Bir Acem oyunu olarak; Nükleer… Kemal Ulusaler

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Bilindiği üzere 24 Kasım 2013 tarihinde, Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik

Politikası Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton, İran  ile BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi ve Almanya (5+1) arasındaki, İran’ın nükleer programına ilişkin müzakerelerde anlaşmaya varıldığını bildirmişti.

Ne olmuştu da bu güne kadar yoğunluğu giderek arttırılan yaptırımlar gündemde iken böyle bir anlaşmaya gidilmişti.

Aslında özet olarak İran’a uygulanan yaptırımlar şu ya da bu biçimde tam olarak uygulanamamaktaydı. İran enerji kaynaklarını sıkıntılı da olsa dünya piyasalarına sunabilmekte ve ambargoyu ABD’nin bizatihi müttefikleri ile delmekteydi. Bu gerçeklik ışığında hem İran hem de çok uluslu tekeller için ticaret asıl olup siyaset bir adım geri çekilmeliydi. Zaten bu gidişatı bazı analistlerde görmüş ve dile getirmişlerdi. Örneğin, George Friedman birkaç yıl önce “Gelecek On Yıl”adlı eserinde “ABD ve İran mutlaka anlaşacaklar” saptamasında bulunmuştu.  Dönem dönem bazı üst düzey Amerikalı  bürokratların da “ABD ve İran’ın ortak menfaatleri çok fazla ve gelecekte çok hızlı bir biçimde müttefik olabilirler” şeklindeki ifadelerde bulunmaları kulaktan kulağa dolaşmaktaydı.

Fısıltıları bir kenara bırakıp biraz geriye giderek neler olduğunu irdeleyelim.

İran, Nükleer Çember…
ABD,  şer ekseni ülkesi olarak adlandırdığı ve nükleer tehdit algısı ile yaptırım uyguladığı İran’da nükleer program aslında yine ABD tarafından başlatılmıştı. İkinci dünya savaşı sonrası ABD, o dönemin SSCB’ni baskı altına almak amacıyla çevresinde nükleer güç kuşağı kurmak üzere bir dizi faaliyet gerçekleştirmişti. Öncelikli çember ülkeler, İran, Türkiye ve Pakistan’dı. Her ne kadar programın adı  “Barış için Atom programı” olsa da asıl amaç silahlanmaya yönelikti. Tıpkı günümüzde ABD’nin “Demokrasi götürüyoruz” lafzı gibi bu da bir tür L. Strauss propagandasıydı. Bu program çerçevesinde İran’ın nükleer programının temelleri, 1953’te CIA destekli bir darbe ile demokratik olarak seçilmiş başbakan Muhammed Musaddık’ın görevden alınıp iktidara Şah Muhammed Rıza Pehlevi’in getirilmesinin hemen sonrasına rastlar. Bu çerçevede 1967’de İran Atom Enerjisi Kurumu (İAEK) tarafından yönetilen Tahran Nükleer Araştırma Merkezi (TNAM) kuruldu. TNAM, ABD tarafından sağlanan, 5 Mw’ lık nükleer araştırma reaktörü ile çalışmalara başladı ve yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum yakıtı sağlandı. ABD’nin ve Batı Avrupalı hükümetlerin İran’ın nükleer programına desteği, cesaretlendirmesi ve katkısı 1979’da Şah rejimini deviren İslami devrime kadar sürdü. Benzer bir şekilde 1955 yılında ABD ile Türkiye arasında atom enerjisini sivil amaçlarla kullanmada işbirliğini öngören bir anlaşma imzalanmış olup, 1956 yılında bir araştırma reaktörü kurulması için çalışmalar başlatılmış, Küçükçekmece kenarındaki şimdiki arazi seçilmiş ve bir uzman kuruluş olarak Başbakanlık Atom Enerjisi Komisyonu kurulmuştur. 1959 yılında ilk nükleer tesisi olan 1 Mw. gücündeki TR-1 araştırma reaktörünün temeli atılmıştır.                                                 

Görüleceği üzere ABD yeryüzüne o kadar çok çukur açmıştır ki zaman zaman bunlara kendisinin de düşmesi kaçınılmaz bir hale gelmiştir.

Tehdit Algısı..
İlk bakışta ülkelerin silahlanması tehdit algısına bağlanabilir.  Indiana Üniversitesi, Ortadoğu Çalışmaları Merkezi Yöneticisi Gawdat Bahgat, İranlı yetkililerin 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı sırasındaki davranışları nedeniyle uluslararası topluma çok az güvenleri olduğunu, bu savaş sırasında, Saddam Hüseyin İran ordusuna ve sivillere karşı kimyasal silah kullandığını belirterek şöyle diyordu;” Bu kimyasal silahlar binlerce İranlıyı öldürdü veya sakat bıraktı ve savaşta Irak lehine önemli bir rol oynadı. Uluslararası toplum bu noktada kayıtsız kaldı.”  Yine, Shahram Chubin, Cenevre Güvenlik Politikaları Çalışmaları Merkezi Başkanı, bu durumu şöyle açıklıyor: “İran Irak ile yaptığı savaştan şunu öğrendi; saldırıya uğramak istemiyorsan, tehdit eden ülke mutlaka denk bir yanıtın alacağını bilmelidir. ‘Çöl Fırtınası’ saldırısında eşdeğer bir kimyasal silah misillemesine uğrayacağı bilmek Irak’ı durdurdu; ancak böylesi bir karşılığın İran’dan gelmeyeceğini bilmenin savaş sırasında Irak’ın İran’a kaşı kimyasal silah kullanmasını sağladığını gösteriyor. ”  Sözün özü İran, çevresindeki nükleer yapılanmayı kendisine yönelik bir tehdit olarak algılamış ve temeli ABD tarafından atılan nükleer programı hayata geçirmeye karar vermişti. Benzer bir şekilde İsrail de aynı algı ile nükleer silahlara sahipti. Aslında bu bir tür domino etkisidir ve bu gün Suudi Arabistan ve Türkiye de bu etki altındadır. Örneğin, Suudi Arabistan’ın istihbarat servisi Başkanı Bender Bin Sultan, Amerika’nın Suriye ve İran’ın nükleer meselesi konularıyla ilgili olarak Rusya ve İran’la anlaşmasına açıkça karşı çıkıyor ve bu çerçevede Pakistan ve İsrail istihbaratlarıyla işbirliği yapıyor olması bu tehdit algısının boyutları hakkında fikir veriyor.
Mesele Nükleer Silah Meselesi mi?
Mesele nükleer silah meselesiymiş gibi görünse de herkes biliyor ki nükleer silahların kullanılması günümüz dengeleri içerisinde neredeyse imkansız olup ihmal edilecek boyuttadır. Dünya henüz nükleer çılgınlığın uygulama noktasına gelmemiştir

Öyle ise mesele nedir?   

Aslında meselenin temelinde yatan,  ekonomik ve siyasi kaygılardır. Günümüz dünyasında yeni liberal piyasa öylesine entegre olmuş ve iç içe geçmiştir ki, mevcut ilişkiler artık; “ne seninle ne sensiz”  söylemine denk düşmektedir. İran’a  -aslında 2000’li yılların başından beri- uygulana gelen yaptırımlar sadece İran’ı değil pek çok ülkeyi olumsuz etkilemiştir. Her ne kadar Ruhani; “Yaptırımların olumsuz etkisini inkar etmemekle birlikte İran’da yaşanan ekonomik sorunların büyük bir kısmının yaptırımlardan değil, yanlış ekonomi yönetiminden kaynaklandığını” vurguluyor olsa da İran’ı son yıllarda bir hayli sarsmıştır. İran’ın Ağustos 2011’de,  günlük 2,5 milyon varile yaklaşan petrol ihracı, AB’nin alımları durdurması ve İran petrolünün %60’ından fazlasını alan Asya ülkelerinin alımlarını %50 oranında azaltmaları sonucu 2012 yılının ortalarından beri günlük ortalama 1 milyon varile düşmüştür. Bankacılık piyasasındaki blokajlardan dolayı alacaklarını tahsil edememektedir. Ayrıca bir de sigorta sorunu vardır ki bu da enerji nakline ket vurmaktadır. İşte bütün bunlardan dolayı İran için mesele nükleer platformdan ekonomik platforma doğru kayma göstermektedir.

Öte yandan, İran’a uygulanan yaptırımlar sonucu özellikle İtalya, İspanya ve Yunanistan olumsuz etkilenmişlerdir. Yine Fransa’nın İran’a otomotiv konusunda yapmakta olduğu yatırımlar yarım kalmış olup yaptırımlar konusunda isteksizliği aşikardır. ABD içinse durum daha da farklıdır. Bir yandan kaygı duyduğu ve giderek büyümekte olan Çin’in İran ile ekonomik ilişkilerinin her geçen gün gelişmekte olması, İran’ın petrol borsası girişimi ile ABD dolarından Euro’ya dönme eğilimi ve sonucunda ABD’nin dünya ölçeğinde yaşayacağı muhtemel sorunlar gündemdedir. Bütün bunların yanında hem enerji nakli hem de sigorta konusunda İran ile iş yapan Batılı ülkeler de ekonomik kayıplar yaşamaktadır. Sonuçta ekonomik olarak herkes zarar etmektedir.                                                                                       

Peki, bu görünür ekonomik zarar siyasi olarak kara dönüşmekte midir? Öyle olduğu da söylenemez. Suudi Arabistan ve İsrail dışında mevcut durumdan hoşnut olan yok gibidir. Kaldı ki Suudiler için yaptırımlar sonucu İran’ın Şia tehdidinin zayıfladığı söylenemez. Aksine daha da güçlenmiş görünmektedir. Burada ayrı bir yazı konusu olmakla birlikte şunu kısaca söylemek gerekirse Suudiler için küçülen dünyada rejimlerinin sürdürülebilirliği kalmamıştır. Bunu onlar da net olarak görmektedirler ve ölesiye kaygılanmaktadırlar.  İlginç bir şekilde görülmektedir ki nükleer mesele yaşananlar sonucu devede kulak kalmıştır ve bunu açıkça gören İran ve 5+1 ülkeleri bir birlerine yaklaşmanın kaçınılmazlığının farkında olarak hareket etmektedirler.

Su, toprak, bitki ve madenler; acaba bütün bunlar üretim kaynaklarının ve sermayenin özel mülkiyete girmesinin mutlak reddi değil midir?”  

Ali Şeriati – İslam ve Sınıfsal Yapı…
Mesele, ekonomik ve siyasi…  Mesele, bir yandan da suyun, toprağın, enerji kaynaklarının ve madenlerin gaspı meselesi aslında.  İranlı düşünür Şeriati, Muhammed’e onun;“ Ekin ekenindir” söyleminden, İslam’a ise soldan bakan bir düşünür. İran İslam Devrimi’nde önemli rol oynamış biri. Dolayısıyla “ekin ekenindir” lafzından yola çıkarak, kaynaklar da o topraklar üzerinde yaşayan halkındır diyordu. Ancak daha sonra İran yönetimini ele geçiren “Mollalar Rejimi” devasa enerji kaynakları ve madenleri yağmalayarak, İran halkını sefalete sürüklemiş ve kendileri giderek zenginleşmişlerdir.

İran enerji kaynakları açısından dünyanın en zengin ülkelerindendir. 2000’li yılların başında 99,5 milyar varil petrol rezervi ile dünya sıralamasında dördüncü sırada iken son yıllarda bulunan yeni rezervlerle 137,5 milyar varil ile dünya petrol rezervleri açısından ikinci sıraya yükselmiştir. Dünyanın kanıtlanmış ham petrol rezervlerinin yüzde 11,5’i İran’da… Ayrıca 26,69 trilyon metreküplük doğalgaz rezervleriyle Rusya’dan sonra doğalgaz açısından da ikinci büyük rezervlerine sahip. Ayrıca, İran dünyanın en büyük çinko rezervlerine sahip olup dünyanın ikinci en büyük bakır rezervleri ve dokuzuncu büyük demir rezervleri İran’da yer almakta. Kromit, uranyum, kurşun, manganez, kömür ve altın İran da mevcut diğer maden cevherleridir. Bunca varlık üzerinden elde edilen devasa gelirler, ulema ve imamlardan oluşmuş paylaşım ağının kasalarında toplanmaktadır. Döviz girdilerinin yüzde 80’ini petrol gelirlerinden elde eden İran’da genel olarak ekonomiyi devletin; yüzde 40’ını doğrudan, yüzde 45’ini ise “Bonyad” olarak adlandırılan, dini liderlik makamına karşı sorumlu bir tür İslami esaslı vakıflar aracılığı ile elinde tuttuğu bir paylaşım ağı söz konusudur.  Kalan yüzde 15’lik kesim ise siyasal yelpazede muhafazakâr olarak tanımlanabilecek bir noktada duran İran özel sektörünün (bazaar) elinde bulunmaktadır.. Setad, ve Bonyad adı verilmiş vakıflar bildiğimiz holdinglerdir. Bankacılık, kimya, maden, turizm, lastik, gıda, tekstil aklına gelebilecek her alanda faaliyet göstermektedirler. Söz konusu bu holdingler, vergiden muaf, devlet sübvansiyonlu, konsorsiyumlar olup doğrudan İran dini liderine ve paylaşım ağına bağlıdırlar. ABD’yi kötü melek ( şeytan), Çin ve Rusya’yı ise iyi melek diyerek ayrıştırıp emperyalistler arasında kaynakları kimlerle paylaşacaklarını belirleyen İmamlar koalisyonu,  İslam ülkelerinin vazgeçilmezi sadaka kültürü ile de bağımlı toplumu inşa etmişlerdir. Bütün bunların yetmediği yerde devreye Devrim Muhafızları girmektedir. Zira yürütmede olduğu gibi yargıda da mutlak hakimdirler. Ancak gelinen noktada enflasyon % 60’ları aşmış, işsizlik çığ gibi büyümüş, temel gıda fiyatları % 50 ile 70 arasında artmış, ilaç bulunmaz olmuş, bizzat Ruhani’nin ifadesiyle ülkenin 3 günlük buğday stoku kalmıştır. Ruhani boşalmış bir hazine devraldığını söylerken bütün suçu Ahmedi Nejad’ın üzerine yıkarak hala iktidarda olan mollalar ağını gözden ırak tutmaya çalışmaktadır. Öte yandan sözünü ettiğimiz Mollalar Paylaşım Ağı’nı oluşturan Molla oligarşisi için eldeki sermayenin büyütülmesi giderek can yakıcı bir önem arz etmektedir. Son iki-üç yıldır bir miktar Türkiye vb. ülkeler üzerinden dış dünyaya açılmış olsalar da bu yeterli olmamaktadır. ABD’nin müdahalesi ile Türkiye’de yaşanan son yolsuzluk gelişmeleri buradaki yatırımları da akamete uğratma riski taşımaktadır. Dolayısıyla Molla oligarşisinin dünyaya açılarak sermayesini değerlendirmesi için bir şekilde şeytan olarak adlandırılan ABD ile şu ya da bu şekilde anlaşmak zorunluluğu zuhur etmiştir ki yapılmak istenen de budur.

İran cephesinde bunlar yaşanırken sözünü ettiğimiz gibi mesele asla tek başına nükleer mesele değildir. Mesele Gulf Times’a göre 200 trilyon dolar düzeyinde tahmin edilen bize göre ise diğer yer altı varlıkları dahil yaklaşık 250 trilyon doları bulan ve kesinlikle bölge halklarına ait olan kaynakların paylaşım meselesidir.

Kemal Ulusaler

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir