziran sonrasında yükselişe geçen HDP’yi hedef aldığını, HDP seçmeninin sindirilmeye çalışıldığını ve doğru düzgün kampanya bile yapamadıklarını açıklamıştır. [2] Ülkemizde yaşanan bütün siyasal gelişmeleri kendisine karşı kurulmuş bir “komplo” olarak açıklamak, yabancısı olduğumuz bir tarz değildir. İronik olan, emperyalizmle bağımlılık ilişkilerinin yol açtığı sorunlardan söz eden herkesi “komploculuk” ve “inkârcılıkla” suçlayan HDP’lilerin bu açıklama tarzına sığınmış olmasıdır. Suruç’tan başlayarak Ankara’ya uzanan ve birçok insanımızın yaşamını yitirmesine neden olan patlamaların yalnızca HDP kitlesini hedef aldığını ima etmek, öyle sanırım ki en hafif tabiriyle “safları sıklaştırmaya yönelik” bir demagojidir. Yaşanan katliamlar, HDP’nin de bir parçasını oluşturduğu Kürt hareketinin aktif olarak tarafı olduğu Ortadoğu ve özellikle Irak-Suriye’deki olayların ülkemize yansımasıdır. Bu bakımdan, bu açıklama tarzının her şeyden önce gerçekçi olmadığını belirtmek gerekir.

 

Ancak esas dikkat çekici olan, açıklamanın ilerleyen kısımlarıdır. Açıklamada aynen şöyle denilmektedir;

 

“7 aydır İmralı’da tecrit altında tutulan Sayın Öcalan’ın yeniden ve daha etkili bir şekilde rolünü oynayabileceği koşulları da yaratarak, parlamento çözüm sürecinin merkezi haline getirilebilir. Demokratik, sivil özgürlükçü bir anayasa ile birlikte ülkemiz hak ettiği kurumsal ve köklü demokrasi yolunda çok önemli adımları bu dönemde atabilir. Güvenlikçi politikalar derhal terk edilerek uzlaşma ve ortak akıl çerçevesinde hep birlikte geleceğin Türkiyesi adım adım inşa edilebilir.” [3]

Bu açıklama son derece kritiktir. Önümüzdeki sürece rengini verecek olan temel belirleyicilerden biri budur. Güçler dağılımının yenilenmesinin ardından (1 Kasım seçimleri), siyasal rejime yönelik bir dizi önemli düzenleme (Anayasa Değişikliği- Başkanlık Sistemi- Yerel Yönetimler ya da Fiili Özerklik), girilen sürecin siyasal üstyapıdaki görünümünü oluşturabilir. Bunun bir başka anlamı ise, Cumhuriyetin revizyona tabi tutulması, ülkemizin son dönemde Ortadoğu’da ABD ile Rusya arasında oluşmaya başlayan yeni denklemde ihtiyaç duyulduğu şekilde yeniden yapılandırılması ve emperyalist sömürü ilişkilerinin sorunsuz biçimde devamının sağlanmasıdır. Çözümden anlaşılan, halkımızın hiçbir somut ihtiyacına cevap vermeyecek, ama hiç şüphesiz hâkim siyasal güçlerin ihtiyaçlarına cevap verecek ve yalnızca ülkemizle sınırlı kalmayacak; Ortadoğu’da da çok köklü değişikliklerin zemini hazırlayacak bir gelişmeler dizisidir.

Cumhuriyetin revizyona tabi tutulması son derece önemli bir konudur. Bu aslında bir süredir tartışılan “rejim değişikliği” meselesinin kazandığı somut bir görünümdür ve bize nispî dengenin sona erdiğini haber vermektedir. Seçim süreçleri bu bakımdan gayet öğretici olmuştur. Cumhuriyetin temel felsefesi deforme edilerek kurumlarının içi “seçmen” desteğiyle boşaltılmış, siyasal literatürde son derece tartışmalı bir konu olan “milli irade” söylemi ile demokrasi gerçek içeriğinden soyutlanarak tahrif edilmiştir. Halkın bu dönüşüme karşı tepkisizliği kimi önemli yazarları yazılarına ara vermeye sevk etmiş, kimi gerçekten değerli düşünürlerimizi ise “Gönüllü Kölelik” sorunu üzerine yeniden düşünmeye itmiştir. Örneğin Taner Timur, hümanizm ruhunun önemli düşünürlerinden Montaigne’in yakın arkadaşı La Boétie’yi anımsatarak, onun “despotizmi, tarihin ve geleneğin ürünü olan ve “korkak”, daha geniş anlamıyla da konformist bir insan tipiyle [4] açıkladığını belirtmektedir. Keza kendi içinde tutarlı bir liberal olarak nitelendirebileceğimiz yazar Cüneyt Ülsever benzer bir karamsar ruh haliyle yazılarına ara verdiğini açıklarken yakın geleceğe ilişkin şu saptamaları yapmaktadır;

“Önce “birlik/beraberlik/istikrar” türküleri söylenecek. Bu türküye can derdine düşen medya ve şirketler eşlik edecek. Sonra:

1)RTE; MHP ve HDP’den sadece 14-15 sandalye devşirerek Anayasa değişikliğini referanduma götürecek.

2)Anayasa özü itibari ile “merkezde RTE, yerelde APO!” temasına dayandırılacak.

3)Milletin ağzına “özgürlük anayasası yapıyoruz” denerek bir parmak bal çalınacak. Cebine bir miktar para konacak.

4)Kürtler “özerklik” rüyası görerek, RTE’ye oy vermiş Türkler de “büyüğümüzdür, muhakkak bir bildiği vardır” şiarı ile referandumda oy kullanacak.” [5]

Bütün bu tespitler bir yana, içinden geçeceğimiz uzlaşma-çatışma-yeniden yapılanma sürecinin çok belirleyenli ve karmaşık ara aşamalardan geçeceği kuşkusuzdur. Başkanlık tartışmalarıyla iç içe girecek biçimde yeniden aktifleştirileceği anlaşılan “Çözüm Süreci” ile ilgili yeni bir format hazırlandığı anlaşılmaktadır. Bu formatın çatısının ise gerek AKP gerek HDP gerekse ABD ve ona bağımlı sermaye çevreleri tarafından çatılacağını görmek için parlak bir zekâ gerekmez. Nitekim gerek HDP gerekse AKP çevrelerinden yapılan açıklamalar durumu net bir biçimde ortaya koymaktadır. Cumhuriyet’in haberine göre;

“HDP Sözcüsü Ayhan Bilgen, 1 Kasım’ın ardından yeni anayasa yapımının gündeme gelmesiyle demokratik, özgürlükçü ve çoğulcu bir anayasaya ihtiyaç olduğunu belirterek, “Başkanlık sistemi dahil tüm modeller tartışılabilir. Ancak tek adamlık gibi özgürlüğü kısıtlayıcı bir yapı olmaz. Toplumun ihtiyacı bu değil” görüşünü belirtti. Bilgen; Orta Asya ve Afrika’daki başkanlık modellerinin “yerli ve milli başkanlık modeli” olarak sunulmasına karşı olduklarına işaret etti.”

 

 

BBC Türkçe’nin haberine göre ise;

“AKP’nin kurucularından, HDP Mersin Milletvekili Dengir Mir Mehmet Fırat, başkanlık sistemine itirazları olmadığını, karşı çıktıklarının ‘Türk tipi başkanlık sistemi’ olduğunu, Amerikan tipi başkanlık sistemini ise destekleyebileceklerini söyledi. Fırat, ”Saddam usulü bir başkanlık usulünü kabullenemeyiz. Çünkü orada demokrasi yok. Amerika, Meksika tipi bir öneri gelirse de referanduma da gitmeden Genel Kurul’da kabul ederiz. Bir çekincemiz yok” dedi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dillendirdiği Türk tipi başkanlık sistemini “ucube” olarak niteleyen HDP İstanbul Milletvekili Celal Doğan ise, “Başkanlık sistemi, demokrasinin içerisinde bir sistem. Buna itirazım yok ama nasıl bir başkanlık isteniyor bunun tartışılması gerekir” diyor.”[6]

Keza hükümet çevresinden, çözüm sürecinin “etkili” ismi ve Erdoğan’a yakınlığıyla bilinen Yalçın Akdoğan açıklamasında;

“Hep birlikte bütün Türkiye’nin anayasasını yapacağız. Biz bu arayışın içinde olacağız. Başkanlık sistemi de bunun bir parçası olan konu. Bizim temel felsefemizin içinde olan bir konu. Bu sistem Türkiye’ye dar geliyor. Yeni anayasa ne kadar Türkiye’nin büyümesi için önemliyse başkanlık da böyle. Burada bunun çerçevesi önemli. Başkanlık deyince farklı modeller var. Türkiye’ye özgü, Türkiye’nin şartlarını, dinamiklerini gözeten bir şekilde bir noktada uzlaşılabilir diye düşünüyorum ben. Bu da bizim vazgeçmeyeceğimiz konulardan birisi” ifadelerini kullandı.” [7]

Bütün bu açıklamalardan sonra, yeni anayasa sürecinin “Başkanlık Sistemi” ile “Çözüm Sürecini” de içerecek biçimde bir pazarlığa dönüşeceğini görmek zor olmayacaktır. HDP’nin “Başkanlığa evet, Türk tipi başkanlığa hayır” mealindeki açıklamaları, esas olarak bu pazarlığın Erdoğan’ın “tek adam rejiminin önüne geçmek” gibi demokratik bir ambalaja konularak yürütüleceğini göstermektedir. CHP’nin müflis başkanının “Anayasa değişikliğine evet Başkanlığa hayır” türündeki açıklamaları ise laf-ı güzaftır. Bu sürece böyle boş laflarla muhalefet edilemeyeceği gibi, süreç içerisinde yapılacak pazarlıklara payanda olması da kaçınılmaz hale gelecektir.

Ülkemizde yaşanacak gelişmelerin çok ciddi bölgesel nedenleri ve sonuçları da olacaktır. Emperyalizmin Suriye’de kışkırttığı iç savaş toz duman arasında devam etmektedir. Rusya’nın Suriye hamlesinin Suriye ile sınırlı kalmayacağı, Irak ve İran’ı da içine alacak biçimde genişleyeceğini söylemek mümkündür. İsrail’e yakın Debka internet sitesi kısa bir zaman önce Rusya’nın Suriye’nin yanı sıra Irak’ta da bir örgütlenmeye gideceği, duruma göre bu ülkeden radikal gruplara karşı Irak hükümetine yardım etmek amacıyla askeri üs talep edebileceğini yazdı. Keza Irak siyasetinde etkili olan ve Kürtlerin aksine üniter bir Irak’tan yana tavır koyan Şii kökenli Iraklı devlet adamlarının, ABD’nin cihatçı gruplara karşı mücadelesinin samimiyetinden kuşku duyduğu ve güvenilir bir müttefik aradığı sır değil. Bu konuda Nuri El Maliki Sputnik’e yaptığı açıklamada şunları söylüyor;

‘Bazı koalisyon üyelerinin IŞİD’in var olmaya devam etmesi ya da yok edilmesi durumunda olabileceklerle ilgili stratejileri var. IŞİD’in yok edilmesi durumunda olabilecekleri de düşünüyorlar. Ben kararsız kaldıklarına inanıyorum. Neler olabileceğini hesaplamaya çalışıyorlar: Irak’taki, bölgedeki durum nasıl olacak? Harita bugün olduğu gibi mi görünecek? Ya da belki de IŞİD, Irak ve bölgedeki durumu değiştirmek için bir anahtardır?”

Türkiye 1 Kasım seçimleriyle ilgilenirken Suriye sınır hattındaki çatışmalar da yeniden alevlendi. Türk Ordusu Hakkâri’ye hava harekâtı yaparken IŞİD Kobani’ye karşı saldırıya geçti. Bütün bunların önümüzdeki sürece yönelik ön hazırlık niteliğindeki hamleler olduğu açıktır. Bununla birlikte Rusya’nın ABD’ye karşı bölge ülkelerini bir arada tutmaya yönelik karşı-hamleleri de yoğunlaştı. İngiltere’nin Sisi yönetimini Rusya’nın etkisinden kurtarmak için alelacele diplomatik atağa geçtiği bir süreçte; “Rus teknoloji şirketi Rostec’in Başkanı Çemezov, Mısır ile Antey-2500 füze savunma sistemleri ve karadan havaya BUK füzelerinin sevkiyatı konusunda görüşme gerçekleştirdiklerini açıkladı.” [8] Hepimizin aşina olduğu üzere stratejik boyutlu askeri teknoloji transferi, geri bıraktırılmış ülkelerde bağımlılık ilişkilerinin tesisi-sürdürülmesi konusunda etkili bir enstrüman işlevi görmektedir.

Yeni Anayasa sürecinde, yeni bir “çözüm sürecinden” de bahsedilecekse eğer, bunun ABD’nin Suriye’deki ve genel olarak Rusya’ya karşı yürüttüğü hegemonya mücadelesindeki çıkarlarından bağımsız olarak yaşama geçirilebileceği sanılmamalıdır. Bu da, ABD’nin Suriye’deki önemli müttefiklerinden PYD’nin denkleme dahil olması anlamını taşımaktadır. Bu ittifakın Başkanlık Sistemi ya da Parlamenter Sistemle yönetilen bir Türkiye tarafından gerçekleştirilmesi önemli değildir. Zira ABD için bağımlılık ilişkileri kurduğu ülkelerde demokrasi, insan hakları, hukuk vb. olması önemli değildir. Önemli olan ABD sermayesinin sömürü ve talanına devam edebilmesi, ABD üslerinin açık tutulması ve ABD dolarının dünya çapındaki hâkimiyetidir. Nitekim ABD Dış İlişkiler Konseyi Ortadoğu uzmanı Steven Cook, 1 Kasım seçimleri ardından yaptığı bir değerlendirmede, artık Türkiye’yi bir demokrasi olarak değerlendirmenin zor olacağını söyledi. Bu düşüncesini temellendirirken, ülkemizde yıllardır bir avuç insanın bıkmadan usanmadan vurguladığı “kuvvetler ayrılığı”nın fiilen ortadan kalktığına zira denetleme yapacak kurumların içinin boşaltıldığına dikkat çekti. Buna karşılık ABD’li stratejistler, Türkiye üslerini kullandırmaya devam ettiği sürece ilişkilerde ciddi bir sorun yaşanacağını düşünmüyorlar. [9]

Ülkemizde bütün sistem-içi muhalefetin son derece güçlü yapısal nedenlerle iyice tıkandığını söylemek abartı olmaz. Bunu anlamak için seçim sonuçlarına bakmak da gerekmez, ancak seçim sonuçları da muhalefet açısından bir kıpırdanmaya işaret etmemektedir. Ancak ülkemizin ve halkımızın geleceği hakkında gereğinden fazla karamsarlığa kapılmak haksızlık olur. Biz, en zor dönemlerin en beklenmedik şekilde aşılabileceğine de tanıklık ettik. Bunun için dünyayı ve toplumu tanıyan, ciddi ve yetenekli bir siyasal önderliğe ihtiyaç bulunmaktadır. Siyasal iradenin olmadığı yerde kadercilik, karamsarlık ve hüsran vardır. Ülkemizi yeni bir Ortaçağ karanlığına sürüklemek isteyenlerin en büyük silahı, kitlelerin kendi kaderlerinin yönlendiricisi olduğuna dair, aydınlanmadan günümüze sirayet eden ve ülkemizde bir süredir zihinlerden kalıcı olarak kazınmaya çalışılan o büyük düşüncedir. Geleceğini kendi özgücüne güvenerek, aklın ve bilimin rehberliğinde tayin etmeye kararlı yurttaş kararlılığının önünde hiçbir şey duramaz. Emperyalizm ve ondan nemalanan güçler kaybetmeye, halkımız ise kazanmaya yargılıdır. Bunu kimse aklından çıkarmasın.

Onur Aydemir

 

[1] Seçim sonuçlarıyla ilgili ayrıntılı istatistik ve tablolar için; http://secim.ntv.com.tr/#City=&County=&Party=&Tab=&TabGroup= [Erişim Tarihi: 9 Kasım 2015]

[2]http://www.hurriyet.com.tr/hdpden-aciklama-mhpnin-hedefi-guclu-akpydi-40009558

[3] http://www.hurriyet.com.tr/hdpden-aciklama-mhpnin-hedefi-guclu-akpydi-40009558

[4] http://mulkiyehaber.net/?p=10011

 

[5] http://odatv.com/elveda-0211151200.html

[6] http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/11/151104_hdp_baskanlik_sistemi2

[7] http://www.aljazeera.com.tr/haber/akdogan-baskanlik-vazgecmeyecegimiz-konulardan-birisi

[8] http://tr.sputniknews.com/rusya/20151108/1018878911/rusya-misir-fuze-savunma-sistemi.html#ixzz3qySGiXrz

 

[9] Bu konuda çok sayıda analizi Amerika’nın Sesi internet sitesinde gerek yazılı ve gerekse görsel olarak bulmak mümkün; http://www.amerikaninsesi.com/

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir