31 Mart yerel seçim sonuçlarının düşündürdükleri-Mehmet Ali Yılmaz

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

31 Mart yerel seçiminin kaybedeni talancı büyük sermayenin partisi AKP, kazananı ise demokratik Türkiye’yi savunanlardır.

31 Mart 2019 yerel seçimine hangi koşullarda gittiğimize göz atalım:

ABD’nin Ortadoğu ülkelerini yeniden düzenleme planları çerçevesi içinde kurdurulan AKP, ilk günlerinden itibaren emperyalist güçlerin politikalarına (sonuçta) destek veren bir örgütlenmedir. Bu partinin önde gelenleri, bir yandan halkın önünde Amerikan karşıtı nutuklar atarken, öte yandan kapalı kapılar arkasında emperyalistlerle iş çevirdiler. İktidara gelir gelmez Irak’ın ABD tarafından işgalini desteklediler ve çok geçmeden Libya’nın ABD’nin istediği şekilde parçalanmasına hizmet ettiler. İsrail’in bölgesel çıkarları doğrultusunda Suriye’nin içsavaşa sürüklenerek parçalanmasına etkin rol oynadılar. Kürecik radar üssünü ABD’nin kurmasına izin vererek İran ve çevre ülkeleri gözetlemesine olanak tanıdılar. İncirlik başta olmak üzere Türkiye’nin bazı hava alanlarını ABD savaş uçaklarının kullanmasına müsaade ettiler. Doğu Akdeniz’in ABD, İsrail, Güney Kıbrıs ve Mısır’ın kontrolüne girmesine göz yumarak Türkiye’nin ulusal çıkarlarını feda ettiler. Bütün bu işbirliklerini yaparken toplumun önünde ABD karşıtlığı pozları takınarak ikiyüzlülüklerini sergilemekten de geri durmadılar.

Son günlerde ABD ile yaşanılan gelişmeler, AKP iktidarının bu ülkeye bağımlılığını ortaya koyması yönünden önemli görünmektedir. Bu son gelişme bir kez daha gösteriyor ki, AKP iktidarı ABD karşısında her konuda olduğu gibi S-400’lerin alımıyla ilgili de dik duramayacaktır. 2019 Nisan başında, ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence’in S-400’lerin Rusya’dan alımıyla ilgili tehdit kokan açıklaması karşısında takınılan tavır bu teslimiyetçi çizginin son örneğidir. Pence şu açıklamayı yaptı:  “Türkiye kararını vermeli. Tarihin en başarılı askeri ittifakında (NATO’yu kastediyor bn.) kritik bir ortak olarak mı kalmak istiyor, yoksa ittifakımıza zarar verecek dikkatsiz kararlarıyla bu iş birliğinin güvenliğini riske atmak mı?”

Pence konuşmasının devamında, “Türkiye’ye açıkça belirttik ki NATO müttefiklerimizin ittifakımızın birliğini tehdit edecek şekilde düşmanlarımızdan silah satın alması karşısında tepkisiz kalmayız” ifadelerini kullandı.

Pence’in bu açıklamasından bir gün önce de ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) Türkiye’nin Rusya’dan S-400 savunma sistemlerini satın alma kararını gerekçe göstererek F-35 savaş uçaklarına ait parçaların teslimatını askıya aldıklarını açıkladı.

Pence’in bu tehdidine karşılık olarak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Oktay tweet attı. Oktay bu tweet’inde “Siz ne derseniz deyin S-400’leri alacağız” gibi kesin ifadeler kullanmak yerine iç kamuoyuna yönelik propagandif sözler söylemeyi tercih etti: “ABD kararını vermeli. Türkiye’nin dostu olarak mı kalmak istiyor yoksa teröristlerle el ele verip NATO müttefikinin düşmanlarına karşı savunmasını zayıflatarak dostluğumuzu riske atmak mı?” diye yazdı.

Cumhurbaşkanının yardımcısı Oktay’ın bu “meydan okuyan” açıklamasından bir gün sonra Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Washington’da ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ile görüşme yapıyıordu!

Çavuşoğlu bu görüşmeden sonra yaptığı açıklamada Türkiye’nin ABD’ye Rus S-400 füze savunma sisteminin ABD ya da NATO askeri teçhizatına tehdit oluşturup oluşturmayacağına dair bir çalışma grubu kurulmasını teklif ettiklerini söylüyordu.

Çavuşoğlu bu konuşmasında, “(S-400’ler) NATO sistemine entegre edilmeyecek. Bu yüzden ABD’ye teknik bir çalışma grubu kurup bu sistemin tehdit oluşturmayacağından emin olmayı teklif ediyoruz” diyordu.

Çavuşoğlu’nun açıklamalarından kısa bir süre sonra ABD Savunma Bakanlığı ise bu konuda “ortak teknik çalışma grubu oluşturulmasını düşünmediklerini, bu aşamada gerekli görülmediğini” duyurdu. Pentagon sözcüsü Eric Pahon, “Teknik çalışma grubu bu aşamada gerekli değil, ABD’nin çözüm için değerlendirmeye aldığı bir yol değil” diyerek Çavuşoğlu’nun teklifinin kabul görmediğini ortaya koydu.

Görüldüğü gibi daha önce de Türkiye’ye “Rusya’dan S-400 füzelerini alırsanız, yaptırım uygulayabiliriz” diyen ABD’ye karşı AKP iktidarı net bir tavır alamıyor. Çavuşoğlu bu son açıklaması ile S-400’lerin ABD için bir tehdit oluşturmayacağını garanti etmek istiyor ancak ABD bu öneriyi dikkate almıyor. Bu durumda AKP iktidarı ne yapacak? S-400’leri alacak mı, yoksa alımı zamana yayıp sonuçta vaz mı geçecek? AKP iktidarının, içe dönük bütün afra tafrasına rağmen S-400’leri almaktan son anda vazgeçmesi kimseyi şaşırtmamalı! Çinlilerle yaptıkları anlaşmayı son anda iptal ettiklerini unutmayalım!

AKP bütün iktidarı boyunca, sadece dış politika ve siyasi olarak değil ayni zamanda ekonomik olarak da emperyalist güçlerle işbirliğini temel politika olarak benimsedi. Emperyalizmin neo-liberal politikalarını uygulayarak ülkenin uluslararası sermaye ve içerdeki ortakları tarafından talan edilmesini sağladı. Bu iktidar döneminde, fakir halkımızın 90 yıldır yaptığı fabrikalar, limanlar, rafineriler ve daha birçok kurum-tesis özelleştirildi, ülke toprakları satıldı. Bu özelleştirmelerden elde edilen 70 milyar dolar uluslararası finans kuruluşlarından (tefecilerden) alınan 500 milyar dolar tutarındaki dış borcun faizine yatırıldı. AKP iktidarı, ülkenin geleceğini yabancı ve içerdeki sermayedarların ipoteği altına soktu. Emperyalist-kapitalist sermayenin bankacılıktan gıdaya kadar ülke ekonomisinin her alanına yerleşmesine olanak tanıdı. Milletin önüne iş yapıyoruz diye sundukları köprüler, tüp geçit, hava alanı, şehir hastaneleri vb. gibi asıl amacı halka hizmet vermesi gereken yapıları ve kurumları büyük sermaye sahiplerine yap-işlet modeliyle yaptırarak devletin hazinesini bir avuç yandaş sermayedarın arpalığı haline getirdi.

AKP iktidarı yıllardır bir yandan emperyalizm ve büyük tekelci sermaye ile iş tutarken diğer yandan doğrudan ve özellikle de dolaylı vergilerle iliğine kadar istismar ettiği halka dönüp vatanseverlik ve garib-guraba edebiyatı yaptı. Köylerde tarımı – hayvancılığı bitirirken somun ekmeği, çay, kömür vb. dağıtarak fakir ve bilinçsiz insanların gözlerini boyadı. Bunların yoksullara yaptıkları “iyilik” avcının balıklara yem atmasından farklı değildir. Yaşanan ekonomik krizlerin bütün yükünü halka yükleyen bu iktidar yandaş büyük sermaye yaratarak ülkedeki medyanın yüzde doksanını ele geçirdi. Bu sayede sabah akşam insanların beyinlerini gerçek dışı haberlere dayanan propagandalarla ve Ortaçağ hurafeleriyle doldurdu. Bu gerici iktidar insanların dini değerlerini sürekli istismar ederek kendine küçümsenmemesi gereken genişlikte bir taban yarattı.

İktidarları boyunca aklın ve bilimin yerine dogmaları geçirmekle kalmadılar, tarihi de dinsel ideolojilerine göre masallaştırdılar. Cumhuriyeti ve kısmi demokratik yapıyı rafa kaldırdılar. Meşru olmayan biçimde ilan ettikleri tek adam rejimi ile yargı, yasama ve yürütme üçlüsünü fiilen kendilerine bağladılar. TBMM’ni, yargının bağımsızlığını ve klasik hükümet sistemini etkisizleştirdiler. Bu yolun sonu mutlakiyetçi bir yapıya çıkar. Ülkeyi 142 yıl önce Abdülhamit’in Meclis-i Mebusan’ı ortadan kaldırarak mutlak iktidarını kurduğu döneme benzeyen bir noktaya doğru sürüklediler.

31 Mart yerel seçimlerine giderken bütün bu sorunlarla boğuşan ülke bir de ekonomik krizle karşı karşıya bırakıldı. Dışa bağımlı bir siyaset ve uluslararası mali sermayenin kontrolü altındaki ekonominin krizsiz olması eşyanın tabiatına aykırı olurdu. 17 yıl boyunca büyük sanayi yatırımlarından uzak durdular, kamuya ait bin kişinin çalıştığı bir tek fabrika yapmadılar, devletin üreticileri destekleyen kurumlarını yok ederek bu kesimleri kendi hallerine bıraktılar. Üreticilerin kullandığı elektriğe, mazota, gübreye, tohuma, ilaca, plastiğe, yeme… sürekli zam yaptılar, üretmek yerine iğneden ipliğe her şeyi ithal ettiler. Türkiye’yi emperyalizmin açık pazarı ve transit üssü haline getirdiler. Halkın parasıyla yapılan yollar, hava alanları, limanlar vb. ülkemize hizmetten çok emperyalist sermayenin mallarını taşımaya yarayan yerlerdir.

Bütün bu dışa bağımlılığı arttıran işleri yaparken, Türkiye halkının büyük oranda benimsediği laikliği ve Cumhuriyet devrimlerini yok etmek için türlü oyunlar tezgâhlamaktan bir saniye olsun geri durmadılar. Eğitim sistemini bilimsellikten uzaklaştırarak, bu alanda Ortaçağcı bir zihniyeti egemen kıldılar. Kadınların toplum içindeki yerlerini çağ dışı bir noktaya sürüklediler…

AKP’lilerin yönetimi altındaki kentlere gelince:

Ülkenin en büyük kentlerini 25 yıldır yöneten AKP zihniyeti buraları yaşanır olmaktan uzaklaştırdı. Şehirleri insan için olmaktan çıkardılar, kasabalaştırdılar, doğal-mimari özelliklerini ve çağdaş yapılanmalarını rantçı bir anlayışla bozarak beton ormanlarına dönüştürdüler. Şehirleri yaşanılır kılan yeşili, kültürü – sanatı yok ettiler, kentlerin tarihi dokusunu bozdular, kıyılara kıydılar. Buraları artık insanlar için boğucu yerler haline getirdiler. Özellikle İstanbul’u yoğun biçimde yağmaladılar, eşe-dosta peşkeş çektiler. Ankara, Cumhuriyete yönelik saldırılardan payına düşeni aldı, Başkentlikten çıkarmak için ellerinden geleni yaptılar. Ulus’u bir kasabaya, Kızılay’ı bir iç Anadolu vilayetinin meydanına indirgediler.

Bütün bu yanlış politikalar ve kötü yönetim anlayışı nedeniyle halkımız, 31 Mart yerel yönetimler seçiminde AKP’ye “sen artık çok oldun” dedi. Oy oranı bakımından AKP hala birinci parti olmasına karşın, rantın çok yüksek olduğu İstanbul ve Antalya gibi illeri halk elinden aldı. Anti-emperyalist mücadelenin ve Cumhuriyetin simgesi Ankara’yı “tahrip ettiğin yeter” dedi. Sebze, meyve üretiminin yoğun olduğu Adana, Mersin ve Antalya gibi şehirlerdeki üreticiler, AKP’nin elindeki büyükşehir belediyelerini ve Ceyhan, Tarsus, Gazipaşa, Kumluca, Finike, Demre gibi açık ve örtü altı sebze üretim merkezlerindeki belediyeleri geri aldı.

Hiç kimse halkı hafife almamalı. Ülke sorunlarına dinci ideolojinin etkisi altında bakanların sayısı az değildir, ama bu sorunlara ülkenin çıkarları doğrultusunda ve kendi yaşadığı sorunlar açısından yaklaşan önemli bir kitlesel gücün olduğu da unutulmamalı. Bu son kesimin büyük bölümünün “sessiz çoğunluk” olduğu da hatırdan çıkarılmamalı.

Ülkedeki gelişmelerin bilincinde olan bu toplumsal kesimin şimdi desteğini alanlar, bütün zor koşullara rağmen, yönetecekleri kentlerdeki halkın talepleriyle (Ankara ve İstanbul gibi özellikli kentlerde ülkenin bütünün talepleri de hesaba katılmalı) gerçek duruma uygun fikirler ve olanakların buluşturulması gerekir. Kentlerin doğası, tarihi dokusu, toplumsal özellikleri göz önüne alınarak planlamalar yapılmalı. Örneğin Ankara’nın Kızılay ve Ulus meydanları, AOÇ gibi mekânların yaşayan bir tarihi ve toplum üzerinde bıraktığı bir birikintisi vardır. Buralar sadece Ankaralıların tasarrufu altında da değildir. Bu tür yerler bütün Türkiye’yi ilgilendirir ve üzerlerinde her hangi bir tasarruf yapılırken Cumhuriyetin Başkentine yakışan düzeyde ve ölçüler içinde olmasına dikkat edilmelidir. İstanbul’da boğaz, haliç, Dolmabahçe ve Taksim Meydanı gibi yerlerin de Türkiye halkının göz bebekleri olduğu unutulmamalı, üzerlerinde yapılacak planlamalar ona göre yapılmalı. Birde metropol illerde yapılacak doğru veya yanlış işlerin dalga dalga bütün ülkeye yayılacağı bilinmesi gereken bir gerçektir.

Bu arada bazı iç Anadolu kentlerinde AKP’nin kaybetmesine karşılık CHP’nin kazanması önemli sayılması gereken bir gelişmedir. Milliyetçi eğilimleri fazla olan bu bölge halkının kafasını şişirecek kadar yoğun “beka” dayatmalarına ve muhalefete yönelik “terörist” suçlamalarına karşın iktidara sınırlı ölçülerde de olsa yüz çevirmesi yaşanan ekonomik sorunların ağırlığıyla ve iktidar blokunun inandırıcılığını kaybetmeye başlamasıyla bağlantılıdır. İç Anadolu’yu kontrolü altına alan iktidar gericiliği çatlamaya başlamıştır, büyük şehirlerde ve bu bölgede alınan yerlerde halkı kucaklayıcı, sorunlarını çözmeyi amaçlayan, üretimi ve kültürel yapıyı geliştirmeye dönük işler yapılırsa toplumda daha büyük değişiklik olabilir. Üretici kesimleri ise üretim yapmaya teşvik edecek tedbirler alabilen, ürünlerini satın alarak onları tüccarların insafına terk etmeyen kooperatif ve/veya birlikler kurdurarak daha geniş kitlelere ulaşmak mümkündür…

Üzerinde durulması gereken önemli bir konu da bu seçim sonuçlarından devrimcilerin-sosyalistlerin hangi dersleri çıkaracaklarıdır. Bu dersler öncelikle devrimci kesimin geleceğiyle yakından ilgili olacaktır. Anlaşılan o ki, Türkiye halkını zorlu bir dönem beklemektedir ve bu koşullarda devrimcilere-sosyalistlere daha çok ihtiyaç olacaktır.

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir