ABD Emperyalizmi ve Siyasi İslam-Haluk Başçıl

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

ABD emperyalizmi, ılımlı ve radikal İslam ile ilişkisinde ‘kazan kazan’ durumundadır.

SSCB’nin dağılması, emperyalist sisteme ‘Washington Konsensüsü’  doğrultusunda tüm ülkelere tek tip ekonomik-sosyal politikalar dayatılmasına olanak sağladı. Dünya Bankası Baş ekonomisti, Nobel ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz’in: ‘Serbest piyasa ideolojisi, yeni sömürü biçimleri için adeta bir bahane haline gelmişti’ dediği yoğun bir sömürü düzeni oluşturuldu.  Yeni sömürü düzeni, kırsal alanlardan şehirlere göçü, işsizliği, yoksulluğu ve açlığı daha da arttırdı. Kısaca halkın yaşam koşulları daha da kötüleşmiş durumda.

Bu tablo ABD emperyalizminin Orta-Doğu’da enerji kaynakları ve yolları üzerinde yaşayan ülkelere (Müslüman halklara) yönelik askeri müdahaleleri (ülkelerin yakılıp yıkılması ve halkların katledilmesi) ile daha da ağırlaşıyor.

Orta-Doğu ülkelerinde, gelir dağılımının daha da bozulduğu, zenginler ile yoksullar arasındaki karşıtlıkların keskinleştiği ve anti Amerikan tepkilerin de yükselmeye başladığı görülüyor. Bu dönemde Orta-Doğu’da toplumsal çatışmaların seyrini değiştirecek yeni bir saldırı biçimi olan ‘Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması’ projesinin yol açtığı sonuçları yaşıyoruz.

‘Medeniyetler Çatışması’na uygun bir şekilde, Müslüman halklar Batı’dan gelen tehdit, saldırı, hakaret ve aşağılamalara maruz bırakılıyorlar. Bu saldırı Müslüman halkların büyük bir çoğunluğunda Müslüman kimliğini savunma refleksini kışkırtıyor ve besliyor. Siyasi İslam’a da uygun bir zemin yaratıyor. Müslüman kimliğinin diğer kimliklerin (milliyetçi, sol, liberal vb) önüne geçtiği ve Müslüman halklar arasında geniş uluslar arası bir dayanışmanın geliştiği bir süreç yaşanıyor. Bu dayanışmanın Müslüman halkı aşağılayan, hakaret eden her türlü film, karikatür, yazı ve tavırla büyüdüğü, geliştiği,  Siyasi İslam’a da kitle tabanı sağladığı görülüyor.

Medeniyetler Çatışması’ zemininin emperyalizmin bölgeye yönelik hesaplarını zora sokmayacak, hatta katkı sağlayacak şekilde kontrol altında tutulması için ABD yeni politikalar geliştiriyor.

1.Ilımlı İslami örgütlerle eliyle tepkilerin kontrolü

Müslüman halkın Batıya (Amerika-AB-İsrail Bloğuna) karşı duydukları tepkilerin kontrol altında tutulmasında ılımlı İslam’ın ayrıcalıklı bir yere sahip olduğu gittikçe de açığa çıkıyor. ABD kendi politikalarına tabi her türlü İslami örgütü ılımlı İslam kategorisine alıyor, destekliyor ve iktidara taşıyor. Ülkemizde yaratılan ekonomik kriz ve siyasi istikrarsızlık üzerinden siyasi İslam’ın (tarikatlar-AKP)  iktidara taşındığı bir süreci yaşadık. Tunus ve Mısır’da ise kitle hareketlerine, halk ayaklanmalarına verilen destekle (Arap Baharı!) ile Müslüman Kardeşlere iktidarın yolu açıldığını gördük. Libya’da NATO’nun askeri müdahalesiyle siyasi İslam’a devredilen iktidar, benzer bir şekilde Suriye’de kışkırtılan iç savaşla yapılmaya çalışılıyor.

İktidara taşınan siyasi İslam’ın da ABD’nin beklentilerine uygun politikalar izlediği, beklentilerini boşa çıkarmadığı söylenebilir. Nitekim ABD’de çevrilen ve Müslümanları aşağılayan son film sonrasında, ülkemizde ‘tarikatlar koalisyonunun sözcüsü de olan’ Başbakan Erdoğan ve Müslüman Kardeşler örgütünün önderleri: Mısır’da Cumhurbaşkanı Mursi, Tunus’ta Gannuşi, ABD yanlısı Körfez ülkelerinin kral, emir ve şeyhleri halklarına ve tüm Müslümanlara itidal çağırısı yaptılar. Tepkilerin büyümesini engellediler. Batı’ya/ABD’ye yönelik tepkilerin kontrol altında tutulması işlevini yerine getirdiler.

2. Radikal İslami örgütlerin etkinliklerinin sınırlandırılması ve tepkilerin kontrolü

Bush döneminde ABD’nin Orta-Doğu politikalarının en önemli sonuçlarından birisi Müslüman halkın tepkisinin radikalleşme sürecine girmesidir. Birçok ülkede ortaya çıkan Radikal İslami örgütler Müslümanlar arasında sempati ile karşılanmış, yandaş bulmuş ve kitleleri harekete geçirme olanağına kavuşmuştur. Bu örgütlere yönelik olarak geliştirilen‘Teröre Karşı Küresel Savaş’ projesinin ise yeterince etkili olmadığı, hatta tam aksine tepkilerin daha da artmasına yol açtığı söylenmektedir. ‘‘ Bush yönetiminin Teröre Karşı Küresel Savaş projesiyle öfkelenmiş, radikalleşmiş, rahatsız, gergin ve aşırı heyecanlı günümüz Müslüman dünyası muhtemelen tarihinde hiç olmadığı kadar yoğun bir ‘dayanışma’ bilinci sergilemektedir. Böylesi bir duygusal dayanışma elbette tek bir devlet tarafından kendi amaçları doğrultusunda kullanılamaz, ama bunun kargaşaya, periyodik terör eylemlerine ve ABD’nin uluslararası düzeydeki amaçlarının önünde güçlü engellerin doğmasına yol açabileceğini de hatırlatmak gerekir’’[1]

2008 yılında, merkezi California’da bulunan ve CIA ile birlikte çalışan think-tank kuruluşu RAND Corporation’ın yaptığı ‘Terörist Gruplar Nasıl Yok Olur?’ çalışmasının sonuçlarına göre: ‘‘Ortadan kaldırılması en uzun süren gruplar dini terör gruplarıdır. … Amaçlarına en az ulaşanlar da yine dini gruplardır… Terör gruplarının kaderini belirleyen en önemli etkenlerden biri de elbette büyüklüğüdür. … üye sayısı 1.000’in altındaki gruplar zafere çok nadiren ulaşmaktadır.’’. Bu tür dini gruplara yönelik olarak ABD’nin geliştirdiği doktrini Fuller net olarak ortaya koymaktadır: ‘‘Aslında radikalleri fikri ve fiziksel olarak silahsızlandırma, İslam’a başvurmakla elde etmeye çalıştıkları meşruiyeti gayrimeşru kılabilme konusunda en donanımlı olanlar muhtemelen ılımlı İslamcılardır’’.[2]

Türkiye, Mısır ve Tunus’ta Müslümanları aşağılayan son film ve karikatüre yönelik gösterilere katılım sınırlı kalmıştır. Libya ve Pakistan ise şimdilik istenen noktadan uzak görülmektedir. Ama yine de bu kontrol planında da iyi işlediği söylenebilir.

Emperyalizmin işbirlikçisi: Siyasi İslam

20 yıl boyunca CIA’nin Türkiye, Lübnan, Suudi Arabistan, Yemen, Afganistan ve Çin bürosunda, daha sonra da CIA’nin Ulusal İstihbarat Konseyi’nde stratejik öngörü bölümü başkan yardımcısı olarak çalışan Graham Fuller, emperyalist sistemin siyasi İslam ile (bizim bildiğimiz) ilişkisini net olarak ifade ediyor: ‘‘Batı dünyası anti-emperyalist İslamcı hareketleri kendi amaçları doğrultusunda kullanmaktan asla sakınmamıştır. Washington, soğuk savaş döneminde, SSCB’nin Müslüman halklarını ‘Sovyet gücünün yumuşak karnı’Moskova’ya karşı kullanılabilecek potansiyel bir güç olarak değerlendiriyordu. ABD yanlısı diktatörlerle sıklıkla gizli anlaşmalar yapan Washington, pek çok ülkedeki İslamcıları yerel komünist partilerle mücadele etmeye teşvik ediyordu.’’[3]

Siyasi İslam’a yönelik sol kesimlerde ve aydınlarda ortaya çıkan kafa karışıklıkları, yanılsamalar nedeniyle tarih bilincinin ve tarihsel hafızanın tazelenmesi açısından bazı kısa hatırlatmalar yararlı olacaktır.

  • 1920’li yıllarda İngiliz Emperyalizminin Mısır krallığı ile işbirliği içinde Mısır’da demokrasi ve laiklik yolunu tıkamaya yönelik olarak Müslüman Kardeşleri yarattıkları biliniyor. ABD’nin 1950’lerin sonunda Nasır yönetimine muhalefet eden Müslüman Kardeşler örgüne para verdiği ve Nasır’ın ölümünden sonra CIA’nin Enver Sedat ile birlikte Suudi Arabistan’a sığınan Müslüman Kardeşlere mensup kişilerin topluca Mısır’a dönmelerini sağlandıkları bilinen bir gerçek.
  • ABD’nin Müslüman Kardeşler ile birlikte Yemen’de Nasır yanlısı yönetimi devirdikleri de biliniyor.
  • Afganistan’ın SSCB tarafından işgalinde de  “Dünya tarihi açısından en önemli olan ne? Taliban mı ya da Sovyet imparatorluğunun çöküşü mü? Bir avuç taşkın (ateşli) Müslümanlar mı, Soğuk Savaş’ın sona ermesi mi”[4] yaklaşımıyla CİA tarafından eğitilen, ABD Başkanı R. Reagan’ın ‘‘…ahlaki açıdan Amerika’nın Kurucu Babaları’na eşdeğer’’ diye selamladığı Talibancıların hikâyesi ortada.
  • Graham Fuller’in, ‘‘…İslamcıların milliyetçilere oranla daha rahat yönetilebilir oldukları… 1960’lı yıllarda Hamas lideri Ahmet Yasin’i hapisten çıkarmış ve Yaser Arafat önderliğindeki Arap milliyetçisi FKÖ’ye karşı kullanacağı bir araç olarak İslamcı Hamas’a para aktarmış…’[5] itirafı, İsrail’in Filistin halkının laik ve demokratik direniş örgütü FKÖ’nün kitle tabanını zayıflatmak ve uluslar arası desteğini kırmak için İslami Hamas’a yaptığı yatırım da biliniyor.
  • BM arananlar listesinde yer alan El-Kaide’nin Libya kolu olan Libya  İslamcı Savaş Grubu (LIFG) BM GK’nın terörist grup listesinden çıkarılarak ABD-NATO destekli iç savaşa katılımlarının sağlanması ve sonrasında da iktidarın siyasi İslam’a teslimi de biliniyor.
  • Son olarak Suriye’de Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin ABD planlarına uygun olarak Afganistan, Pakistan, Libya, Tunus, Yemen, Mısır, Türkiye, Irak vb Müslüman ülkelerden gelen El-Kaide’ci katillere maddi, lojistik ve askeri destek verdikleri de biliniyor.

Siyasi İslam’ın bir diğer parçasını oluşturan Hizbullah ve Hamas gibi Lübnan ve Filistinli örgütler, yurtsever bir politik hatta sömürgeci Siyonistlerle karşı karşıya gelip savaştığında Washington onları hemen düşman örgütler kategorisine koymuştur.

Afganistan’ın ABD tarafından işgaline karşı, yakın zamana kadar ABD’nin stratejisinin yararlı bir enstrümanı durumunda olan Taliban’ın direnişi örgütlemesi, ABD/NATO birliklerini zora sokmasıyla birlikte direnişçi mücahitlikten bir anda terör örgütü statüsüne sokulmuştur.

Değerlendirme

Ünlü ABD’li stratejist Brzezinski, 1997 yılında yazdığı ‘Büyük Satranç Tahtası, Amerika’nın küresel üstünlüğü ve bunun jeostratejik gereklilikleri’ kitabında: ‘… Türkiye halen kimliğini tanımlama sürecindedir. Üç ayrı yöne çekilmektedir. Modernistler bir Avrupa devleti olduğunu görmek istemektedirler…. İslamcılar Orta-Doğu’ya ve Müslüman bir topluma yönelmektedirler… Milliyetçiler Türkî halklara yani doğuya bakmaktadırlar… Bunların her biri stratejik olarak farklı eksene sahiptir.’, demekte ve aralarındaki uyuşmazlıklara, iktidar mücadelelerine dikkat çekmektedir. Bu güçlerin birbirine karşı yürüttükleri iktidar mücadelesinde, ABD Modernistlere (Kemalistlere, “Sol”a) ve Milliyetçilere (MHP – ülkücü çevrelere) karşı İslamcılara destek sağlayarak onların iktidara gelmesine büyük katkı sağlamıştır. Ülkenin ılımlı İslami bir devlet yapısına dönüştürülmesine ve toplumun İslamlaştırılmasına büyük destek vermiştir.

Orta-Doğu ve Arap dünyasını yakından izleyen, siyaset bilimci Samir Amin, 2008 yılında yazdığı makalede, günümüzde bölge ülkelerinde geleneksel siyasi yapıların 3 farklı ideolojik eksende birbiri ile çatışma halinde olduğunu belirtiyor. Bunları da milliyetçi geçmişi savunan çevreler (geçmişin mirasına sahip çıkan yozlaşmış ve rüşvetçi ulusal-popülist bürokratik kesimler), siyasal İslamı savunan çevreler ve liberal ekonomi yönetimi ile uyumlu, demokratik talepler etrafında öne çıkmaya çalışan çevreler olarak tanımlıyor. Bu “üç eğilimin” de, emperyalist sistemin ve onunla bütünleşmiş egemen sınıfların çıkarlarını savunduğunu, emekçi halkın, ülkenin çıkarlarının karşısında olduklarını söylüyor. İktidara ‘muhalefet eden’ bu siyasi yapılar arasındaki çatışmalara Sol’un müdahil olmaması gerektiğini belirtiyor. Otoriter rejimden kurtulmak için siyasi İslam ile ittifak yapmaktan,  ya da siyasi İslam’a -yani daha kötü bir gidişata- karşı iktidarı tercih etmekten, ittifaka girmekten kaçınması gerektiğinin altını çiziyor[6].

ABD desteğiyle iktidara gelen siyasi İslam bir önceki iktidarlara göre içerde emperyalizmin neo-liberal sömürü metotlarını toplumsal huzursuzluklara pek fazla yol açmaksızın uygulayabiliyorlar. Dışarıda da emperyalist politikalara destek oluyorlar. Fuller, ‘‘… demokratik süreçler altında Müslüman ülkelerinin büyük çoğunluğundaki ilk seçimlerinde İslamcı partilerin meşru biçimde seçilebilecekleri… İslamcıların halka verdikleri sözleri yerine getiremedikleri veya halkın beklentilerini karşılayamadıkları takdirde bir yıl gibi bir süre içerisinde gözden düşeceklerdir. Yani boş anti-emperyalist söylemleri bırakıp acil ekonomik ve sosyal sorunları ele almak zorunda olacaklardır’’[7] yaklaşımı siyasi İslam’ın düşeceği konumu ortaya koyuyor. Bunu en iyi örneklerinden birisi AKP’dir. Emperyalist sistemin taleplerine uygun iç (ekonomik/sosyal politikaları) ve dış politikaları (Örnek: Libya ve Suriye) toplumsal tepkiyi asgaride tutmaya çalışarak uygulamaktadır.

Radikal İslami örgütler ise yaptıkları terör eylemleri ile ABD’ye rahatsızlık veriyor gibi görünseler de, sonuçları itibariyle eylemleri emperyalizmin iç ve dış politikalarına meşruiyet kazandırıyor. Bunun en tipik örneği CIA’nın Sovyetlere karşı planını hayata geçirenlerden biri olan Bin Ladin’in kurduğu El Kaide terör örgütüdür. El-Kaide örgütünün 11 Eylül’de ABD’de yaptığı (ya da yaptırıldı) bir dizi terör saldırısı sonrasında ABD emperyalizmi Avrasya stratejisini hayata geçirme doğrultusunda önce Afganistan, sonra da Irak’ı işgal etmiştir.

El Kaide’nin İspanya’da 2004’te 191 kişinin ölümüne 1800’ünün yaralanmasına ve İngiltere’de, 2005’te 52 kişinin ölümüne 700’ünün de yaralanmasına neden olan bombalı eylemleri Batı’da da farklı gelişmelere yol açar: ‘‘ Avrupalılarda İslam’a karşı daha derin korkuların canlanması (BN, aynızamanda Hıristiyan kimliğin de kışkırtılması) için Avrupalı-Müslümanların içinde bulundukları birkaç ufak şiddet eylemi yeterlidir-  bu da karşılık olarak göçmenlerin Müslüman kimliklerini güçlendirmektedir.’’[8]  Görüldüğü kadarıyla ‘Medeniyetler Çatışması’ için dini kimliklerin birbirini beslemesinin ortamı da sağlanıyor. Hükümetlere, ‘terör, güvenlik, düzen’ vb lafazanlıklarıyla baskıcı yasalar çıkarmalarına meşru zemin de oluşturuluyor.

Sonuçta ister ılımlı isterse ‘radikal’ İslam kategorisinde olsun siyasi İslam’ın sisteme alternatif bir potansiyel içermediği, ülke içinde yıllardır hakimiyetini sürdüren veya yeni ortaya çıkan ayrıcalıklı sınıfların çıkarlarını savunduğunu, dolayısıyla da kapitalist-emperyalist politikalara muhalif olmadıkları ayan beyan ortadadır. Kısacası ABD emperyalizmi ılımlı ve ‘radikal’ İslam ile ilişkisinde ‘kazan kazan’ durumundadır. 

Elbet, mevcut bu durum hep böyle sürmeyecek !…

Kapitalizmin içine girdiği ekonomik kriz ve bunun ülkelere yansımaları her türlü etnik ve dini kimlikçiliğin gerilemesine ortam hazırlamaktadır. Dünyada yeni dinamiklerin etkin olmaya başlaması ve sınıfsal içerikli kitle hareketlerinin boy göstermeye başlaması önümüzdeki döneme umutla bakmamızı sağlamaktadır. Yeter ki devrimciler-sosyalistler üzerlerine düşen sorumluluğu lakıyla yerine getirsinler!

Haluk Başçıl

 



[1] Graham E. Fuller, İslamsız Dünya, 4. Basım 2012, Profil Yayıncılık, s. 159

[2] Fuller s. 316

[3] Fuller. s. 276

[4] Zbigniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, Amerika’nın Küresel Üstünlüğü ve Bunun Jeostratejik Gereklilikleri, 2005,    İnkilap Kitabevi

[5] Fuller. s. 283

[6] Samir Amin, Mettre en déroute l’islam politique et l’impérialisme, deux objectifs stratégiques indissociables,  http://www.gabrielperi.fr/Mettre-en-deroute-l-islam

[7] Fuller. s. 323

[8] Fuller. s. 210

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir