Çemberi kırmanın ön koşulları -M. Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Çemberi kırmanın ön koşulları

Uzun gerileme döneminde geçmişe bakışlar…

 

Tam dört ve otuz yıldır geriye gidiyoruz. 1978’de “otuz yıl iflah olmayız artık” demiştik (meşhur 2008 beklentimizi eski İktisatçılar Birliği üyeleri hatırlar). 2008 geldi geçti, otuz beşinci yıla girerken hala dolanıp duruyoruz. Sayısız iyi niyetli kişinin gayretleri ve bazı cansiperane teşebbüsler kıraç topraklarda kuruyup gidiyor. Görünürde bir yol yok.

Niçin yok?

Yok, çünkü bu yolu, köprüleri ve tünelleriyle birlikte biz inşa etmek, bakımını yapmak ve yıkılan yerlerini onarmak durumundayız. Sanki bir yol var da, sorunumuz bu yola erişmekmiş gibi düşünürsek geriye sadece iflasın kabulü kalır. Tarihte hiçbir şey önceden belirlenmiş değildir. Aksi tamamen teleolojik bir yaklaşım olur.

Ve niçin yok?

Yok, çünkü bizden çok daha bilgili, örgütlü ve hain bir düşmanla karşı karşıya olduğumuz halde” lay lay lom” yapıyoruz. Onların bilgi üretme ve işleme kapasitesi bizimkiyle mukayese dahi edilemez. Bilgiyi üreten ve kullanan sayısız kurumları var. Ayrıca dezenformasyon konusunda da ustalıklarını anlatmaya gerek yok. Biz ise var olan bilgimizi bile yenileyemiyoruz, kullanamıyoruz.

Ya niçin yok?

Yok, çünkü onlar gibi bilgiye hakim olmanın gereklerini  yerine getirmiyoruz. Hiçbir şeyin hakkını vermiyoruz. Bırakın bilgiyi kullanacak siyasi kurumlarımızı, doğru dürüst bilgi üreten kurumlarımız bile yok. Bireysel çabalarla bir şeyler yapmaya çalışan iyi niyetli kişiler var.

Niçin, niçin yok?

Yok, çünkü yeni bir şey yaratma çabası bağımsızlık ve emekten yana olanları korkutuyor. Bilinmez bir denize açılmak yerine, kıyıları kapalı bir gölde dolaşıp duruyorlar. Göl kuruyor. Ne gam. Aral gölünün çöle dönmüş tabanında çürüyen balıkçı tekneleri gibi dibe oturuyorlar. Enginlere açılma ruhu geri gelmeden hiçbir şey olmayacak.

Bunları açık yürekle tartışmadan ve geçmişi daha iyi anlamadan bir yere varamayız. Sürekli eleştiriye maruz kalıyorum. Sevdiğim arkadaşlar “ifadelerin çok keskin, faydadan çok zarar veriyorsun” diyorlar. Huyum kurusun, doğru söylüyorlar belki, ama bunları söylemezsem de inandıklarımı inkar etmiş olurum. (Gerçi söyleyince bir işe yarayacak diye bir şey de yok tabii).  “Fena değil fakat şöyle de olabilir,” “aman onu kırmayalım, bunu üzmeyelim” şeklindeki tutumlarının vakti çoktan geçti (ama kimi zaman içim ezilerek de olsa bunu yaptığımı itiraf ederim, çok tartışınca manen bitap düşüyorum). İşler böyle düzelmiyor. Yolun projesini bile ortada yok. Var diyene hodri meydan. Tüm bildiğimiz yolun genel istikametinin ne olacağından ibarettir.

Adeta görünmez bir fanusun içindeyiz. İlerlemeye çalıştığımız her sefer bir yerlere çarpıp duruyoruz. Sol alternatifin oluşmasını engelleyen şeylerin birincisi, gerçek sorunları ele almak yerine, sağa sola savrulanların yersiz tutumlarıyla uğraşmaktan kurtulmanın yollarını bulamamaktır. Ezici çoğunluk ya olmayan yolları tarif ediyor, bazıları da bunları tarif edenleri kendi akıllarına davet etmeye uğraşıyor. O yolların olmadığını bilenler de, pozitif şeyler düşünmek ve inşa etmek yerine (çoğu zaman boşuna) hepsine laf anlatmaya çalışırken eriyip gidiyor. Başkalarının peşine takılanlara el sallayıp onları geride bırakmanın vakti çoktan geçti. Geçmişten kopmadan ileri gidilemez. Eskilerin bir kısmı yeni nesilleri de bataklığa çekiyor.

İlk olarak, zihinleri temizlemeliyiz. Geçmişimizi inkar edecek değiliz elbet ama düşünme yollarımızı tıkayan kalıntılardan kurtulmalıyız. Geleneksel bakışla ileri gidemeyeceğimizi anlayalım (tam bir “eller aya biz yaya” vaziyeti – adamlar ne biçim çalışıyor).  Geleneksel bakıştan kastımız 20. yy’ın başındaki yaklaşımlar. Bunlar ağırlıkla Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı korkunç yıkım koşullarında ifade edilmiş şeylerdir. Askerlere sadece savaş tarihi okutup muharebe yaptırmaya benzer bu. Stratejik düşünmeyi ve yeni taktik becerileri de öğrenmeleri gerekir. Napoleon’un seferleri ya da Lenin’in ihtilalleri artık sadece genel kültürün bir parçası, ihtilaller ve darbeler tarihinin sayfalarıdır. Zihnimizi temizleyeceğimiz şeyler ise genel tarih ve mücadele gelenekleri değil, (1) başka zamanlar ve koşullar için söylenmiş doğru-yanlış şeyleri günümüze uydurmaya çalışanlar ve (2) günümüzde kapitalizmi ve emperyalizmi ve işbirlikçiliği ince yollarla savunan sözde sol safsatalardır.

Bu arada yaşadığımız dünya çapındaki muhafazakar dalganın (hatta tsunami) geçici olmadığını düşünerek hareket edelim. Her şey yokuş aşağı giderken eski taktikleri uygulayacak bir mekanizma oluşturarak bunu tersine çeviremezsiniz. Karşı devrim ülkelerde farklı yollarla, farklı hızlarla ilerliyor ama çoğu çatışmayı kazanıyor. Bunu salt bir azınlık iradesiyle durdurmak mümkün değil. Gerçi politikada “bazı” fikirler kimi koşullarda destekleyenlerin sayısının çok üzerinde bir etki yapabilir ama bunlar henüz sistemleştirilmiş değildir. Kaldı ki yaygın dezenformasyon ortamı da hesaba katılmalıdır.

Yenilgiyi hazmetmek ve ricat döneminin politikalarını düşünmek gerekir. On yıllardır bu konuda tek bir iyi fikir duymadım. Ricat etmesini bilmediğimiz için yenilgimiz hezimete dönüştü.

Bir arkadaşımız “solun önündeki en büyük engellerden birisi bir şey yapmaması değil, bir şey yaptığını sanmasıdır” der. Bir asır önceki politikaları kendine rehber edenleri, cemaati kalmamış bir tapınağın son rahiplerine benzetirim.

Siyasette dürüstlük eskiye takılıp kalmak değildir. Eskiye takılıp kalmanın yeteneksizliği (ve kaçkınlığı) örtmeye çalışmaktan başka anlamı yoktur.

İkinci olarak, Marksizmi savunanlar, bunun anlamını bilmelidir. Bu, istenilen çözümleri üreten bir formüller bütünü değildir. Verileri koyup sonuç alamazsınız. Yeni sorunlar için yeni yaklaşımlar bulmak zorundasınız. Astronomik analizlerde bile (ki burada zaman milyonlarca yılla ölçülüyor) bir olgunun formülleri, aynı türden bir başka olguya dahi uymuyor. Gök cisimlerinin sadece büyüklükleri değil, madde bileşimleri, yoğunlukları ve hareketleri her açıklama için yeni formül gerektiriyor.  Biyolojik entropisini hızlandırdığımız dünyamızın sosyal zamanları ise sadece süreçlerle belirlenebilir. Etkileşim içindeki süreçlerin özellikleri, olsa olsa farklı basınçlar ve yoğunluklarla sonsuz değişim içindeki bir akışkanlar mekaniğine benzetilebilir. Aydınlanma çağının kademeli şemaları günümüze yanıt sağlamaz. Geçmişteki kademeli gelişim için geçerli formüller ise yapılmasına yapılabilir ama bunlar ya çok genel ya da çok spesifik olacağı için yeni gereksinimlere yanıt vermez.

Sadece klasik marksist yaklaşımlarla dünyayı kavramaya çalışmak marksizmi inkar anlamına gelir. Marx çağının tüm kültürüne vakıf olmaya çalışmıştı. Aydınlanma çağının bir ürünüydü. Şimdi insanlık mirasının bir parçası haline gelmiştir. Gösterdiği şey ise en başta mümkün olduğu kadar geniş bir bakış ve insanlığın değerleri arasında öncelikle emeğe önem vermek olarak yorumlanmalıdır.

Üçüncü olarak, vesayetin üzerine gelen travmalar çok az aklın sağlıklı kalmasına yol açtı. İnsanlar doğdukları andan itibaren kurumların vesayeti altındadır. Bu kurumlar nadiren kişinin özgür gelişimi destekler. Çoğu vesayet kısıtlayıcıdır. Eğitim ve inanç sistemleri ile bürokrasi ve basının büyük kısmının yanı sıra, siyasi kurumların vesayeti de tek taraflı inanç ve bağlılık empoze eder.

Şöyle bir geçmişe bakarsak birçok vesayet içinde hapsedilmeye çalışıldığımız görülür. Bir Türk olarak tarih boyunca istikrarsız ve despotik devlet yapıları içerisinde hapsolunduk. Bir solcu olarak determinist, kaba materyalist görüşlerin içine hapsolunmaya çalışıldık. Günümüzde emperyalist kapitalist sistemin yaşam kalıplarının ve dezenformasyonunun kalıpları içerisinde sıkıştırılmaya çalışılıyoruz. Üstüne üstlük bir de darbeler yaşandı. Çok azı kişi bunların hepsine karşı direnebiliyor, aklına mukayyet olamıyor.

Dördüncü olarak, ortada bir siyaset yokken (bir alternatif üretilmemişken) siyaset yapıyormuş gibi yapmak kumda oynamaktan farksızdır. Bugün Türk solunun büyük kısmı bu konumdadır. Sahaya çıkan bazıları ise tehlikeli bağlantılar içerisindedir. Bir kısmı kullanılmakta, diğer kısmı da kullanılmaya hazır tutulmaktadır. Somut bir sol politika alternatifi varmış gibi davrananları kınamalıyız.

Ayrıca, siyaset yapmak için kurumlaşmak gerekir. Politikanın güncelleştirilmesi ve yönetilmesi ancak bir kurumsal yapı içerisinde olur. Böyle bir yapıya sahip olmadan politika yapmak, anlık etkilerle sonuç almaya çalışmak beyhude bir çabadır. Siyasetin kurumları olan partiler hizipleşmeye ve bunların kemikleşmesine yatkın oluşumlardır. Bir kez bu yola girmiş bir partinin iflah olduğunu pek görmedim. Koşullar olgunlaştığı zaman da, eski zihniyetleri yeni oluşumlara taşımak isteyenleri engellemek gerekir.

 

Beşinci olarak, bağımsız olmayan bir ülkede, bağımsızlık sorununa hiç değinmeden politika yapmaya çalışanlara ancak acınır. Burada önemli nokta onların bu sorunu gündeme getirmekten niçin kaçındıkları, kafalarını niçin kuma gömdükleridir. Bağımsızlık olmadan daha iyi bir toplum mücadelesi nereye kadar gidebilir, ve nasıl sürdürülebilir? Bunu yanıtlamadan politika yapmaya çalışanlar en azından yalancıdır.

Altıncı olarak, günümüzde Kürt sorununda tek taraflı olarak, yıkıcı olan ve gericilerin eline oynayan önerilerin peşine takılıp gidenleri uyarmalıyız. Burada kastettiğimiz bu ortamda bizi zaten dinlemeyecek olan Kürtler değil, onların tek taraflı destekleyicileridir. Kimse  özel değildir, Kürtler de değildir. Kime güveneceklerini, kimle uzlaşma arayacaklarını düşünmeleri için çağrı yapmalıyız. Kaldı ki heveslerini emperyalizmin yedeğine girerek, onun gözdesi olarak gerçekleştirme yolunu seçmiş olmaları tüm bölgemize büyük felaketler getirmektedir, daha da getirecektir. Emperyalizm kullandığı hiçbir halka mutluluk getirmemiştir. Bizim halkımıza sonsuz kötülük yapmış, halkımız içerisinde kullandığı kesimleri de sırası geldikçe kurtların önüne atmıştır. Bundan sonra da böyle yapacaktır. Ne var ki milliyetçilik dalgasına ve mevkii hevesine kapılmış olanlar büyük acılara neden olmadan durmayacaklardır. (Her milliyetçi dalganın motoru yeni rejimde mevkii kapacaklarını düşünenlerdir, tarihte bunun istisnası yoktur). Biz başta bölgemizdekiler olmak üzere bütün halkların esenliğini düşünürüz. Ne var ki alternatif üretmeyenlerin bu konuda söyledikleri de fazla ciddiye alınmayacaktır, doğal olarak. Önce kendine faydan olsun ki sözünü ciddiye aldırabilesin.

Yedinci olarak, batılı toplumlar için yapılan sınıf analizlerinin bizim ülkemiz için çok geçerli olmadığını anlamak gerekir. Aslında bu analizler batılı ülkeler için de pek tutmamıştır. İnsanlar ancak belli koşullarda bir sınıfın mensubu olarak düşünür ve davranır. Başka aidiyetler ve toplumsal kurumlar vardır. Kaldı ki, batı, tarihi olarak bir dengeler sistemi olarak kurulmuştur. Burada bireyler bin küsur yıldır kilise ile hükümdar arasındaki otorite çatışmasını yaşamış, özgür kentlerde zenginleşmiş veya fakirleşerek en koyu sefalete düşmüş, meclislerde de egemenliğin kaynağı üzerinde tartışmıştır. Doğuda ise tek bir otoritenin güçlü olduğu zaman düzeni, zayıfladığı zaman da anarşiyi yaşamış ve egemenliğin kaynağı üzerinde tartışmamıştır. Bazı İslami düşünürler 20. yy’da bir şura geleneği (İslami demokrasi) üzerinde durmaya çalıştılar ama elle tutulur bir gelenek olmadığı için bu fikirler dikiş tutmadı. Siyasi gelişmelere şaşanlar, ülkemizin geleneklerini düşünseler biraz ayılabilirler. Doğu ve batı kültürleri arasındaki uçurum, kapitalizmin genel hakimiyetine rağmen sağ-sol ayırımına dayanan politikalardan daha derindir. Batı referanslarıyla düşünmemiz yenilgimizdeki etkenlerin sadece bir tanesidir ve önemsiz değildir. Türkiye’de solu ve genel olarak siyaseti anlamakta her seferinde güçlük çekmemizin nedenlerinden birisi de budur. Tarihimizde iktisadi kavga en başta üretimle ve dolayısıyla sınıflarla alakalı değildir. Ganimetin paylaşımıyla, ya da devletin geliri yeniden paylaştırmasıyla ilgilidir. Günümüzde de rant paylaşımı sınıf çıkarları kadar, hatta daha önemli haldedir. Ülkemiz tarihinde, çok yakın zamanlara kadar servet üretimle değil devlet üzerinden elde edilmiştir ve bugün de ağırlıkla böyledir. Gene yakın zamanlara kadar servete çok nadiren sermaye olarak bakılmıştır. 20. yy’da hızlı kapitalistleşme bunu değiştirdi ama ortaya çirkin, üstelik dışa bağımlı bir rant ekonomisi çıktı. Proletaryanın belli bir “uyanık(!)” kesimi ise düşük ücret alıyor ama kent arsalarının yağmasından zenginleşiyor. Devlet Osmanlı geleneğini burada da sürdürmüştür.

Sekizinci olarak, siyaset yapanların gelenek ile kopuş arasındaki dengeleri bulmaları gerekir. Geçmişin nesini alacağız, nesini reddedeceğiz ve aldığımızı nasıl ileriye götüreceğiz. Sol kendi ideolojisini geliştirmek yerine dışarıdan şablon aldığı için daima şaşkınlık yaşadı. Kaldı ki, bu şablonlar yerli bile olsa gerçek hayata uymazdı, çünkü zaten hiçbir şablon uymaz. Dine dayalı politika yapanlar bile, ideolojilerinin (varsayılan-?) katılığına rağmen pratikte son derece esnek politika yürütüyor, çok farklı biçimleri bir arada uyguluyorlar.

Dokuzuncu olarak, ideolojik birlik saplantısı solu etkisizleştiren, parçalayan ve zaten az olan başarı şansını yok eden bir yanılgıydı. Bir kısmı bundan kurtuldu ama rezidüel etkileri halen devam ediyor. İşte, uzlaşma geleneğine sahip olan ile olmayan arasındaki fark burada kendisini hissettiriyor. İnsanlığı ileri götürecek olan ideolojik birlik değil, uzlaşma başarılarıdır. Bugün uzlaşamıyorsak, ülkemizde genel olarak uzlaşmanın ancak yağma-rant paylaşımı için yapıldığı bir geleneğin olmasıdır. Bunu aşamazsak zaten bir şey yapamayız, geçmiş olsun. Bizim toplumuzda gerçek muhalefet yağma azalınca başlar. Osmanlı tarihini ve Cumhuriyeti bir de bu gözle yeniden yorumlayınız. Ne var ki, günümüzün özel koşullarının gerekli kıldığı karşı çıkışları, bunların oluşturduğu potansiyeli ve bunun kötü kurumsallaşmalar içinde ziyan olmaması da değerlendirilmelidir.

Onuncu olarak, çağımızı ancak kültürlerin bütünlüğü içerisinde yorumlayabiliriz. Bunun herhangi bir parçası yetmez. Devamlı fabrika ayarlarına dönersek de  bütünlükten söz etmenin anlamı kalmaz. Bu fabrika ayarları 1910’larda, 20’lerde yapılmıştı. Artık modeli bile kalmadı. Çıkma parçayla motor toplayamazsınız. 60 model arabalar bile antika oldu.

On birinci konu, ricat dönemindeki geçici başarıları abartıp heyecan yaratmamalıyız. Bunun yarattığı hayal kırıklıkları daha zararlı oluyor. Bunu 1960’larda bile yaparlardı. Cehaletten mi, heyecandan mı, başka bir şeyden mi bilemiyorum. Dünyanın veya ülkenin bir yerinde bir grev, bir direniş oldu mu adeta devrim başlıyor havasına girerlerdi. Bunun hala devam ettiğini görüyorum. Bu işler coşkusuz olmaz ama itidal de gerekir. Ara sıra coşup sonra arka üstü oturmakla nereye gidilir.

On ikinci konu, özel koşullar konusunda elle tutulur analiz ve inceleme yapılmıyor. O halde siyaset yapar gibi yapanlar bunu neye göre yapıyorlar. İçlerine mi doğuyor acaba. Bir kısmının nerelere yamandıklarını biliyoruz. Diğerleri de herhalde çok akıllılar ama biz anlamıyoruz. Bir bakışta şıp diye çözüyorlar her şeyi. Neyse, “deha” onlarda kalsın, biz olduğu kadar aklımızla olup biteni anlamaya çalışalım. Ama bizim de dehanın yerine ikame edeceğimiz kurumlara ihtiyacımız olacak, başka çare var mı?

Önemli konular bunlardan ibaret değil elbette, saymakla bitmiyor, ama burada değindiğimiz (yetersiz olmakla birlikte gerekli) ön koşulları çözmeden ilerleyemeyiz. Sadece kumda oynarız. Bu da zaten birçoklarının hoşuna gidiyor. Hiçbir yükün altına girmeden siyaset yapar gibi yapıyorlar. Siyaset aslında çok farklı şekillerde yapılabilir. Kendi siyasetinizi yapabilirsiniz, başkaları adına siyaset yapabilirsiniz, başkalarıyla birlikte yapabilirsiniz, başkalarını yedeğinize alabilirsiniz ya da onların yedeğine girebilirsiniz. Yeteneğinize, olanaklarınıza ve öncelikle de niyetinize bağlıdır. Yedeğe girerseniz işiniz kolaydır. Ama alternatif üretecekseniz ciddi kurumlaşma gerekir. Politika yapmak derken, nasıl yapacağınızı da bir lütfedin de anlayalım bari…

M. Tanju Akad

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir