* “Büyük Oyun”un odağı: Afganistan

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Afganistan Amerikalılar ve Ruslardan önce İngilizler için de bir karabasan haline gelmişti…

 

Ünlü İngiliz jeopolitik uzmanı Halford Mackinder 20. yüzyılın başlarında ortaya attığı “heartland” teorisi ile Orta ve Batı Asya’ya hakim olan gücün Avrasya’ya ve dolayısıyla dünyaya hakim olacağı şeklinde bir teori geliştirmişti. Burada kastettiği öncelikle Afganistan’a ve Hazar Denizi’ne komşu olan ülkelerdi. Karadeniz ve Basra Körfezi’ne komşu olan ülkeler ise bu bölge için atlama taşı olarak önemlidir. Sözkonusu teori birçok noktadan eleştirilmekle birlikte, Afganistan’ın son iki yüzyıl boyunca hem İngiltere gibi bir deniz imparatorluğu, hem de onun Asya’da ilerlemesinin önünü kesmek isteyen Rusya gibi bir Avrasya gücü için büyük önem taşıdığı ortadadır. Daha sonra ABD, Rusya ve Çin’e karşı bölgede gücünü artırmak isterken, Rusya bu kez onlara karşı girişimde bulunmuş, ancak bu bölgede 1979-89 arasındaki askeri macerası büyük bir başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bunun SSCB’nin çöküşündeki etkenlerden birisi olduğundan kuşku duyulamaz. Öte yandan Afganistan halkının da istilacılara karşı büyük bir direniş azmi ve geleneği olduğu da unutulmamalıdır. Afganlılar Ruslardan önce İngilizleri de defalarca perişan ederek çekilmeye zorlamışlardı.

İngilizler 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında imparatorluklarının incisi olan Hindistan’ı korumak için Afganistan’ı elde tutmak gerektiğine inanıyorlardı. Bu amaçla 1838-42, 1878-80 ve 1919 yıllarında Afganlılarla üç kez savaştılar. Neredeyse iki yüzyıldır süregelen bu oyunun ilk perdesi İngilizlerin Orta Asya’da ilerleyen Rusya karşısında endişeye düşmesiyle açılmıştı. 1838 yılında Lord Auckland’ın Simla Manifestosu olarak adlandırılan bildirisi, imparatorluğun selameti için Afganistan’da İngiltere yanlısı bir yönetimin şart olduğunu ileri sürüyordu. Bu nedenle bazıları Birinci Afgan Savaşı’nı “Auckland’ın budalalığı” olarak adlandırmışlardır.

Öte yandan Ruslar da bu tarihlerde bir yandan Kafkasya’da ilerlerken, diğer yandan da Orta Asya’da yeni işgallere girişerek  Afganistan sınırına yaklaşmışlardı. Ayrıca, Rus danışmanların desteklediği bir İran ordusu Herat’ı kuşatmıştı. Bunun uzaması sonucunda, özellikle de Doğu Hindistan Kumpanyası’nın bu gelişmelerden telaşlanması üzerine, İngilizler İranlıları çekilmeye zorlayan sert bir tutum aldılar. Bu arada İngilizler memnun olmadıkları Dost Muhammed Han’ı düşürüp yerine eski yönetici Şuca Han’ı (Şuca ül-Mülk) geçirmek istiyorlardı. 1838’de Afganistan’a girerek burada mevzilenmeye karar verdiler ama nasıl bir direnişle karşılaşacakları hakkında hiçbir fikirleri yoktu. Doğu Hindistan Şirketi’nin yönetimindeki İngiliz sömürge ordusunun her subayı en az 10 hizmetçi bulunduruyor, 16.500 kişilik toplam karma İngiliz – Hint ordusunu 38.000 kişilik bir hizmetçiler ve kamp takipçileri topluluğu izliyordu. Balan geçidini aşan istilacılar Kandehar’ı aldıktan sonra Kabil’e girdiler. Önce kuzeye kaçıp sonra dönen Dost Muhammed Han’ı Hindistan’a gönderdiler. Bir kısım kuvvetleri de Hindistan’daki kışlalarına gittiler. Geri kalanlar büyük bir gevşeklik içerisinde garnizon hayatı yaşamaya başladılar. Afganlar bu durumu görünce taciz saldırılarına başladılar ve İngilizlerin yaşlı komutanı Elphinstone’un pasif tutumundan cesaret aldılar. Kasım 1840’da büyük çatışmalar başladı. Kuşatılan İngilizler 6 Ocak 1842 tarihinde çekilmekten başka çare bulamadılar. Karakışta ve sürekli saldırı altında takip edilen 700 İngiliz, 3800 Hintli asker ile 12.000 kamp hizmetçisi Gandarmak gecidinde neredeyse tümüyle imha edildiler. Sadece bir kişi, Dr. William Brydon topallayan bir at üzerinde Celalabat’taki İngiliz garnizonuna ulaşabildi. Bu kişinin hayatta kalan tek asker olduğu söylenirse de, sağda solda hayatta kalan birkaç kişi daha olmuştu. İngilizleri imha eden Afganlıların komutanı Dost Muhammed Han’ın oğlu Ekber Han idi.

İngilizler bu yenilgi karşısında toparlanıp takviye aldıktan sonra 1842 yazında iki koldan ilerleyip Kabil’i aldılar ve sağ bırakılmış birkaç rehine ile esiri kurtardılar ama burada tutunamayacaklarını anlayıp geri çekildiler. Afganlılar da esir tuttukları İngiliz yanlısı Şuca Han’ı öldürdüler. Bu savaş istilacıların Afganistan’da barınamayacaklarını gösterdi ama İngilizler bu ülkenin işlerine karışmaya devam ettiler. Dost Muhammed Han yeniden tahta çıkacak ancak İngiliz tavsiyelerini kabul etmek zorunda kalacaktı ki, Rusya’ya karşı destek arayışı bunda önemli rol oynamıştır. Afganistan’daki bu yenilgileri ise Hintlilere İngilizlerin yenilmez olmadıklarını gösterecek ve 1857 yılında başlayan büyük Hint isyanının (Sepoy ayaklanması) arka planındaki nedenlerden birisini teşkil edecekti.

19. yüzyılın ikinci yarısında “büyük oyun” yeni boyutlar kazanarak devam etti. Ruslar 1868’de Buhara, 1873 yılında da Hive’yi almışlardı. 1878 Savaşı’nda batıya dönmüşler ama galip gelmelerine rağmen Berlin Kongre’sinde Osmanlılardan istedikleri toprakların hepsini alamadıkları için gözlerini tekrar Orta Asya’ya çevirmişlerdi. 1878 yılında Kabil’de bir  Rus misyonu bulunuyordu. Daha doğrusu Rus heyeti Afganlıların istememesine rağmen emrivaki yaparak gelmiş ve Kabil’de yerleşmişti.  İngilizler de onlara karşı burada bir misyon bulundurmak için ısrar ettikleri zaman, Dost Muhammed’in yerine yeni geçmiş olan Afgan Emiri Şir Ali’nin bunu reddetmesi İngilizler için bir savaş nedeni sayıldı. Bu dönemde Hindistan Genel Valisi olan Lord Lytton’un politikası emanet ülkesini ileriden savunmaktı. Ayrıca eski yenilginin intikamını almak gibi bir amaçları da vardı. 1878 sonbaharında İngilizler Lord Roberts komutasındaki 37.500 askerle Afganistan’a girdiler ve Payvar Boğazında yerel kuvvetleri kolayca püskürttükten sonra Kabil’e kadar ilerlediler. Emir Ali, Mazar-ı Şerif’e kaçmak zorunda kaldı ve hapisten çıkartılarak tahta geçirilen Yakup Han İngilizlerle barış imzaladı. Ne var ki Kabil’de bulunan İngilizler 2-3 Eylül 1879 tarihinde tekrar katledildiler. Bunun üzerine Hayber’deki İngiliz kuvvetleri Kabil’e kadar ilerlediler ama burada kıstırıldılar. Cihat ilan eden Afganlılar çok sayıda asker toplayarak Eyüp Han komutasında saldırıya geçtiler. Meyvand’da bir Hint-İngiliz gücü imha edildi ama Eyüp Han birliklerine de çok kayıp verdirerek ilerideki, hareket olanaklarını kısıtladılar. İngilizler bunu takiben tekrar ilerleyip 1 Eylül 1880 tarihinde Kandehar’ı aldılar. Bu, savaşın son büyük eylemi oldu. İki taraf arasında bir barış antlaşması yapılmadı ama İngilizler 1881 yılında Afganistan’ı terk ettiler. Bu sırada başa geçmiş olan Emir Abdurrahman’ın İngilizler ile anlaşma taraftarı olması çatışmaların sona ermesini kolaylaştırdı. Bu ikinci savaşta da İngilizler kuvvetlerini topladıkları zaman ülkenin herhangi bir yerini işgal edebiliyor ama hiçbir yere gerçek anlamda hakim olamayıp, sonunda çekilmek zorunda kalıyorlardı. Aynı şey ileride diğer istilacıların da başlarına gelecekti. Ancak Afganlar da Durand hattı diye anılan ve bazı tavizler verdikleri yeni sınırları kabul etmek zorunda kaldılar.

19. yüzyılda Türkler de bir şekilde Afgan işlerine karışmak istediler ama girişimleri başarısız oldu. İkinci Afgan Savaşı’nın hemen öncesinde, 1877 yılında Kabil’e bir Osmanlı Heyeti geldi. Heyet o sırada devam eden Osmanlı-Rus Savaşı dolayısıyla Afgan Emiri Şir Ali’ye Padişahın bazı taleplerini iletmek istiyordu. Fevkalade sefir (olağanüstü elçi) Kazasker Şirvanizade Ahmet Hulusi Efendi ile sır katibi Mektubi-zade Ahmet Bahai Molla’dan oluşan heyet uzun süre bekletildi. Emir heyetin taleplerini tahmin ettiği için onları mümkün olduğu kadar oyaladı. Gerçekten de bunlar kolay işler değildi. Rusların yeni işgal ettikleri Hive ve Buhara gibi İslam ülkelerini kurtarmak üzere harekete geçerek Osmanlılara yardım edilmesini ve İngilizler ile diplomatik ilişkileri geliştirmeleri isteniyordu. Şer Ali Han İran ile sınır antlaşmazlıklarında karşı tarafı tuttukları için İngilizlere kızgındı. Kaldı ki eski savaşın izleri henüz tazeydi. Nihayet görüşme gerçekleştiği zaman Emir İngilizlere güvenmediğini, ayrıca Hive ve Buhara halkının dönek olduklarını ve öyle kolay kolay kurtarılamayacaklarını söyledi. Zaten Rus ordusu ile boy ölçüşebilecek bir güce de sahip değillerdi. Ancak İran ile savaşa girdikleri taktirde derhal Osmanlıların yanında çatışmalara katılacaklarını söyleyerek elçileri savdı. Osmanlıların bu çok zayıf olasılığı değerlendirmek için Afganistan’a heyet göndermeleri söz konusu savaşta ne kadar çaresiz kaldıklarını ve ayrıca Afganistan’daki durumu değerlendiremediklerini gösterir. Aynı hatayı daha sonra, Birinci Dünya Savaşı’nda İttihatçılar da yapacaklar ve İngilizler ile Rusları Afganistan’dan yapacakları saldırılarla yıpratma hayalleri içerisinde ümitsiz girişimlerde bulunacaklardı. “Büyük Oyun”a katılmak için ellerinde yeterli kozlar, hatta açılış yapacak kağıt bile yoktu.

Afganistan’ın 19. yüzyılda yitirdiği toprakları geri almak için harekete geçmesi Birinci Dünya Savaşı sonrasında yeni çatışmalara yol açacaktı. Üçüncü Afgan Savaşı olarak da anılan savaşta olaylar 1919 yılında, o sıradaki Emir Habibullah Han’ın av sırasında bir suikaste kurban giderek yerine oğullarından Emanullah Han’ın geçmesi üzerine başlamıştır. Reformcu bir kişi olan Emanullah Han ordu ve kabile liderlerinin çoğunun desteğini aldıktan sonra İngilizlerin Afganistan üzerindeki etkilerini kırmak ve 19. yüzyılın sonlarında İngiltere’ye (yani İngiliz hakimiyetindeki Hindistan’a) terkedilen bazı toprakları geri almak üzere harekete geçti. Emanullah Han İngiltere’nin etkisini Sovyetler Birliği ile dengelemek istiyordu. Bu nedenle Sovyetler Birliği ile bir antlaşma yaptı. Bu durum 1917 ihtilalinden beri sürekli olarak Sovyetler Birliği’ni sıkıştırma peşinde koşmuş olan İngilizlerin hoşuna gitmedi. Ayrıca bazı Hint milliyetçileri de Afganistan’da sığınak bulunca İngilizler sınırdaki Peştun kabileleri arasında karışıklık çıkardılar ve Hindistan üzerinden mal giriş çıkışını sınırlayarak gözdağı verdiler. Ancak eski felaketleri hatırlayıp Afganistan’a doğrudan müdahalede bulunmadılar. Mayıs 1919’da küçük bir Afgan gücü Hint-İngiliz arazisine girdi. Çatışmalar daha çok sınır bölgelerinde kaldı ve kesin sonuçlu muharebelere girilmedi ama İngilizler 50.000 kişilik bir güç toplayarak kapsamlı bir karşılık verince Emanullah Han mütareke istedi. 8 Ağustos tarihli Rawalpindi Antlaşması daha çok bir ateşkes belgesi niteliğinde olmasına rağmen, Afganistan’ın dış ilişkilerindeki bağımsızlığını kabul etmekteydi. Nitekim Afganistan 1920’lerde büyük ülkelerin çoğu ile diplomatik ilişkiler kurdu. Atatürk bu dönemde Afganistan’a özel ilgi göstermiş ve Mekke ile Medine’yi 1919’in Ocak ayına kadar İngilizlere ve Araplara teslim etmemiş olan Fahreddin Paşa’yı büyükelçi olarak Kabil’e göndermişti. 1921’de Malta’dan hapisten döndükten sonra Büyük Taarruz’a katılan Fahreddin Paşa’nın daha 1922 yılı bitmeden gönderilmesi Atatürk’ün Afganistan’a verdiği önemi gösterir. Daha sonra da bu ülkedeki reform çabalarını yakından izlemiş ve bunların yarıda kalmasından çok derin üzüntü duymuştur.

Afganistan’da İç Savaş, Sovyet ve Amerikan işgalleri

1973 yılında bir askeri darbe ile iktidara gelen Muhammet Davut Han 1978 yılında yine bir darbe ile düşürülerek öldürüldü. Yönetime geçen Afgan Komünist Partisi, Nur Muhammed’i başkan yaptı. Ne var ki gerek Afganistan’ın istikrara kavuşturulamaması, gerekse de bu parti içindeki fraksiyonlaşma yönetimi zayıflattı ve muhalefet silahlı isyan hareketi başlattı. 1979 yılında Hafizullah Amin başkanlığa geçti ve SSCB ile askeri ve ekonomik ilişkileri artırdı. Nihayet aynı yılın 25 Aralık tarihinde Ruslar ortak bir manevra bahanesiyle Kabil Havaalanına geniş çapta bir indirme yaptılar ve ardından, sınırdan giren birliklerle birlikte ülkeye yayıldılar. Ne

var ki direniş de aynı hızla yayıldı ve ABD’nin özellikle 1984’ten itibaren Pakistan üzerinden yaptığı yardımlar ile gerilla mücadelesi Ruslara büyük kayıplar verdirdi. Resmi açıklamalara göre 15 bin Sovyet askeri hayatını yitirdi, ama gerçek kayıpların 50 binin üzerinde olduğu ileri sürülmüştür. Bu sırada başkan olan Babrak Karmal, Rusların kuklası olarak görüldüğü için itibarını yitirmiş, ve Sovyet destekli hükümet ülkenin ancak % 10-15’ine hakim olabildiği bir acze düşmüştür. 1886’da Muhammet Necibullah’ın başkan olması da durumda bir değişiklik yaratmamıştır. 1988 yılında Birleşmiş Milletler’in öncülüğünde yapılan bir antlaşma ile Sovyet birliklerinin çekilmesi, tarafsız bir Afgan devletinin oluşturulması ve sayıları milyonları bulan mültecilerin ülkeye iadesi öngörülmüştü. Nitekim Ruslar 1989 Şubatında çekilmelerini tamamlamışlar ancak hükümet güçleri ile mücahitler arasındaki savaş devam etmiştir. Kabil’deki rejim Sovyetlerin dışarıdan desteği ile bir süre daha ayakta durabilmiş, ancak Necibullah 1992 yılında istifa etmek durumunda kalmıştır. Ondört yıldır süregelen savaşın faturası yıkıma uğramış bir ülke, iki milyona yakın ölü ve altı milyon mülteci olmuştur. Bu rejim çökerken ılımlılar ile radikal güçler arasında çatışmalar sürmüş, gerilla lideri Burhaneddin Rabbani 28 Haziran 1992’de başkan olurken çoğunluğu Peştun göçmenlerden oluşan Taliban güçleri etkilerini artırmışlardır. 1992 yılında Kabil’e giren Ahmet Dostum ve Ahmet Şah Mesut güçleri kuzeye, Özbek ve Tacik sınırlarına çekilmek zorunda kalmışlardır.

ABD’nin Sovyetlere karşı “yeşil kuşak” girişimi çerçevesinde desteklediği İslamcı gerillaların ve örgütlerin bazılarının bir süre sonra kendi güçlerini bağımsız bir şekilde kullanmaya başlamaları ve özellikle de Lübnan ve Filistin’e yerleşen kesimin İsrail’e karşı sürekli saldırılara geçmeleri 1990’ların başlarından itibaren yeni bir durum yaratmıştır. Bu arada 1995’de Taliban’ın ipleri eline geçirmesini takiben İran’dan sonra Afganistan’da da ABD’nin etkisi dışında radikal bir İslami rejim kurulması bu ülkeyi harekete geçirmiştir. Ayrıca, Sovyetlerin çökmesinden sonra da “büyük oyun”u sürdüren ABD Orta Asya’ya yerleşmeyi hedef olarak önüne koymuştur. 11 Eylül 2001 tarihinde New York’daki ikiz kulelere yöneltilen ve aslı bilinmeyen terör olayları Taliban ile işbirliği halindeki Osama bin Ladin’e bağlanarak Afganistan’a saldırının gerekçesi olarak sunulmuştur. İlk başta “Infinite  Justice” (sonsuz adalet) adı verilen bu operasyon sonra “Enduring Freedom” (sürekli özgürlük) gibi daha kolay kabul ettirilebileceği düşünülen bir kod adıyla anılmıştır. Bu harekatta önce özel birliklerle sızma yapılmış, sonra da Tomahawk, B-1, B-2 ve B-52’ler ile bombardıman yapılmış ve nihayet ordu birlikleri belli bölgelere girmiştir. Taliban bu silahların kullanılmasını gerekli kılacak hedefler sunmadığı için, bunların ABD kamuoyunu tatmin, propaganda ve psikolojik savaş unsuru olarak kullanıldığı düşünülmelidir. ABD’nin 2002 yılında yönetime getirdiği Karzai rejiminin de, dışarıdan zorlanan tüm öncekiler gibi Kabil’in dışında fazla bir etkiye sahip olmadığı gözlemlenmektedir. 2006 yılı itibariyle ABD ve İngiltere başta olmak üzere yabancı işgal kuvvetleri ile Türkiye’nin de yer aldığı BM güçlerinin ülkedeki varlığı sürmekte olup Afgan direnişinin sona erdirilmesi için yapılan çatışmaların sonuca yaklaştığına dair herhangi bir işaret bulunmamakta, tam tersine, işgal güçleri çoğu bölgede tahkimli kışlalarından dışarıya ancak silahlı helikopter ve zırhlı araçların desteğinde çıkabilmektedir.

Mehmet Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir