Cumhurbaşkanlığı Seçimi Üzerine

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Türkiye Büyük Millet Meclisi, 29 Ekim 1923’te cumhuriyetin ilanı üzerine, aynı gün milli mücadelenin lideri Mustafa Kemal’i cumhurbaşkanı seçer. Atatürk soyadı verilen Mustafa Kemal, yaşadığı sürece bu görevi sürdürür.

    1938’de Atatürk yaşamını yitirince kimin cumhurbaşkanı olacağı konusunda bir tartışma yaşanır; çünkü kurtuluş savaşını yürüten kadro hayattadır: Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir, İsmet İnönü, Celal Bayar adaylar arasındadır.  İnönü tek parti olan CHP’nin ikinci lideridir. Ordunun da arzuları doğrultusunda İsmet Paşa cumhurbaşkanı olur.

    Türkiye’yi II. Dünya Savaşı’na sokmayan İsmet Paşa, savaşın bitmesinden sonra çok partili hayata geçileceğini vurgular, tek partili siyasi yaşama son verir. 1946’da kurulan Demokrat Parti, CHP ve kadrolarını “dinsizlikle” suçlar, cumhuriyet ve değerlerine karşı sinsi bir savaş açar. CHP, “dinsizlik” iddialarını çürütmek için “müfredata” din dersleri koydurur; buna karşın DP, “camilerin ahır yapıldığı” propagandasıyla istismarını sürdürür, 1950 seçimlerinde parlamentoda çoğunluğu sağlar, 22 Mayıs 1950’de kurucularından Celal Bayar’ı cumhurbaşkanı seçer.    

    Demokrat Parti, iktidarı süresince, “din temelli” sinsi propagandadan vazgeçmez,    cumhuriyetin değerleriyle, kurum ve kurallarıyla oynamayı iktidarda kalmanın gereği olarak görür; laik eğitimi çökertmeyi, dini siyasete alet etmeyi, demokrasiyi sandığa indirgemeyi esas alır;  emperyalizmle içli dışlı olma adına Kore’ye asker gönderir, binlerce Anadolu evladını, yaban ellerde, uzak Asya’da ölüme sürükler. DP’nin uygulamaları, laik cumhuriyet yanlısı kitleleri ayağa kaldırır, üniversite gençliği sokağa iner, aydınlar yürür, ordunun genç subayları hareketlenir, 27 Mayıs 1960 sabahı, halkın duygu ve düşünceleriyle örtüşen askeri bir harekâtla DP iktidardan indirilir.

    Devrikler Yassıada’da yargılanırken, laik, demokratik, sosyal hukuk devletini amaçlayan 1961 Anayasası, halkoylamasıyla yürürlüğe konur. Yeni Anayasa’nın kabulünden sonra yapılan seçimlerde millet meclisi ve cumhuriyet senatosu olarak oluşan TBMM, askeri hareketin lideri Cemal Gürsel’i cumhurbaşkanı seçer.   

    Demokrat Parti’nin tabanı üzerine kurulan Adalet Partisi de “din eksenli” siyaseti sürdürür, askeri hareketin ürünü olduğu savıyla 1961 Anayasası’nı kabullenmez. 1966 yılında sağlık sorunları nedeniyle Cemal Gürsel’in cumhurbaşkanlığından ayrılması üzerine, yeni cumhurbaşkanı seçimi gerilimli başlar. Cumhurbaşkanını halk seçsin diyen AP, asker kökenli Cevdet Sunay (28 Mart 1966) ile Fahri Korutürk’ün (6 Nisan 1973) seçiminde uzlaşıcı tavır alır, cumhurbaşkanlı sorunu aşılır; seçimler, özde darbe korkusunun, sözde uzlaşmanın sonucudur.

    Fahri Korutürk’tün görev süresinin dolduğu 6 Nisan 1980’den itibaren cumhurbaşkanı seçimi yine gerilim kaynağı olur, bir aday üzerinde anlaşma sağlanamaz, Demirel ve Ecevit inatlaşır, aylarca cumhurbaşkanı seçilemez. Bunu bahaneleri arasına katan darbeciler de 12 Eylül 1980’de iktidara el koyar, meclisi kapatır, hükümeti düşürür, yasama ve yürütme yetkisini kullanır; özgürlükleri işlevsizleştiren, dini eğitimi zorunlu hale getiren, eğitim birliğini bozan, eğitimi ticarileştiren, temsilde adaleti yok eden bir Anayasa hazırlarlar. 9 Kasım 1982’de halkın oyuna sundukları Anayasayla birlikte darbe lideri Kenan Evren’i de cumhurbaşkanı olarak halka onaylatırlar.  
  

 Kenan Evren’in görev süresi dolunca takunyalı takımından Turgut Özal, darbeler nedeniyle güvenirliği zaafa uğrayan ordunun etkisizliğinden yararlanarak, adaletsiz barajlı seçimle mecliste çoğunluğu ele geçiren Anavatan Partisi’nin milletvekili sayısına güvenerek, 9 Kasım 1989’da cumhurbaşkanı olur.     

    Turgut Özal’ın 17 Nisan 1993’te beklenmedik ölümü üzerine, Erdal İnönü’nün başında bulunduğu SHP’nin desteği ile DYP genel başkanı Süleyman Demirel, 16 Mayıs 1993’te cumhurbaşkanı seçilir. Süleyman Demirel’in görev süresinin dolmasından sonra ise, meclisteki partilerin uzlaşmasıyla, 16 Mayıs 2000’de,  Ahmet Necdet Sezer cumhurbaşkanı olur.  

    Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin dolmasıyla cumhurbaşkanlığı seçimi yine tartışmanın odağıdır. Tartışma, adaylardan çok, TBMM’nin toplantı sayısı üzerinde yoğunlaşır. Nitelikli çoğunlukla cumhurbaşkanı seçmek için, 550 milletvekilinin 2/3’sinden bir fazlasını oluşturan 367 milletvekilinin oturumda hazır olmasının istenmesi dayatma olarak nitelenir.  Aslında bu sayısal oran, devletin başı olan, Türkiye Cumhuriyetini ve Milletin birliğinin temsil eden cumhurbaşkanını uzlaşı yoluyla seçilmesi, olası tartışmaların önlemesi amaçlıdır.    

    Dini siyasete alet eden, tarikatlara dayanarak mecliste milletvekilliği çoğunluğunu ele geçiren AKP, “Dini bütün” bir AKP’liyi cumhurbaşkanı yapmak için harekete geçer. Dinci birinin cumhurbaşkanı olmasını önlemek ve uzlaşıyla laik anlayışlı birisini cumhurbaşkanı seçtirmek için CHP, meclis oturumuna katılmama kararı alır. CHP’nin kararı nedeniyle nitelikli çoğunluğun oturumda hazır bulunamaması karşısında AKP, nitelikli çoğunluk sayısına savaş açar. Günlerce, bu oran milli iradenin önünde engeldir yaygarası yapar. Niyetleri, basit çoğunlukla (meclis üye sayısının 1/3 oluşturan 184 milletvekili) toplantıyı açıp, seçim turlarını sürdürüp, en sonunda en çok oy alan adaylarını seçtirmektir. Dini bütün aday olarak Abdullah Gül’ü gösterirler, 367 milletvekilinin katılımının zorunlu olması nedeniyle sıkıntı yaşarlar, Türk milliyetçiliğini temsil iddiasında olan MHP’li, Kürt milliyetçiliğinin temsili iddiasında olan BDP’li milletvekillerinin oturuma katılmasıyla 367 engeli aşılır,  eşime türban taktırmıyorlar diye yakınan ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne dava açmasını destekleyen Abdullah Gül, Ağustos 2007’de cumhurbaşkanı olur.   

    AKP, 21.10.2007 tarihinde Anayasa’nın 101. maddesini değiştirir, cumhurbaşkanın halk tarafından seçilmesinin önünü açar, böylece de dinci, liberalimsi sağ partilerin özlemlerini yasalaştırmış olur.  

    Anayasa değişikliği üzerine derhal cumhurbaşkanın halk tarafından seçilmesini sağlamak gerekirken AKP, bunu göze alamaz; Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığını kazanılmış hak olarak gördükleri için günümüze kadar bu görevini sürdürmesi sağlanır. Abdullah Gül’ün 7 yıllık görev süresi Ağustos ayında dolacağı için, yeni cumhurbaşkanını halk seçecektir.      

    Geçmişte cumhurbaşkanlığı seçiminin ve uygulamalarının, bu kadar tartışmalı olmasının asıl nedeni, laik cumhuriyete ve değerlerine bağlı olup olmamakla, sahip çıkıp çıkmamakla ilgisi vardır.  “Devletin varlığını ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma, … Anayasaya sadakattin ayrılmayacağıma, …namusum ve şerefem üzerine ant içerim” (Any. Md.81)  diye ant içen birçok milletvekili, andını tutmamayı, dincilik, mezhepçilik, ayrımcılık yapmayı, adeta erdem sanıyor; ülkenin ve halkın birliğini bozacak girişimlerde bulunmaktan vazgeçmiyor. Asıl savaşımları, sosyal, siyasal, toplumsal, ekonomik sorunlarla olması gerekirken, dinsel, mezhepsel, etniksel alanda oluyor.

    Laik cumhuriyetten yana olanlar, egemenliğin (yasama, yürütme, yargı yetkisi)  millette ait olduğunu, milletin bu hakkı yetkili organlar eliyle kullandığını, halkın seçtiği vekillerinden oluşan TBMM’nin üstünde başka bir irade olmadığını, meclisin cumhurbaşkanını seçmesinin parlamenter sistemin zorunlu sonucu olduğunu söyler ve savunurlar. Cumhurbaşkanını halkın seçmesinin parlamenter sisteme uygun olmadığı görüşündedirler; yasama ve yürütme yetkisinin kullanılmasında, cumhurbaşkanı ile meclis, cumhurbaşkanı ile hükümet ve idari organlar arasında yetki karmaşası doğacağını, tartışma ve çatışma çıkacağını,  ülke bütünlüğü ile halkın birliğinin bozulacağı endişesini taşırlar.

    Cumhuriyetin temel değerleriyle (tam bağımsızlık, güçler ayrılığı, demokratik, laiklik, sosyal hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü vb.) sorunlu olan dinci / muhafazakâr çevreler, sözde liberal sağ partiler, bu tür kaygıları taşımaz; Osmanlının yükseliş dönemine duydukları aşırı hayranlıktan olsa gerek, cumhurbaşkanın halk tarafından seçilmesini, başkanlık sistemine geçilmesini ister, bir nevi padişahlık / sultanlık / hükümdarlık düşlerler.  

    Parlamenter sistemde, meclis, hükümet, siyasi iktidar, siyasi partiler, egemenlik hakkını kullanırken Anayasaya bağlı kalmak, hem yargıya hem de millete karşı sorumlu olmak durumundadır. Halk tarafından seçilen “vatana ihanet dışında” bir sorumluluğu bulunmayan cumhurbaşkanının, egemenlik yetkisini kullanacağı, yargıya ve millete karşı nasıl sorumlu olacağı belirsizdir. Böyle bir durumda, hesap verenle vermeyen, sorumlu olanla olmayan arasında bir çekişme, çatışma yaşanmayacak mıdır?

    Cumhuriyetin ilanından bu yana cumhurbaşkanı seçimindeki sorunların başlıca nedeni, liberal/muhafazakâr sağın, ülke tarihinden kopuk, sürece ve döneme denk düşmeyen sığ düşünceleridir.  

    Millet adına her türlü kararı alabilen, değiştirilemez maddeler dışında anayasayı değiştiren, kanun çıkaran, savaş açmayı ve barış yapmayı onaylama yetkisi bulunan milletvekilleri, neden millet adına cumhurbaşkanını seçemesin? Halk, Anayasada belirtilen hak ve yetkilerini millet adına kullanmak üzere milletvekilini seçiyor da seçtikleri cumhurbaşkanını mı seçemiyor? Halk doğru seçim yapıyor da milletvekilleri mi yanlışa düşüyor?  Eğer milletvekilleri yanlış yapıyorsa, o zaman bu milletvekillerini seçen halkın da yanlış yaptığını düşünmek gerekmez mi?

    Halkın bir kısmını karşısına alan, ya da bir kısmının içine sindiremediği bir cumhurbaşkanı, ülkenin bütünlüğünü,  halkın birliğini nasıl sağlayacak? Siyasi bir anlayışın (ideolojinin) örgütlenmesi olan siyasi partiler, iktidara programlarıyla gelir, programlarıyla giderler. Devletin, idarenin, ordunun başı olan, birliği, bütünlüğü temsil eden, yansız olması gereken cumhurbaşkanı da mı programıyla gelip gidecek, bu toplumu ayrıştırıp, birbirine düşürmeyecek mi?  

    Cumhurbaşkanını halk seçsin diyenler, cumhurbaşkanlığı forsunda bulunan 16 yıldızın gerçek anlamını biliyorlar mı? Bu yıldızların, tarihte 17 devlet kurmanın böbürlenmesinin yanında, kişisel, siyasal ihtiraslar, aymazlıklar, yetersizlikler nedeniyle devletlerin yaşatılamadığını anlıyorlar mı, aczi, beceriksizliği, çaresizliği, akılsızlığı vurguladığını düşünüyorlar mı? (*)
 
    Forstaki yıldızlara belirtilen devletin başında bulunana Ulu Bey deniyor. Ulu Bey ya ailenin en yaşlısı ya da aile içinde sivrilmiş saygın kişi oluyor; devlet yönetiminde Kağan/Hakan/Sultan/Padişah/Emir/Bey/ adını taşıyor.  Ulu Bey (Sultan/padişah vs) merkezde oturuyor, kardeşleri, oğulları, torunları, ülkenin değişik yerlerinde eyalet veya vilayet beyleri olarak yer alıyor, yönetime katılıyor ve böylece aile, devleti, beyliği yönetiyor. Başkentte Ulu Bey’in, eyalet ve vilayetlerde beylerin, birbirine benzeyen örgütlenmeleri, yönetim birimleri, askeri birlikleri oluyor.  

    Ulu Bey (Sultan/Padişah) ölünce ya da tahtan inince/indirilince, kardeşler, oğullar, torunlar arasında genel olarak kimin Ulu Bey olacağı konusunda tartışma, çekişme, çatışma kaçınılmaz bir hal alıyor. Aile içi bir uzlaşma, kabul (biat) olursa,  sorun kansız çözülüyor, Ulu Bey tahta çıkıyor. Uzlaşma olmazsa, gücüne güvenen silaha sarılıyor, Ulu Bey olma sevdasının ardına düşüyor; ya savaşarak ya da anlaşarak amacına ulaşmaya çalışıyor, bu arada on binlerce insanın kanı akıyor,  başaran Ulu Bey oluyor, başaramayan ya özgürlüğünü ya da canını veriyor. Ulu Bey’in ülke yönetimine tam egemen olamaması durumunda, ülke parçalanıyor, halk bölünüyor, devlet yıkılıyor, tarihten siliniyor.

    Tarihten ders çıkaran Osmanlı, tebaanın kanını da dökmemek için, aile içi infazı, evlat, kardeş, torun katlini kanunlaştırır.(Fatih Kanunu).

    Osmanlı padişahlarının, Ulu Bey olma olasılığı bulunan erkek kardeşlerini, oğullarını, erkek torunlarını boğduruşu, herkesçe bilinen, gizlenemeyen, filmlere, oyunlara konu olan,   yadsınamayan gerçeklerdir.

    Osmanlı Padişahı I.Ahmet(1603-1616/Lale Devri) bu vahşete son verir,  ailenin (hanedanın) en yaşlı erkek üyesinin Ulu Bey (padişah) olmasını kararlaştırır; ama göz hapsinde bulundurulmalarını da onaylar.

    1789 Fransız İhtilali’nin etkisiyle Osmanlı’da başlayan ıslahat (yenileşme) hareketi,  1876’da meşruiyetin ilanına yol açarsa da, II. Abdülhamit’in Anayasa’yı askıya alması,   meclisi tatil ederek istibdadı yerleştirmesiyle akamete uğrar. İttihat Terakki’nin hürriyet, uhuvvet, adalet şiarıyla başlattığı ayaklanmayla Anayasa yeniden yürürlüğe konur (II. Meşruiyet/1908). Meşruti monarşinin kurulmasına karşın, hem dünyevi (padişah)  hem uhrevi (halife) gücünü elinde bulunduran Ulu Bey dizginlenemez, gerilik içinde kıvranan Osmanlı 1.Dünya Savaşı’na katılır, bir milyonu aşkın askeri Çanakkale, Sarıkamış, Galiçya, Suriye, Irak, Arabistan çöllerinde telef olur, ülke işgale uğrar ve bölünür.

    Anadolu topraklarında işgalci dış, işbirlikçi iç düşmana karşı kurtuluş mücadelesi veren, milli laik devleti kuran milliciler, hanedanlığı kaldırır (1922), 623 yıllık Osmanlı devletine son verir. Osmanlının son Ulu Bey’i (Vahdettin) de bir İngiliz gemisine binerek kaçar, emperyalizme sığınır.
            
    Genç Osmanlılarla birinci meşruiyeti (1876), İttihat Terakki ile İkinci Meşruiyeti ilan eden (1908), Anadolu ve Rumeli Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti ile Türkiye Cumhuriyeti’ni (1923) kuran Türk Devrim hareketi, egemenlik hakkını hanedandan alıp millete verir, “Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk Milleti denir,” diyerek, ülkeyi yönetmenin, iktidara seçimle gelip seçimle gitmenin yolunu bulur, yöntemini gösterir, kurallarını saptar.
 
    Cumhuriyet ilanından bu yana cumhurbaşkanını mecliste milletvekilleri seçerken AKP bu kuralı değiştirdi, yeni kurala göre cumhurbaşkanını halk seçecek. 10 Ağustos 2014’de yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimine, “kırk yaşını doldurmuş ve yüksek öğrenim yapmış, milletvekili seçilme yeterliğine sahip” her Türk vatandaşı, yirmi milletvekilin önermesiyle aday olabilecektir. İlk oylamada geçerli oyların yarısından bir fazlasını alan (%50 +1 oy) aday seçilmiş olacaktır. İlk oylamada bu çoğunluğu alan aday çıkmazsa, adaylar arasında en çok oyu alan iki aday ikinci oylamaya katılacak, geçerli oyların çoğunluğunu alan cumhurbaşkanı olacaktır.  

    Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni cemaatler ve tarikatlar meclisine dönüştüren ve bundan yararlanan AKP iktidarı, cumhurbaşkanını halka seçtirerek, parlamenter sistemi başkanlık sistemine dönüştürme hevesine kapılır, laik cumhuriyeti yıkma ve dönüştürme girişimini sürdürür; iktidarının başı, yıllardır meydanlarda, radyo kanallarında, televizyon ekranlarında, kapalı, açık toplantılarda, demokrasi söylemi adı altında, toplumu Alevi/Sünni, Kürt/Türk/ Arap/Laz/ Çerkez/Gürcü/Abaza/Boşnak vs diyerek ayrıştırır, laik cumhuriyeti, değerlerini, kurucularını hedefe alır, adeta yozlaşanın, ayrışmanın, bölünmenin, öncüsü ve sözcüsü olur.

    AKP, başkanını ya da mevcut cumhurbaşkanı aday gösterme niyetinde olduğunu her fırsatta ortaya koyar. Laik cumhuriyetle sorunlu, hırsızlık, yolsuzluk batağına batmış, dinci, tarikatçı, bilim, demokrasi, insan hakları, kadın, doğa, emek düşmanı AKP zihniyetinin adayının cumhurbaşkanı olması, toplum için, ülke için büyük bir felaket olacaktır.  

    Bu felaketi önlemek için muhalefet partilerinin başlattığı çatı adayı formülü işe yarar mı bilinemiyor! Neoliberallaşen, ideolojisi kalmamış, millici, anti-emperyalist, bağımsızlıkçı ilkelerinden uzaklaşmış, kurucusunun adını ağzına almaktan kaçınan, tarihine ve mücadelesine sahip çıkamayan CHP ile milliyetçilikle ırkçılık arasında gidip gelen, AKP sıkıştıkça arkasından duran MHP’nin işbirliği olur mu olmaz mı, olursa nasıl bir sonuç verir kestirilemiyor.

    AKP’nin, barış süreci adı altında, Kürtleri avlamaya çalıştığı; Kürtlerin de Kemalist Devleti çökertiriz sevdasıyla buna sıcak baktığı anlaşılıyor. Milli Devlet çöker, toplum din, mezhep,  etnisite temelinde ayrışmaya uğrarsa, kanlı çatışmalar olur, güvenlik güçleri, ordu devreye girer, iç çatışma çıkar, oluk gibi kan akar, kanda çamaşır yıkanmaz, olan ülkemize, halkımıza olur.

    Toplumsal sol muhalefet, bu konuda suskunluğunu bozmalı, AKP+HDP ittifakının sakıncalarını ortaya koymalı, cumhuriyetçi, bağımsızlıkçı, özgürlükçü, laik, demokrat, kadına, emeğe, doğaya, insan haklarına saygılı, bilime inanmış bir saygın kişinin cumhurbaşkanı olması için uğraşmalıdır.  

    Şimdiye değin dinci ve faşist düşüncenin mağduru hep okumuşlar, aydınlar, yurtseverler, devrimciler olmuştur. Bunu önlemenin yolu da bu düşüncelerin iktidar olmasını engellemekten geçer. Aklımızı başımıza alalım, yoksa “akılsız başın cezasını ayaklar çeker”(!)                                                   
                                                                                                                    Av. Mehdi Bektaş

*.Cumhurbaşkanlı forsunda yer alan devletler:
Büyük Hun (MÖ.204-MS.216), Batı Hun (48-216), Avrupa Hun (375-469), Ak Hun (420-552), Göktürk (552-745), Avar (565-835), Hazar (651-983), Uygur (745-1368), Karahanlı (940-1040), Gazneli (962-1183), Büyük Selçuklu (1040-1157), Harşemşah (1097-1231), Altınordu (1236-1502),  Büyük Timur (1368-1501), Babür (1526-1858), Osmanlı’dır. (1299-1922). Forsta olmamsına karşın Karakoyunlu (1380-1469), Akkoyunlu (1378-1508), Saffevi (1501-1736), Anadolu Selçukluları (1060-1308), Anadolu beyliklerinde de devlet ailenin mülküdür (!)     

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir