12 MART ve CIA-Vahap Erdoğdu

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

12 Mart Darbesi, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir kırılma noktasıdır.

Türkiye, o günden başlayan, bugüne uzanan yeni bir sürece, bir karşı-devrim sürecine girmiştir.

Konuya netlik kazandırmak için, tanımla başlamak gerekiyor.

Toplumsal devrim, dinamizmini kaybetmiş eski bir toplum sisteminin yerine, ilerici yeni bir sistemin yerleştirilmesidir.

Darbe ise, mevcut sisteme işlerlik kazandırmak amacıyla zora dayanan müdahalelerdir.

Darbelerin üç evrensel özelliği vardır:

Birincisi, silahlı güce dayanmayan hiçbir darbe başarılı olamaz.

İkincisi, darbeler tarihinin, genellikle, generallerin tarihi de olmasıdır.

Üçüncüsü ise, günümüzde darbe,  son tahlilde, ABD’nin güdümünde, devrimci ve demokrasi güçlerine karşı yapılır.

Son yarım yüzyılda, toplumumuzun yaşamış olduğu üç darbe de, bu özellikleri taşır.

Yarım yüzyıl, toplumların yaşamında uzun bir süre sayılmaz. Ama, örnekleri tarihte çok görülen öyle on yıllar vardır ki, o kısa zaman dilimi içinde, toplumlar, yüz yıla sığabilecek açılımlar yapar, politik olarak erginleşir, bilinci bir üst düzeye sıçrar.

1960 askeri darbesiyle başlayan, 1971 karşı darbesiyle sonlanan on yıllık o zaman dilimi, böyle bir dönemdir.

Ne var ki, bu dönemin derinlemesine toplumsal ve tarihsel bir irdelenmesi yapılmadı, yapılamadı.

Kuşkusuz o döneme ilişkin analizler, anılar, anlatımlar, az değil. Ama bütün bir dönemi, bir bütünlük içinde, özgün tarihsel ve toplumsal koşullar göz ardı edilmeden, yargılayan ve nesnel bir senteze ulaşan çalışmalar yeterince var denemez.

Bunun iki nedeni var. Birincisi, o dönemi yaşayanlar ve yaşatmış olanların büyük çoğunluğu bugün yaşamıyor.

Yaşayanların bir kesimi, o günleri sermaye yapıp, yoğun bir kara propagandayla günlük politikanın pazarına sürüyorlar. Geri kalanlar ise, büyük bir bilgi kirliliğinin gürültüleri arasında, seslerini duyuramıyorlar.

İkincisi ise, her darbenin özgün tarihsel ve toplumsal koşulları irdelenmeden, darbelerin, bir araya gelmiş, kafadar bir grubun kişisel ihtiraslarının sonucu olduğu yolundaki, kaba genellemelerdir. Onlara göre, darbe heveslilerin “yağlı kazığa oturtulmalarıyla”, sorun kökten çözülecektir.

Egemen güçler, bunu hep yapmışlardır. Kanlı darbelerin ocağına ateş taşıyanlar, istediklerini aldıktan sonra, suç gömleğini cuntacıların sırtına giydirerek, “demokrasi” ve “özgürlük” savunuculuğuna yeniden soyunurlar.

Kuşkusuz, her darbenin özgün toplumsal, siyasal ve tarihsel koşulları vardır. Bu özgün koşullar, biçimsel olarak benzerlik göstermiş olsalar da, özünde her darbe,  önemli farklılıklar gösterir.

O nedenle, bireysel olarak, darbeden yana olmak, ya da darbeye karşı olmak, öznel bir tercihten öte bir anlam taşımaz. Aslolan darbenin sınıfsal içeriği ve onu yönlendiren siyasal dinamiklerdir.

TC tarihinde, en demokratik açılımların önünü açan Anayasayı gerçekleştiren 27 Mayıs da, 50 yıllık diktatörlüğe son veren (1974) demokrasinin önünü açan Portekiz’deki askeri müdahale de darbedir. İran’da ulusalcı Musaddık’ı deviren (1953), Endonezya’da 2 milyonu insanı katleden müdahale de (1965), Şili’de Allende’yi deviren (1973) de darbedir.

 

TÜRKİYE’NİN KIRILMA NOKTASI: “12 MART!”

12 Mart, 27 Mayıs, TSK’nin yapmış olduğu askeri darbelerdir. Ama toplumsal koşullarıyla olduğu kadar, sonuçlarıyla da, biri ötekinden farklıdır. 12 Mart, 27 Mayısın bir yadsınmasıdır.

İki darbenin kitlesel yansıması da farklıdır.

Anımsanacağı gibi, Menderes yönetiminin baskıcı politikalarına karşı direniş, üniversite gençliği ve aydınlardan geliyordu. O günü yaşayanlar, 27 Mayıs sabahı, asker-sivil aydın coşkusuna tanık olmuşlardı.

Ancak, o coşkunun, özellikle genç kesimlerde ateşlediği dinamizm, yeni açılımları, yeni arayışları zorunlu kılıyordu. 1961 Anayasasının getirdiği özgürlük ortamı içinde, bu açılım ve arayışların, toplumun sınıf ve katmanlarında yarattığı dinamizm, toplumun genelinde, siyasal bilinci üst düzeylere taşıdı.

Toplumda,  sınıflar asındaki çizgiler belirginleşti, çelişkiler yeğinleşti.

Emekçilerin mesleki ve siyasi örgütlenmelerinin önü açıldı. İşçiler, ilk kez grev hakkına kavuştu.

13 Şubat 1961’de TİP kuruldu.

1965 genel seçimlerinde, TİP’in 15 milletvekiliyle parlamentoya girmesi, dönemin önemli kilometre taşlarından biridir.

1967’de kurulan DİSK, sınıf savaşımının kitlesel örgütü oldu. İşçiler, 15-16 Haziran 1970 direnişi ile, işçi hareketleri tarihinde yeni bir sayfa açmıştı.

Düşünsel düzeyde, önemli ilerlemeler kaydedildi.

Bir döneme damgasını vuran, 68 Kuşağının öyküsünü anlatmaya zamanımız yetmez.

Bu, madalyonun bir yüzüydü. Madalyonun öteki yüzü ise çok daha farklıdır.

Türkiye’de 12 Martı tezgahlayan dış güçlerin tertiplerinin, başka ülkelerde olduğu gibi,  ortaya çıkarılmamış, çıkarılamamış olması, darbenin boyutlarını kavramamızı engelliyor.

Ama o güne uzanan yolun izini sürenler, bugünün ayak izlerini oralarda görmüşlerdir. M. İlhan Erdost’un 12 Eylülün Büyük Babaları adlı son kitabı, bu uzun yolculuğun kanlı serüvenini çarpıcı bir biçimde anlatıyor.

Anımsayalım: TSK, 27 Mayıs sabahı yönetime elkoyduğunu açıklarken, “NATO ve CENTO’ya bağlılık” güvencesi vermeyi de unutmamıştı.

Bağdat Paktı, 1958’de Irak’ta, Albay Kasım darbesiyle, ruhunu teslim etmiş olsa da, CENTO, mumyalanmış cesedin yeni adı olmuştu.

NATO ise, Türkiye’yi, örtülü ve açık faaliyetlerinin yoğunlaştığı, bir ileri karakol olarak görevlendirmişti.

Türk ordusu, Marshall Planı ile ABD güdümünde, NATO konsepti kapsamında, dramatik değişimler yaşadı. O zamana dek “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi altında, kendi kendine yeterli, mütevazı, Kırıkkale “beşli”leriyle yetinen bir ordu vardı. Önce askerin postalı değişti, altı kabaralı Beykoz kundurası, yerini heybetli Rooswelt postallarına terketti. ABD’nin “hibe” şeklindeki “karşılıksız” yardımları, “karşılığını” Kore’ye tugay tugay asker göndermekle buldu. “BM Gücü” adı altında en çok zayiat veren Türk ordusu olmuştu ama, kahramanlık destanları, Menderes iktidarını ayakta tutmaya yetiyordu.

NATO’nun dolaylı saldırı kavramı, orduların işlevini de temelden değiştirmişti. TSK’nın “Türkiye Cumhuriyetini koruma ve kollama” görevi, dış güvenliğe değil, tümüyle iç güvenliğe ilişkin tehlikelere yönlendirilmişti. Daha açık anlatımla, asker TSK’ne değil, jandarma TSK’ne gereksinim duyuluyordu.

Silahlı kuvvetlerin, kurum olarak siyasal iktidar ortaklığına yönelmesi, bu strateji değişikliğinin doğal bir sonucudur.

12 MART DARBESİ BONAPARTÇI KÜÇÜK BURJUVA BİR DARBE MİDİR?

O nedenle, 12 Mart darbesini “bonapartçı”, “küçük burjuva” hareketi olarak nitelemek, maksatlı değilse, zorlamadır. Öyle olduğu varsayıldığında, Endonezya darbesi, Şili, Arjantin vb darbeleri de “bonapartçı” , “küçük burjuva” darbeleri sayılacaktır. Bu nitelemenin bilimsel hiçbir temeli yoktur.

12 Mart darbesi de, 12 Eylül darbesi de “namlunun egemen güçler üzerinde diktatörlüğü değil, egemen güçlerin namlunun gölgesindeki diktatörlüğüdür”.

Bütün Şubat Ayı boyunca, 28 Şubat “zulmünü”, anlata anlata bitiremeyişlerinin, ama 12 Eylül ve 12 Mart vahşetinin geçiştirilmesinin nedeni budur.

Dolaylı Saldırı” stratejisi kapsamında oluşturulan Seferberlik Tetkik Kurulu, içerdeki “komünizm tehlikesine” karşı, ABD uzmanlarınca eğitilen yarı askeri, gizli bir kuruluştu. 1965’te, Özel Harp Dairesi adını alacak olan bu kuruluş, toplumdaki bu ilerlemeyi durdurmak için, özel örgütler oluşturmuştu.

Aydın kırımının kanlı bir yolculuğuna çıkacak olan bu örgütlerin ilki, Komünizmle Mücadele Dernekleridir.

NATO karargahının bulunduğu İzmir’de faaliyete geçen bu dernek (1963), ikinci şubesini Erzurum’da açmıştı. Kurucusu ise, küçük bir camide imamlık yapan Fethullah Gülen’di. Kısa sürede, 111 şube açan bu derneklerin Fahri Genel Başkanlığını, Cemal Gürsel üstlenmişti.

16 Temmuz’da, dernek militanlarının TİP’in Bursa mitingine saldırılarından sonra, Gürsel Paşa, fahri başkanlıktan ayrıldı.

Türkiye’deki üsler ve ikili anlaşmaları gündeme getiren TİP olmuştu. TİP’in, saldırıların hedefi haline gelmesinde, bu konuları kamuoyunun önüne taşınmasının önemli payı vardı.

12 Mart darbesi, Kemalist devrimi yadsıyan, bir karşı-devrim hareketiydi. Bu bağlamda, kemalist devrimlerin Türkiye’nin gelişmesinin önünde engel oluşturduğu görüşleri, DP iktidarıyla birlikte işlenmeye başlamıştı.

Aslında bu görüşlerin sınıfsal temelleri de yok değildi. DP iktidarıyla, uluslararası sermayenin eklentisi haline gelen, ticari niteliği ağır basan bir sermaye sınıfı palazlanmıştı.

Cumhuriyetin ilk günlerinden beri, hiçbir varlık gösteremeyen sanayi burjuvazisinin işlevini, küçük burjuvazi üstlenmişti. Küçük burjuvazi, bu tarihsel misyonu üstlenirken, kendisine düşen işlevini de bir başka sınıfa, işçi sınıfına devretmiş olacaktı. “Peki, işçi sınıfının görevini kim yapıyordu? Hiç kimse.” (Marx, Seçme Yapıtlar, Birinci Cilt, s. 329)

Bir başka anlatımla, ne küçük burjuvazi “kendisi için bir sınıf”tı, ne de işçi sınıfı. “İmtiyazsız, sınıfsız” bir toplum yaratma ütopyasıyla, burjuvaziyle işçi sınıfı arasında gidip geliyordu.

Sınıf mevzilenmelerinin belirginleşmediği bir toplumda, burjuva demokrasisinin, tüm yönleriyle gerçekleşmesi mümkün olamıyordu.

27 Mayıs sonrasında ise, sınıfların daha belirginleşmeye başladığına tanık oluyoruz. “Partiler üstü politika” söylemiyle Türk-İş’in, işçi sınıfının bu küçük burjuva görevinden vazgeçmemesi, sınıflar arası denge unsuru olarak, sınıf sendikacılığından uzak tutulması politikasında, başkanlık makamının katına yerleşen CIA örgütü AAFLI’nin (Asya-Amerika Hür Çalışma Enstitüsü) katkılarını yadsımamak gerekiyor.

Ne var ki, toplumların gelişimlerini tümüyle yönlendirmek olanaksızdır.

Sanayinin yoğun olduğu bölgelerde, sanayi işçisinin “kendisi için sınıf” olma talepleri, TİP’in ve DİSK’in kurulmasıyla sonuçlanmıştı. DİSK, Türk-İş’in tabanını kemiriyordu. 1967’de grev sayısı 100’e çıkmıştı.

Bu gelişmeler, egemen sınıfları telaşlandırmaya yetti. Hükümet, sendika yasasında değişiklik yapmak istedi. İşçiler buna direniş komiteleriyle karşılık verdiler. Onunla da kalmadılar,  16 Haziranda (1970) İstanbul-İzmit karayolunu kestiler, kurulan barikatları aşarak, İstanbul’u kuşattılar. Hareket İzmir, Adana ve İçel’e de sıçramıştı. Sıkıyönetim ilan edildi.

Egemen sınıflara asker, “asker olarak değil, jandarma olarak” tam da bu sırada gerekliydi. (Marx, Engels, Seçme Yapıtlar Birinci Cilt,  s. 283)  Asker, jandarmalık görevini hakkıyla yerine getiriyordu. Üç aylık sıkıyönetim döneminde 1100 işçi işinden atılmıştı.

Zamanın Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç, “sosyal hak arama eğilimlerinin ekonomik gelişmelerin çok ilerisine geçmesi karşısında, milli nizamın korunabilmesi için Anayasada değişiklik yapılması” gerektiği işaretini veriyordu. “Milli nizamı koruyacak anayasa” nasıl yapılacaktı?

Hele de İşveren Sendikaları Genel Sekreteri Halil Kaya’nın “hükümete güvenmediklerini” ilan etmesinden sonra, darbenin düğmesine basmamak için bir neden kalmamıştı.

 

CIA’NIN ALTIN YILLARI

Kaldı ki bu dönem, CIA’nın dünya ölçeğinde, en etkili olduğu bir dönemdi.

1961 ile 1975 yılları arasında, CIA, 900 önemli ve hassas operasyonlar yanında, binlerce de daha az önemde, örtülü eylemler yapmıştı.  Bu operasyonların birkaçına değinerek geçelim.

Her ne kadar Fidel Castro’ya yapılan altı suikast girişimi (1961-63), 62 milyon dolara malolan Domuzlar Körfezi çıkarması (1963), mikrop üretip Küba’ya göndermek de dahil, çeşitli sabotajlar ile (1961-66), Barzani’nin bağımsız Kürdistan çabalarına yapılan mali ve askeri yardım (1963-73), CIA’nın kayıtlarında “başarısız” olarak yer almış olsa da, pek çok operasyona da CIA “başarı” imzasını atmıştı:

İtalyan seçimlerinde anti-komünist adayları desteklemek için siyasi liderler ve sendika liderlerine yıllık 30 milyon dolarlık destek (1948-1968).

Ürdün Kralı Hüseyin’in şahsına yılda 750 bin dolar ödeme. Olayın ortaya çıkmasıyla bu ödemeye 1976 yılında son verilmiştir.

Kongo’da, Patrice Lumumba’nın katledilmesi (1961).

Brezilya’da, Joao Goulart yönetimini devirmek için işçi grevleri düzenlemek ve gerçek dışı propaganda kampanyası (1962-1964).

1963 Dominik Cumhuriyeti’nde, Juan Bosch yönetimini askeri darbe ile devirme.

Şili 1964 seçimlerinde Salvador Allende’nin yenilmesi için rakibi Eduardo Frei’ye 20 milyon dolar yardım ve Salvador Allende iktidarının devrilmesi için 8,400,000 dolar harcayarak, suikastlar, propaganda, işçi grevleri ve gösteriler düzenleme faaliyetleri (1970-1973).

Bolivya’da, Ernesto Che Guevara’nın öldürülmesi(1967).

Yunanistan’da Kral Konstantin’in tahtından çekilmesinin ardından, George Papandreou hükümetinin devrilerek, yerine Albay George Papadopolous askeri yönetiminin getirilmesi (1967).

CIA’nın “başarılı” etiketli bir dosyası var ki, gerek yöntemiyle, gerekse de sonuçlarıyla, yüzyıllar boyu unutulacak gibi değil.

1965-1990 arasını kapsayan bir dönemde, kimilerine göre bir milyon, kimilerine göre iki milyon insanın hayatına malolacak bir darbe bu.

CIA’nın söylemiyle, Endonezya, “Yirminci Yüzyılın en kanlı katliamı” na sahne olacaktır.

250 ayrı dilin konuşulduğu, 330 etnik gruptan oluşan, 240 milyon nüfuslu, 17500 adaya dağılmış bir Endonezya, Ahmet Sukarno’nun önderliğinde, bağımsızlığına 1949 yılında kavuştu.

Sukarno, beş ilke belirlemişti: Ulusalcılık, halkçılık, temsili demokrasi, devletçilik, laiklik.

Endonezya nüfusunun yüzde 86’sı müslüman.  Dünyanın en büyük müslüman nüfusunu barındıran bir ülke.

Endonezya’nın Anayasası’nda,“Tüm insanlar kendi din ve inançlarına göre ibadet etme hakkına sahiptirler” deniyordu.

Endonezya Komünist Partisi, dünyanın üçüncü büyük komünist partisi durumundaydı. 3 milyon üyesi ve 20 milyona yakın seçmeniyle, Sukarno’ya destek veriyordu.

Sukarno’nun suçu bu kadar değildi. Nasır ve Tito ile birlikte “Bağlantısızlar” üçlüsünü oluşturmuşlardı.

Daha başından beri İslamcılar, Sukarno’ya karşıydı.  İslamcı örgütlere CIA’nın yardım ettiği de sır değildi.

30 Kasım 1956’da ve 1958 Mayıs’ında, İslamcılar iki başarısız darbe girişimde bulundu.  Darbeyi destekleyen CIA dokümanları, Endonezya hükümetinin eline geçmişti.

CIA yılmadı. Güvenlik güçlerinden, sendikalardan, İslamcı gençlik örgütlerinden seçtiği kişileri, ABD’de özel eğitim verdikten sonra, ülkelerine geri gönderdi.

1965’lere gelindiğinde, CIA, güvenlik güçleri, havacı subaylar, İslamcı partiler, sendikacılar, üniversite öğrencileri, geçlik örgütleri arasında büyük bir haberalma ve propaganda ağı kurmuştu.

Japonya, Hongkong, Avustralya gazetelerinde, “tarafsız, güvenilir kaynaklardan”, EKP’sinin, Çin’den gemilerle taşıdığı silah yığınakları yaptığı “imalat” haberler eksik olmuyordu.

Ülke içinde, “komünistlerin ayaklanacağı, Sukarno’yu devirerek iktidarı ele geçirecekleri, ordunun üst düzey komutanlarını tasfiye edecekleri” propagandasını yoğunlaştırmışlardı. Sukarno’yu buna inandırmaya çok uğraşmışlar, ama başaramamışlardı.

Ayrıntıları ancak yıllarca sonra öğrenilebilen müthiş bir senaryo, sahneye koyulduğunda, tarihler 30 Eylül 1965’i gösteriyordu.

“30 Eylül Hareketi” (GESTAPU), adıyla bir grup asker, Genel Kurmay Başkanı dahil, en üst düzeydeki altı generali kaçırdı ve öldürdü.

“30 Eylül Hareketi”nin başındaki Albay Abdul Latif, 1 Ekim sabahı radyoda bildirisini okurken, hareketin beş gün sonra, 5 Ekimde, Ordu Gününde “Generaller Konseyi” tarafından CIA destekli, Sukarno ve Komünistlere karşı gerçekleştirilecek olan darbeyi önlemek için yapıldığını söylüyordu. Görünüm, “komünist askerlerin darbesi” biçiminde sunulmuştu!

Ama garip bir şekilde, kimse sokağa inmemiş, hiçbir tepki olmamıştı. Darbeyi yaptığı söylenen EKP’si ne bir grev yapmış, ne bir sokak gösterisi düzenlenmiş, ne de kırsal kesimde bir direniş örgütlemişti.

Sukarno ve Komünist Partisi lideri ve üst yöneticiler, Komünist partisi yayın organının yöneticileri, evlerinden alınarak, “güvenliklerini sağlamak için” askeri kışlaya kapatılmış ve dünya ile ilişkileri kesilmişti.

Nasılsa, Komünist Partisinin yayın organı, hareketi onaylayan ve generallerin öldürülmesini de üstlenen manşetlerle basılarak, bütün ülkeye dağıtılmıştı! İlginç olan bir başka şey de, o günlerde ordu gazetesinin dışında, bütün gazetelere yayın yasağı getirilmiş olmasıydı.

Üstelik öldürülen generaller, Başkan Sukarno’ya yakındılar. Generallerin parçalanmış cesetlerinin fotoğrafları, komünist kadınların, “canlı canlı gözlerini oydukları, hayalarını kestikleri” açıklamalarıyla, gazetelerin ön sayfalarında ülkenin her köşesine ulaştırılıyordu.

Bir günde darbe bastırılmıştı! Altı generalin öldürülmesinden sonra, Suharto en yüksek rütbeli general olarak ipleri ele aldı.

Ayrıca “30 Eylül Hareketi”nin başındaki Albay Abdul Latif, Tümgeneral Suharto’nun yakın arkadaşıydı ve generaller kaçırılmadan bir önceki akşam, Suharto’yla görüştüğü ortaya çıktı.

Ordunun başına geçen Suharto, generalleri komünistlerin kaçırdığını iddia etti ve bağımsızlıkçı, ilerici, ulusalcı, solcu kim varsa öldürttü. Kıyımın boyutları inanılacak gibi değildi. Partinin önde gelen tüm isimleri öldürüldü. Evleri, işyerleri yakıldı. Cinayetlerin hepsi “kutsal cihat” adına yapılıyordu.

İslamcı gençler, askerler tarafından, kısa süreli askeri eğitimden geçirildikten sonra, kırsal bölgelere gönderiliyordu.

İslamcıların, Doğu Java’da oluşturdukları ölüm mangaları,  parangs adı verilen palalarla geceleri kızılların evlerini basıyor, bütün aileyi öldürdükten sonra, cesetlerinin üzerine biraz toprak atıp uzaklaşıyorlardı. Vahşet öyle boyutlara ulaşmıştı ki, bu ölüm mangaları, kestikleri kafaları sırıkların ucuna geçirip, köylerde gezdiriyor, çevreye dehşet saçıyorlardı. Binlerce komünist ve sempatizan, çoluk çocuk demeden, aileleriyle birlikte boğazlanıyordu.

17 Ekim 1965 tarihli, yani darbeden on beş gün sonra, Time Dergisi, şunları yazmıştı:

“Katliam öyle boyutlara ulaşmış ki, Doğu Java ve Sumatra’nın kuzey bölgesinde, açıkta çürüyen cesetlerin kokusu, çevrede ciddi sağlık sorunları yaratıyor. O bölgede bulunan turistler, küçük nehir ve akarsulara atılan cesetlerin, nehir ulaşımını engellediğini söylüyorlar.”

Yeni döneme “Yeni Düzen” adı verildi.

Ülke rejimi, hukuktan eğitime kadar zaman içinde İslamlaştırıldı. Günlük yaşam, İslami esaslara göre düzenlendi.

32 yıllık yönetimi sırasında, Hacı Muhammet Suharto’nun, 15 milyar dolarlık nakit, paha biçilmez, mücevher ve sanat eseri ve taşınmazlarının yanında, Endonezya içinde 3.6 milyon hektar arazinin bulunduğunu, Doğu Timor’un 650 bin nüfusunun 250 binini öldürerek, toprağının yüzde kırkına sahip olduğunu belirtelim.

BM ve Dünya Bankası, Suharto dönemi Endonezya’sını dünyadaki yolsuzlukların birinci sırasına koymuştu. Bu kuruluşların verilerine göre, Suharto’nun devlet kasasından çaldığı para, 15 ile 35 milyar dolar arasındaydı. Yine aynı kaynaklar, Suharto ailesinin 100 milyar dolarlık yolsuzluk yaptığını söylüyor. Eşi “Bayan Yüzde On” diye anılıyor.

1996’da, dönemin başbakanı Necmettin Erbakan, Endonezya’ya gitmiş; Jakarta’daki gökdelenlerden etkilenmiş ve Türkiye’nin kalkınması için “Endonezya Modeli”ni ileri sürmüştü. Jakarta’nın o görkemli gökdelenlerinde, Suharto ailesinin 100 bin metrekarelik ofis ve işyerleri olduğunu, Erbakan biliyor muydu ola?

 

CIA ve 12 MART

Bu anlatılanların konumuzla ilişkisi sorgulanabilir.

Bunun iki nedeni var:

Birincisi, 12 Mart darbecileri, darbenin gerekçelerini, bugünün de geçer akçesi olan iki nedene dayandırmışlardı; o günün toplumsal gelişmesine bol gelen 27 Mayıs Anayasası ve önü alınamayan anarşist hareketler. Her ikisi de kocaman birer yalandı.

O “lüks” Anayasa, iktidarlar tarafından zaten uygulanmıyordu. Anayasanın getirdiği demokratik haklar, emekçi sınıflardan birer birer geri alınmıştı.

27 Mayıs 1960 ile 1 Ocak 1970 arasında, “sağ”da, tek bir kişi, lise öğrencisi Mustafa Bilgin, 21 Eylül 1969’da, MTTB binasında, patlayıcı yaparken yaralanarak öldü.

“Sol”da ise aynı tarihler arasında, öldürülenler şöyledir:

10 Ocak 1965’te, Zonguldak Maden işçileri grevinde, Satılmış Tepe ve Mehmet Çavdar, jandarma tarafından kurşunlanarak öldürüldüler.

24 Temmuz 1968’de Vedat Demircioğlu, polis tarafından yurt binasının penceresinden atılarak öldürüldü.

28 Temmuz 1968’de Atalay Savaş, polisten kaçarken, minibüs altında kalarak, öldü.

16 Şubat 1969’da, Taksim’de, 6. Filo protesto mitinginde, Kanlı Pazar olarak anılan günde, Turgut Aytaç ve Duran Karaca, gerici saldırganlar tarafından bıçaklanarak öldürüldü.

23 Ağustos 1968’da, Tunceli’de Mehmet Doğan Kılan, Pir Sultan Abdal oyunun yasaklanmasını protesto ederken, polis kurşunuyla öldürüldü.

19 Eylül 1969’da Mehmet Cantekin, Işık Mühendislik ve Mimarlık okulunda, boykotta, komandoların saldırısında kurşunlanarak öldürüldü.

23 Eylül 1969’da Taylan Özgür, Beyazıt Meydanında polis tarafından kurşunlanarak öldürüldü.

9 Aralık 1969’da Mehmet Büyüksevinç, DMMA önünde otobüs beklerken, komandoların yaylım ateşiyle öldürüldü.

14 Aralık 1969’da Battal Mehetoğlu, DMMA önünde beklerken, komandolar tarafından kurşunlanarak öldürüldü.

29 Aralık 1969’da işçi Şerif Aygün, Gamak fabrikasındaki direnişte, polis tarafından kurşunlanarak öldürüldü.

Görüldüğü gibi, bütün bu öldürümler, iktidarın denetimindeki güvenlik güçleri ve onların kanatları altında eğitilen para-militer güçler tarafından yapılmıştı. Sol, bu kanlı senaryoya adeta zorla itilmişti. Ya kayıtsız şartsız teslim olacaktı, ya da direnecekti. İkinci yolu seçti ve direndi.

Ordu, 12 Marta, Türkiye Cumhuriyeti’ni “korumak ve kollamak” gibi “yüce” bir göreve çağrılmıştı. Çünkü, Türkiye “beynelmilel komünizmin” tehdidi altındaydı,“son Türk Devleti” tarih sahnesinden silinmek üzereydi.

Cuntanın Başbakanlığa getirdiği devletler hukuku profesörü Nihat Erim’e göre, “İsveç’ten Basra Körfezine kadar uzanan son derece kapsamlı bir saldırı” sözkonusuydu.

Erim’in ardından Başbakan olan Ferit Melen ise, bunun “Türkiye Cumhuriyet’ini yok edecek, yurttaşlarını Sibirya’ya sürecek, oradan getirdiklerini Türkiye’ye yerleştirecek” bir saldırı olduğunu söylüyordu (Milliyet, 30 Haziran 1972).

İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün, Nakşi tarikatının bu inançlı müridi, “sola karşı savaş” ilan etmişti. Direnen ve direnecek olan odaklar bir bir temizlenirken, egemen güçler arasındaki işbirliği giderek pekişiyordu. Özellikle basınla yürütülen ihbar kampanyası, sıkıyönetim bildirileriyle destekleniyordu. “Değerli” ihbarlar, para ile ödüllendiriliyordu. Sanayi ve Ticaret Odaları, “sayın muhbir vatandaşa” sunulmak üzere, sıkıyönetim emrine, büyük miktarlarda paralar tahsis ettiklerini açıklıyordu.

Siyasal irtica, gücünü 12 Martçıların arkasına toplamış, savcılık makamına yerleşmişti. Menderes’in bakanlarından, Celal Yardımcı, Tercüman Gazetesinde, Erim’i desteklemenin bir “vatan borcu” olduğunu söylerken, aynı gazetenin köşe yazarı, Ahmet Kabaklı, 27 Mayıs Anayasasını “anarşistlerin anayasası” olarak ilan ediyor, anayasa ile birlikte, bütün hazırlayıcılarının “yerlebir edilmelerini” öneriyordu. (Cumhuriyet, 28 Haziran 1971)

O Anayasa “yerlebir” edileli çok olmuştu ama, binlerce devrimci, demokrat, “anayasayı tağyir ve tebdil” suçlamasıyla, sıkıyönetim zindanlarına doldurulmuştu. Deniz-Hüseyin-Yusuf, darağacına bu suçlamayla gönderilmişti.

“Üçe üç” demişlerdi, ellerini ovuşturarak. Oysa Menderesler asılırken onlar çocuktular! Ne demişti Necip Fazıl:  “Kinini unutma!” Unutmamışlardı.

Bu olanlara “Uygar Batı” ne diyordu?

Almanya’nın Ankara Büyük Elçisi, “hürriyet düşmanlarına hürriyet verilmez” sloganını pek sevmişti. Almanya’nın Sesi radyosu, “Avrupa’nın en çok tanınan Başbakanı” olarak ilan ettiği Erim’in “hürriyet düşmanlarının hürriyetlerinin” kaldırılması için yapılan Anayasa değişikliklerini, iştahla destekliyordu.

New York Times, Erim’in  “büyük devlet adamlarına yaraşır biçimde”, yüz yıllardır Anadolu köylüsünün geçim kaynağı olan, haşhaş ekiminin yasaklanmasını övüyordu. ABD’nin Yunan Cuntasıyla anlaşarak, 6. Filonun Pire Limanından yararlanmasından sonra, Türk limanlarından da serbestçe yaralanacağı demecine gönderme yapan gazete, “İkinci Dünya Savaşının sona ermesinden beri Türkiye, hür dünyanın ileri bir karakolu ve kalesidir” diyordu. Bu devlet adamlığının karşılığı, 25 milyon dolarlık bir kredi olmuştu.

Şimdi de yukarıdaki değinmelerin ikinci nedenine gelelim.

Hiç kuşku yok ki, “hür dünyanın ileri karakolu ve kalesi” Türkiye, CIA’nın en ilgi duyduğu alanlardan biridir. Bugün, Balkanların, Yakındoğunun, Kafkasların ve Orta Asya’nın merkez üssünün Türkiye olduğunu biliyoruz. CIA şefleriyle Türkiye ve dünya siyasetini tartışmak, liberal aydınlar için bir ayrıcalık oldu. Onların fikirlerinin(!), yandaş medyanın köşe yazarlarına önemli katkılarda bulunduğunu da biliyoruz.

Türk güvenlik güçlerinin ABD Elçiliğinde brifing verdiklerini de, Wikileaks belgelerinden öğreniyoruz.

Ama, 27 Mayıstan 12 Mart’a uzanan tarih kesitinde, örtülü müdahalelere ilişkin yeterli bilgi yok.  O döneme ilişkin Pentagon ve CIA dokümanlarının gizlilik sınırlandırmaları kaldırılmış olmasına karşın, Türkiye ve Yunanistan’la ile ilgili olanlar, CIA mahzenlerinde hala kapalı tutuluyor.

Örneğin, ünlü Lockheed rüşvet sıkandalında, Türkiye başta gelen ülkelerden biri olmasına karşın, 22 milyon dolarlık rüşvetin ne kadarının Türkiye’ye ve kimlere verildiğinin bilgisi açıklanmamıştır. Lockheed yetkililerinin açıklamalarına göre, Batı Almanya Savunma Bakanı Josef Strauss ve partisi 10 milyon dolar, Japon Başbakanı Kakuei Tanaka 3 milyon dolar, Hollanda Prensi Bernhard 1.1 milyon dolar almış, İtalya’da Hıristiyan Demokrat hükümetinin iki bakanı, Luigi Gui, Mario Tanassi, başbakan Mariano Rumor, Cumhurbaşkanı Giovanni Leone’ye ödemeler yapılmıştır.

Türkiye’de zenginliği ile magazin basının ve silah lobilerinin gözdesi, Suudlu Adnan Kaşıkçı’ya 1970-1976 yılları arasında, 106 milyon dolar ödemmiştir.

Lockheed’in CIA operasyonlarında (örneğin Endonezya’da) önemli görevler aldığı biliniyor.

Gene de iz sürmesini bilenler için, yeterli kanıt bulunabilir.

1965 yılında, Dickson Raporu olarak bilinen,  AP’nin üst kademelerinde bulunan, bir yetkilinin hazırladığı, 28 Aralık 1965 tarihli belge, iktidarın ABD istihbaratıyla sıkı bir işbirliği olduğunu gösteriyor.

Dönemin Dışişleri Bakanı Çağlayangil, 12 Mart’ın arkasında CIA’nın olduğunu söylüyor. Cağlayangil, Pakistan’a giderken Tahran’da Şah’ın kendisine Türkiye’de bir askeri darbe olacağını söylediğini, İsmail Cem’e anlatıyor. (İsmail Cem, Tarih Açısından 12 Mart, s.53)

Anılan rapora, kazanılması ya da bertaraf edilmesi istenen 50 kişilik bir liste eklenmişti. Bu listede, Bülent Ecevit, Orgeneral Cemal Tural, Numan Esin, Alpaslan Türkeş, Nadir Nadi, Muammer Aksoy gibi isimler vardı.

Bülent Ecevit, 12 Martın kendisine ve CHP’ye karşı yapıldığını söyleyerek, darbeye karşı çıkmıştır.

Cemal Tural, 1969’da Genel Kurmay Başkanı olacakken, Sunay ve Demirel işbirliği sonucu emekli edilmiş, yerine, 12 Mart Cuntasının başı, Memduh Tağmaç getirilmişti. 1970’te de, Kara Kuvvetleri Komutanı kararnamesi imzalanan, Kemal Atalay’ın kararnamesi yırtılarak, yerine cuntanın ikinci adamı olacak olan, Faruk Gürler atanmıştı.

27 Mayıs darbesine katılan ve on dörtler olarak anılan grupla ayrılan Numan Esin, darbeden sonra, ağır işkencelerden geçilmişti.

Türkeş, Rapor’da “eğer şartlar uygun olursa, … bir anlaşmaya varmanın mümkün olabileceği” bir kişi olarak belirtiliyor. Gerçekten de, Türkeş ve partisi, darbenin olgunlaştırılmasında, çok önemli roller oynadı.

Sadi Koçaş, anılarında, “aşırı sağcı bilinen bazı kişilerin bir yabancı devlet sınırları içinde faaliyet gösteren bir örgütten 3000-5000 ile 350 000 dolar arasında para aldıklarını” elindeki bir belgeye dayanarak yazmaktadır. (Atatürk’ten 12 Mart’a, Cilt 3, s.1522)

 

CIA SOLCULARIN İSİM LİSTESİNİ GENERALLERE VERİYOR MU?

Genel kural olarak CIA, bulunduğu ülkelerde, “yıkıcı” solcuların bir listesini hazırlayarak o ülkenin yönetimine, özellikle de “ölüm mangaları”nın eline verir.

1954’te Guatemala’da Arbenez iktidarını devirdikten sonra, CIA, yeni yönetimin eline, bertaraf edecekleri muhaliflerin listesini sunmuştu.

Şili’de 1971 yılından başlayarak, 1973 yılına kadar, CIA bir dizi sahte propaganda ve tertipler yanında,  tutuklanacak binlerce insanın listesini hazırlamış, bunların çoğu tutuklanmış yada öldürülmüştü.

1975’te CIA Bolivya hükümetine, ilerici rahip ve rahibelerin listelerini vermişti.

1983’te CIA, Humeyni’ye hoş görünmek için, İran’da bulunan KGB ajanları ve yandaşlarının listesini İran hükümetine vermişti. Humeyni bunlardan 200’nü öldürmüş ve TUDEH’i kapatmıştı.

Dönemin CIA Başkanı William Colby, Endonezya’da Komünist Partisi ve öteki solcu grupların üyelerinin on binlere ulaşan listelerini hazırlayıp güvenlik güçlerine verdiklerini kabul etmiştir.

O günleri yaşayanlar anımsayacaktır. İsrail’in İstanbul Baş Konsolosu, Efraim Elrom’un kaçırılmasının hemen ardından, Başbakan Yardımcısı Sadi Koçaş’ın radyoda verdiği işaretle, binlerce yurtsever, bir gecede toparlanıp sıkıyönetim kışlalarına doldurulmuştu. Yurt ölçeğinde sürdürülen bu sürek avı, aydınlara, profesörlere, özellikle de öğretmenlere, “köylü sınıfının bu yetenekli kişilerine, sözcülerine, okumuşlar sınıfının bu proleterlerine” karşı düzenlenmişti. Öğretmen, “bir av hayvanı gibi, bir bucaktan öteki bucağa kovalayan valilerin keyfine” terk edilmişti. (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, Birinci Cilt, s. 336)

Belliydi ki, bu listeler önceden hazırlanmıştı. 2000 sayfalık anılarını yazan Sadi Koçaş, listelerin kimler tarafından hazırladığına hiç değinmiyor.

Bireysel öldürümlerden, kitlesel katliamlara dönüşecek olan kanlı bir dönemin, ikinci faşist darbeye uzanan bir dönemin,  yol haritası da böyle çiziliyordu. Bu yol haritasının ilk kilometre taşı, 12 Mart darbesiydi.  Malatya, Sivas, Kahramanmaraş, Çorum gibi, CHP ve sola oy veren alevilerin yaşadığı bölgelerdeki katliamlar, tüyler ürpertici boyutlara ulaşacaktı.

12 Eylül sabahı sonlandırılan bu kanlı düğünün bedeli, beş bin beş yüz genç insanın bedeniydi ve darbe bu körpe bedenler üzerine oturtulmuştu.

Özetleyecek olursak:

Önce bir olguyu vurgulayalım. Tarih, ardarda gelen, çizgisel bir olaylar dizgesi değildir. Tarih, tarihsel ve toplumsal koşulların etkileşimi yumağında, tezin anti-tezini yarattığı karmaşıklığın bileşkesi doğrultusunda ilerleyen, diyalektik bir süreçtir.

Her toplusal olgu, özgün tarihsel-toplumsal koşulların somut tahlilleriyle irdelenince, bir anlam taşır.

Bugünün değerleriyle, dünü yargılamak, tarihin diyalektiğine aykırıdır.

Burjuvazinin tarihi, kendi yarattığı en yüce değerler olarak sunduğu, ilkelerine ihanetinin tarihidir. Bu ihanetleri örtülemenin en geçerli yolu, tarihi toplumsal içeriğinden soyutlayarak, bireylerin kişisel davranışlarına indirgemektir.

Bu yaklaşım, şimdilerde, günlük polemiklerin ucuz sermayesi haline geldi.

İkinci Dünya Savaşı koşullarının “ekmek karnesi” öyküleriyle, yığınları yanıltabilirsiniz, ama, aynı dönemde, İngiliz lordlarının, Alman baronlarının da sokakta izmarit topladıkları gerçeğini yadsıyamazsınız.

Güdümlü medyanın “kayıkçı kavgaları” kıvamındaki yavan “demokrasi” yorumlarını, ibretle izliyoruz. Herşeyin meta haline getirilip pazara sürüldüğü bir dönem yaşıyoruz.

Gerçekten de, Dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi, Türkiye’de  de,“demokrasinin” kimlik pazarlıklarına dönüştürüldüğü gözlemleniyor.

Bu süreçte “demokrasi” bir “araç” olmaktan öteye geçemiyor. Temsili niteliğini yitiriyor, sandık çoğunluğuna dayanan, iktidar yarışmacılarının “hakemi” işlevine indirgeniyor.

Ama “demokrasi” adı verilen bu sistem, seçim ve oy sandıklarına dayandırılıyor. Sandığın seçimi, devrimin seçimini dışlıyor!

Bırakalım, “halk ne eylerse güzel eyler” popülizminin halk dalkavuklarıyla, halkı “sürü” olarak algılayıp, başına çoban arayan seçkinciler, kısır tartışmalarını sürdüredursunlar.

Ama tarih, tek tek kişilerin iradeleri doğrultusunda değil, toplumun içinde taşıdığı, sayısız çelişkilerin ve dengelemelerin ortak bileşkeleri doğrultusunda, bir başka anlatımla, toplumun içinde bulunduğu nesnel ve öznel koşulların biçimlendirdiği, iradeler toplamının yönelimi doğrultusunda ilerliyor.

Devrim olduğu gibi, karşı devrim de, belli bir sınıfın ya da katmanın egemenliğinin bir başka sınıf yada katman tarafından elinden alınmasıdır. Ama,  genel kural olarak, egemenliği ele geçirenler, yönetilen yığınlara göre, küçük bir azınlık olmaktan öteye gidemiyor. Bu küçük azınlık, ele geçirdiği devleti, kendi çıkarları doğrultusunda yeniden düzenliyor.

Çoğunluk, ya bu azınlığın peşine takılıyor, ya da yeni iktidarı sessizce karşılıyor. Buna bağlı olarak, azınlık, kendini bütün halkın temsilcisi olduğuna inandırıyor, ya da kendini öyle tanımlıyor. Yaptığı her şey, “halkın iradesi” doğrultusunda, “halk” adınadır. O nedenle, bu azınlığı kimlerin iktidara taşıdığı değil, iktidara taşıdığının kimler olduğu önem kazanıyor.

Bunun kadar önemli olan bir başka olgu da, bu azınlığın nasıl iktidar olduğu değil, nasıl bir iktidar öngördüğüdür.

12 Mart 1971’de cuntanın paşaları, “işlerliğini yitirdiği” gerekçesi altında, parlamentoyu göstermelik bir vitrin haline getirdikleri zaman,  “milli irade”nin, “demokrasi”nin savunucuları, “emirnameler”in yasalaştırılması işini büyük bir şevkle üstlenmişlerdi.

Bugün de, “demokrasinin” ve “milli iradenin” temsilcilerinin, kişi ya da kişilerin şahsi iradelerine teslim oldukları görülüyor.

“Darbecilerden, işkencecilerden hesap sorulsun!” istemlerinin muhatabı ortalıkta yok! Hesabı soracak olan kim? Hesabı soracak olan, hesabı verecek olan olduğu sürece, bu istem havada kalıyor.

12 Mart, solun kolunu kanadını kırdı, 12 Eylül, belini. İktidar sofrasının kıyısına ilişenler, kaba bir totolojiyle, Sovyetler’in dağılmasıyla birlikte, “sağ” ve “sol”un “farkı” kalmadığını öne sürüyorlar. “Var” ile “yok”un farkı sıfırdır. Ama “sol” Sovyet Devrimi ile birlikte “var” olmadı ki, yıkılışıyla “yok” olsun! “Sol” üç yüz yıldan beri var, sınıflı toplum var oldukça da, olacaktır.

Hiç kuşku yok ki, bugün tarihi “mahkum” etmeye yeltenenleri, tarih, yarın, “mahkum” edecektir. (Ankara, 10 Mart, 2012)

 

Vahap Erdoğdu

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir