Bilgi Hukukunda Bir Hakkaniyet Sorunu Var-Mehmet Uysal

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Hızla gelişecek olan bilgi ve yetenek yarışı, eskimiş düşünce ve kültürlerin hızla  tasfiyesini ve çağdaş düşünce ve kültürün

aynı hızla yayılmasını da sağlayacak, bunun sonucu olarak insanlığın yaşam tarzı kalitesi giderek yükselecektir.

 

muysal@anafikir.gen.tr

Bilgi üzerindeki mülkiyet hakkına ilişkin önemli kanuni düzenlemelerden birisi olan Patent Haklarının Korunması Hakkında 551 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin (KHK) 16. vd maddelerinde, işçiler ve memurlar tarafından yapılan buluşlar üzerindeki hakların, işverene veya memurun görev yaptığı kuruma ait olacağı öngörülmektedir. 551 sayılı KHK’nın AB’ye uyum sürecinde yürürlüğe konmasından ve hukukçular ve uygulamacılar tarafından, bu KHK’nın “dünya standartlarına uygun bir patent hukuku” olarak nitelenmesinden[1], bütün ülkelerde yapılmış kanuni düzenlemelerle, işçi tarafından yapılan buluş üzerindeki mülkiyet hakkının işverene ait olacağının kanuni hüküm altına alınmış olduğu anlaşılmaktadır. Acaba, buluşların mülkiyet hakkının kime ait olacağının, tarafların serbest iradeleri ile yapacakları sözleşmelerle belirlenmesi yerine, siyasi irade tarafından yapılan tek taraflı ve emredici bir hukuki düzenlemeyle belirlenmesi hakça mıdır? Bu soruyu, bilgi mülkiyetini, “bilgi”, “mülkiyet”, “bilgi mülkiyeti” kavramları çerçevesinde ve “kapitalist toplum” zemininde değerlendirerek cevaplandırmak istiyoruz.

Patent verilecek buluşlar, 551 sayılı KHK’nın 5. maddesinde, “yeni, sanayiye uygulanabilir ve tekniğin bilinen durumunu aşan buluşlar” olarak belirlenmiştir. Buna göre, patent verilebilecek buluş, insanlığın mevcut teknik bilgi hazinesine eklenmiş, teknik bilgi hazinesini zenginleştiren yeni bilgilerdir. Bilgi, insanın düşünme etkinliği sonucunda elde ettiği ürünlerdir. Bilgi, insanın en önemli yaşamda kalma ve yaşamda kalma koşullarını iyileştirme olanağıdır. İnsan bilgiyi, kendinden önceki bilgi birikimini toplumsal aklın dil hazinesinden “öğrenerek” ve kendi düşünme etkinliği sonucunda “üreterek” elde eder.  Buluş, insanın kendinden önceki bilgi birikimi temelinde, kendi düşünme etkinliği sonucunda ürettiği bilgidir. Buluş bilgisi, “mucit” denilen tek bir insanın düşünme etkinliği sonucunda  üretilebileceği gibi, bir insan grubunun organize düşünme etkinliği sonucunda da üretilebilir.  Her yeni üretilen bilgi, toplumsal aklın dil hazinesine katılarak sonsuza dek koruma altına alınır. Ancak, insanlar ürettikleri yeni bilgileri, hemen dil hazinesine katmazlar. Bunun da nedeni, daha ileri teknik bilginin sahibine bir “tekel” konumu sağlaması ve bu konumla da insanların yaşamda kalma olanaklarını genişletmede nispi bir avantaj elde etmeleridir. Bundan dolayıdır ki eski zamanlarda ustalar “meslek sırları”nı akıllarında saklayarak pek kimseyle paylaşmazlar,  ancak kendilerine ve mesleğe sadakatinden emin oldukları çıraklarına öğretirlerdi. O zamanlar bilgi usta-çırak ilişkisi içinde korunarak kalıtılmıştır. Ancak matbaanın icadının ve üretimde fabrikasyonun bilgiye erişimi  çok kolaylaştırması ve ayrıca bilginin hızla genişlemesi nedeniyle, ustaların hafızalarının bilgiyi tutma ve korumada yetersiz hale gelmesi üzerine, bilginin  korunması sorunu özel bir önem kazanmıştır. Buna ilaveten kapitalizmin rekabetçi bir tarzda oluşup gelişmesi ve ileri teknik bilgi tekeline sahip olmanın rekabette sağladığı avantaj da bilgi mülkiyetinin korunmasının önemini bir kat daha arttırmıştır. İşte bu aşamada siyasi otorite devreye girerek, bir “bilgi mülkiyeti hukuku” oluşturmuştur. Bilgi mülkiyeti, arkasında siyasi otoritenin yer aldığı bir hukuki düzenleme konusu olunca da o zamana kadar ustaların akıllarında saklanarak korunan bilgi, siyaset gücünün hukuki koruması altına alınmıştır. Patent hukukuna ilişkin ilk düzenleme 1473 yılında Venedik’te yapılmış, bunu 18. yüzyılda İngiltere, Fransa ve Almanya izlemiş, bu kervana 19. yüzyılda ABD, Rusya, İtalya, Japonya ve Osmanlı Devleti katılmıştır.  1883 yılında imzalanan Paris Sözleşmesi ile patent hukuku bir “uluslararası hukuk” haline gelmiştir.

Bilgi mülkiyeti ve onun korunması neden önemlidir? Bu soruyu cevaplamadan önce, mülkiyet kavramının anlam ve önemi üzerinde durmak gerekmektedir. Mülkiyet, her şeyden önce, insan ile şeyler arasında bir sahiplenme ilişkisidir. İnsanın sahiplendiği şeyler, onun güncelde ve belirsiz gelecekte yaşamda kalmasını ve yaşamda kalma olanaklarını genişletmesini sağlayan şeylerdir. İnsanın şeyleri sahiplenmek istemesinin nedeni, o şeyleri sahiplenmek isteyen başka insanların da olmasıdır. İnsan dünyada tek olsaydı “sahiplenme” diye bir kavram olmazdı. Bundan dolayı, mülkiyet sadece şeyler ile insan arasında bir ilişki değil, insanlararası bir “toplumsal ilişki”dir de.  Mülkiyet bir toplumsal ilişki olduğu için, toplumsal yaşamın nasıl yönetileceği (veya nasıl yönetilmeyeceği) sorunundan kaynaklanan siyasetin de en önemli konularından birisidir. İnsanların şeyleri nasıl mülk edinecekleri, toplumların içindeki çeşitli güçlerin bileşkesi olarak oluşmuş olan genel siyaset tarafından belirlenir. Siyaset kurumu tarafından belirlenmiş insanlararası mülkiyet ilişkileri, bize “mülkiyet hukuku” olarak görünür. O halde mülkiyet kavramının bir diğer boyutu da “siyaset ve hukuk”tur. Kısaca, “mülkiyet, yaşam kalım maddelerini sahiplenme amacıyla, yaşamda kalma olanaklarının insanlar tarafından nasıl kontrol edileceğinin, siyaset gücü tarafından, hukuk kuralları olarak belirlendiği bir toplumsal ilişkidir”.[2]

Mülkiyet kavramının anlam ve önemini böylece belirledikten sonra, “bilgi mülkiyeti niçin önemlidir?” sorusuna dönecek olur isek; bilgi insanın en önemli yaşamda kalma olanağı olduğu ve önemi, sürekli artan bir ivme ile arttığı için, bilgi mülkiyeti çok önemlidir. Diğer şeylerden farklı olarak, insanın bilgiyi sahiplenmesi doğal bir olgudur. Çünkü bilgi, insan bedeninin bir bölümü olan akılda oluşur ve bilgiyi taşıyan insan tarafından açıklanmadıkça kimse ona sahip olamaz. Bu nedenle bilgi, onu ilk üreten kişinin doğal mülküdür. Bilginin ilk maliki, bilgiyi üretebilmek amacıyla, yaşamının belli bir zamanını öğrenme, araştırma, inceleme, gözlem, deney vs için harcamıştır. Bilginin, üreticisine, bilgi üretmek için harcanmış olan bu zamanda kullanılmış yaşam-kalım maddelerine eşdeğerde bir maliyet bedeli vardır. Bunun yanında, bilgi sahibi, ürettiği bilgiyi öğreterek ve/veya kullanarak belli bir gelir elde etme beklentisi içindedir.  Bedenin içinde oluştuğu için, sahibi bilginin doğal malikidir ve o istemedikçe hiçbir kimse onun maliki olduğu bilgiyi elde edemez. Ancak, öğretme ve/veya kullanma amacıyla bilgi diğer insanlara açıklanmadıkça da sahibine gelir getirmez. Bilgi açıklandığı zaman da -tıpkı korunmasız bir arazi gibi- diğer insanların kullanımına açık hale gelir. Bunun sonucu olarak, bilgi sahibi, gerek bilgiyi üretmek için harcadığı zamanın maliyet bedelini gerekse bilginin öğretilmesinden ve kullanılmasından beklediği geliri elde edemez. Öte yandan, kapitalizmin rekabetçi tarzda gelişmesi teknik bilginin önemini hızla arttırmış, bilginin kitleselleşmesi olanaklarının hızla artması karşısında da ustaların hafızaları bilgi mülkiyetini korumada yetersiz kalmıştır. İşte bu aşamada siyaset gücünün devreye girerek, bir “bilgi mülkiyeti hukuku” oluşturup, bilgiyi kamu otoritesinin koruması altına alması kaçınılmaz olmuştur. Bilgi mülkiyeti hukuku,  insanlar arasındaki bilgi ilişkilerini düzenlemekle, sadece bilgi sahiplerinin mülkiyet hakkını korumakla kalmamış, bilginin güvenle açıklanmasını da sağlamış ve böylece onun insanların yaşamda kalma olanaklarının genişletilmesi için yaygın olarak kullanılmasının önü açılmıştır.

Bilgi mülkiyeti hukuku kapitalist toplum ilişkileri içinde oluşmuştur. Bu nedenle bilginin insanların yaşamda kalma olanaklarının genişletilmesi için kullanılmasının sınırlarını, burjuvazinin kar maksimizasyonu temel amacı belirlemiştir. Kapitalizm, hukuken, burjuvazinin feodal eşitsizliklere karşı verdiği siyasi mücadele içinde şekillenen “bağımsız ve eşit birey ilkesi” üzerine kurulmuştur. Kapitalizmin, oluşumundan 19. yüzyılın üçüncü çeyreğine kadar süren “rekabetçi” aşamasında, üretimde ileri teknoloji kullanımının rekabet etmede ve kar maksimizasyonunda sağladığı büyük avantaj nedeniyle, bilgi o zamana kadar görülmemiş bir hızla genişleyerek, “Sanayi Devrimi”ne yol açmıştır. Kapitalizmin 19. yüzyılın sonlarına doğru “tekelci ve emperyalist” bir karakter kazanması ve tekellerin teknolojik ilerlemeyi kontrol edebilmeleri nedeniyle, 19. yüzyılın ortalarında bilginin genişlemesinde ve derinleşmesinde yaşanan büyük atılım, yerini duraklamaya bırakmıştır. 20. yüzyıl boyunca emperyalist sömürgeciliğe karşı süregiden ulusal kurtuluş mücadeleleri sonucunda, ulusal bağımsızlık ve ulus toplum dünyaya yayıldıkça sömürgecilik tasfiye olmuştur. Sömürgecilik tasfiye edildikçe de tekelcilik yerini rekabetçiliğe bırakmış; 19. yüzyılda sona eren rekabet bu kez 1960’lı yıllarda yeniden ve dünya boyutunda canlanmıştır. Dünya boyutunda canlanan rekabet ileri teknoloji talebini de canlandırmış ve bu canlanma 1970’li yıllarda belirginleşen ve ondan sonra ivmesi adeta geometrik olarak artan teknolojik atılıma dönüşmüştür. Bu teknolojik atılımla birlikte, 1980’li yıllardan itibaren kapitalizm küreselleşme aşamasına” geçmiştir. Kapitalizmin oluşumundan bu yana bilginin giderek artan önemi nedeniyle, burjuvazi hep bilgiye egemen olmak istemiştir. Burjuvazi daha ileri bilgi ihtiyacını karşılamak için münferit mucitlerin icatlarını beklemenin ötesine geçerek, kapitalizmin oluşma aşamasında zanaatçıların bir araya toplandığı manüfaktüre benzer biçimde, bu kez bilgi taşıyıcısı insanları bir araya getirerek kurduğu Ar-Ge birimleriyle, bilgi üretimini organize etme, böylece kendi teknolojisini kendisi elde etme ve geliştirme yoluna gitmiştir. Buna paralel olarak devletler de bilimsel araştırma ve geliştirme kurumları oluşturmuş ve buralarda geliştirilen teknolojiler burjuvazinin hizmetine verilmiştir. Kısacası, bilginin genişlemesini burjuvazinin kar maksimizasyonu temel amacı belirlemiş ve bu amaçla örtüştüğü sürece, bilgi kitleselleşebilmiş ve insanların yaşamda kalma olanaklarının genişletilmesinde kullanılabilmiştir.

Bilgi, mülkiyet, bilgi mülkiyeti ve kapitalizm ile ilgili bu belirlemelerden sonra, şimdi “işçi” tarafından üretilen bilginin patent hakkının “işverene” ait olmasının, arkasında siyasi otoritenin gücü bulunan bir kanunun emredici hükmü ile düzenlenmesinin hakça olup olmadığını değerlendireceğimiz aşamaya gelmiş bulunuyoruz.

Kapitalist toplum Avrupa’da oluşup geliştikçe ve oradan dünyaya yayıldıkça, metalaşma süreci de yayılarak ve derinleşerek gelişmiştir. Bu gelişim sürecinde bilgi de metalaşarak, alınıp satılan bir şey haline gelmiştir. Kapitalist toplum hukuken “bağımsız ve eşit birey ilkesi” üzerine kurulmuştur. Bu ilkenin bireylerarası ekonomik ilişkilerdeki sonucu, sözleşme serbestisidir. Bu çerçevede bireyler, mülkiyetleri altındaki şeyleri kendileri kullanabilecekleri gibi, kendi iradeleriyle, anlaştıkları bedel üzerinden alım-satım konusu yapabilirler. Bilgi de bir mülk olduğuna göre, sahipleri onu taliplerine, anlaştıkları bir bedelden satabilirler. Bunun yanında, bilgi üreticileri, kendi iradeleriyle yapacakları bir sözleşmeyle, anlaştıkları bedel üzerinden, düşünme güçlerini bir başkasının hizmetine verebilirler. Bu durumda üretilen bilginin mülkiyetinin kim(ler)e ait olacağı, düşünme hizmeti verenle alan arasında, tarafların serbest iradeleriyle  belirlenecektir. Kısacası, sözleşme serbestisi çerçevesinde, üretilmiş bilginin ve/veya  düşünme gücünün, sahiplerinin iradesiyle bir “bilgi piyasası”nda alınıp satılmasında, hakkaniyete aykırı bir durum yoktur. Ancak, bilgi mülkiyetinin kime ait olacağı, tarafların karşılıklı bağımsız iradelerini yansıtan sözleşmelerle belirlenmek yerine, siyaset gücünün tek taraflı iradesiyle, emredici bir hukuk kuralıyla belirlenmekle, düşünme gücü sahiplerinin iradesi kısıtlanmakta ve onların iradesi burjuvazinin iradesine bağımlı kılınmaktadır.

Acaba bilgi mülkiyetinin kime ait olacağı neden kamu hukuku kategorisine giren bir kanun ile düzenlenmiş olabilir?  Biz bunun altında, bilginin giderek artan önemi ve sahibine tekel konumu sağlaması nedeniyle, burjuvazinin, bilgi üzerindeki mülkiyet hakkını, sözleşme yerine ve/veya sözleşmeye ilaveten, kanun gibi çok daha “sağlam” bir zırh ile koruma amacının yattığını düşünüyoruz. Çünkü sözleşmeye aykırılığın yaptırımı “maddi tazminat”, emredici bir kamu hukuku düzenlemesine aykırılığın yaptırımı ise, tazminatla kıyaslanamayacak kadar ağır, bu nedenle tazminattan daha caydırıcı olan para ve/veya hapis cezasıdır. Biz bunun daha derinde yatan nedeninin ise, burjuvazinin, bilgi üreticisine sadece bilgi üretimi için harcadığı zamanın maliyet bedelini ödeme, ancak üretilen bilginin öğretilmesinden ve/veya kullanılmasından beklenen ve bilgi üreticisinin ücreti ile kıyaslanamayacak büyüklükteki gelirin tamamına, siyaset gücündeki ağırlığını kullanarak sahip olma niyeti olduğunu düşünüyoruz. Bu nedenle, bize göre, bilgi mülkiyeti ile ilgili olarak, düşünme gücü sahiplerinin aleyhine, burjuvazinin lehine emredici bir kanuni düzenleme, kapitalist toplumun bağımsız ve eşit birey ilkesine, bu çerçevede sözleşme serbestisine aykırı, bundan dolayı hakça değildir. Bundan dolayı bilgi hukukunda bir hakkaniyet sorunu vardır.

Yukarıda ortaya koyduğumuz hakkaniyete aykırılık, bir siyasi iradenin etkinliğinin sonucudur. Böyle olunca, sözkonusu hakkaniyete aykırılığın giderilerek, bilgi mülkiyeti hukukunda tamamen sözleşme serbestinin sağlanması da bir siyasi iradenin etkinliğinin sonucu olabilir. Böyle bir siyasi iradeye vücut verecek olanlar ise, bağımsız iradeleri kanun ile kısıtlanarak haksızlığa uğratılmış olan ve bizim “bağımsız birey” olarak adlandırdığımız; bilgi taşıyıcısı ve üreticisi insanlar ya da “teknoloji işçileri”dir.  Düşünme gücünün, üretimde, işgücüne oranla hızla yükselerek artan ağırlığı nedeniyle, bağımsız bireyler hatırı sayılır bir siyasi güç haline gelebilirler ve böylece siyasi yapının önemli bir bileşeni olarak bu haksızlığı giderebilirler. Bilgi hukukunda halihazırdaki hakkaniyet sorununun çözümlenmesi sonucunda, sadece bağımsız bireylerin gelir düzeyi yükselmeyecek, bunun yanında bağımsız bireylerin yükselen gelir düzeyi bilgi ve yetenek yarışını kamçılayacak, böylece gittikçe kızışacak olan bilgi ve yetenek yarışı, bilgi üretiminin ve üretilen bilginin kitleselleşerek insanların yaşamda kalma olanaklarının genişlemesinin ivmesini de yükseltecektir. Hızla gelişecek olan bilgi ve yetenek yarışı, eskimiş düşünce ve kültürlerin hızla  tasfiyesini ve çağdaş düşünce ve kültürün aynı hızla yayılmasını da sağlayacak, bunun sonucu olarak insanlığın yaşam tarzı kalitesi giderek yükselecektir.

Mehmet UYSAL

 

 

[1] Fikri ve Sınai Mülkiyet Hakları ve Kültürü 1. Ulusal Sempozyumu, İstanbul Barosu Yayınları, İst. Eylül 2005, 1. Baskı

[1] Mehmet Uysal, Hazinenin Düşüncesi, Çitlembik Yayınları, İst. Ekim 2005, 1. Baskı, s.67

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir