Durum Tespiti

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Birinci emperyalist paylaşım savaşının yüzüncü yılını yaşadığımız günümüzde, batıda Kuzey Afrika’dan doğuda Afganistan’a, güneyde Yemen’den kuzeyde Kırım’a kadar medeniyetin ilk filizlerini verdiği dünyanın enerji kaynaklarının ve stratejik açıdan merkezi olan bir bölgenin odak noktasını oluşturan bir ülkede yaşıyoruz.

İkinci Yeniden Paylaşım Savaşından sonra emperyalist Batı ile Sovyetler Birliği arasında kurulan “denge” SSCB’nin 1990’da dağılmasıyla birlikte emperyalist bloğun lehine bozuldu. Bu gelişmenin de etkisiyle içinde bulunduğumuz bu geniş coğrafyada yer alan ülkelerde büyük alt-üst oluşlar, içsavaşlar ve bölünmeler yaşanmaya başlandı. 1980’lerden itibaren, Batı’da finans sermayesinin çok etkili bir güç haline gelmesiyle birlikte emperyalist odaklar eskiye oranla daha talancı ve saldırgan politikalara yönelmeye başladılar. Artık sermayeyi sadece yatırım yaparak, borç vererek bir sömürü aracı olarak ele almıyorlardı. Çok yönlü finans oyunlarıyla özellikle geri bıraktırdıkları ülkelerin bütün yer altı ve yerüstü ekonomik değerlerini eskisiyle kıyaslanmayacak ölçülerde soymaya başladılar.  Bu soygunu, “değerli” kâğıt alıp satarak, sürekli kurla oynayarak, parayı adeta bir kumar aracı gibi kullanarak büyüttükçe büyüttüler. Bu hak-hukuk tanımayan talan ekonomisi yoluyla emperyalist güçler, eski Doğu Bloku ülkelerini de birer birer yutmakla ve açık pazarları haline getirmekle kalmadılar, NATO’nun ve AB emperyalizminin sınırlarını Rusya’ya kadar genişlettiler.

Emperyalist Batı, büyük düşmanı SSCB’nin dağılmasından sonra 45 yıl boyunca sürdürdüğü soğuk savaş politikalarında değişikliğe gitti. Artık Sovyetler Birliği’ne karşı soğuk savaşın sonucu olarak yürüttüğü çevreleme politikasına ihtiyacı kalmamıştı. Çevreleme politikasının gereği olarak Sovyetler Birliği’nin etrafında yer alan bizim gibi yeni sömürge ülkelerin sosyolojik ve kültürel yapılarını sağlam tutmaya çalışıyordu. Bu ülkelerin ekonomik olarak ayakta kalmalarını sağlamak için sürekli borç veriyor, askeri yardım yapıyordu. Hiç şüphesiz bu yardımlar bağımlılığı arttıracak, sömürünün devamını sağlayacak ölçüler içinde yapılıyordu. SSCB’nin etrafını kuşatan Türkiye, 1979’a kadar İran- Afganistan ve Pakistan gibi bu yeni-sömürge ülkelerde, emperyalizme bağımlı sağ siyasal güçler-merkez sağ, faşist ya da dinciler- iktidarlara taşınıyor, halkın bilinçlenerek haklarına sahip çıkmasını savunan sol, devrimci kesimler ise kontrgerilla taktikleriyle eziliyordu. Sınıfsal içerikli siyasi kuruluşlar, işçi sendikaları ve demokrasi mücadelesi veren kitle örgütleri sürekli baskı altında tutuluyordu. Yeni sömürgeci ekonomi politikalarının ve anti-komünist siyasi hükümranlığın yürütülebilmesi için oluşturulan ya da ayakta tutulan sistem, ister istemez gerici-faşist bir karaktere sahip oluyordu. Toplumsal gelişmelerin boyutuna ve derinliğine ya da egemen çevrelerin karşılaştığı ekonomik ve siyasal sorunların büyüklüğüne göre, bu ülkelerde zaman zaman açık faşizme de başvuruluyordu.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, ABD emperyalizmi, SSCB’nin dağılmasından sonra bu yeni-sömürge ülkelerde yürüttüğü politikalarını değiştirmeye yöneldi. Artık eskisi gibi büyük, sömürünün ve bağımlılığın devamı için yapılan ekonomik ve askeri yardımlar sarmalıyla ayakta tutulan hantal ülkelere ve ordularına ihtiyacı yoktu. Küçük, kontrolü basit, itiraz etme şansı olmayan ve sömürülmesi, yönetilmesi kolay ülkeler gerekiyordu. Bu yeni politik-askeri ve ekonomik siyasa, postmodern düşünce akımı gibi, Marksist ideolojiye saldırıyı esas alan, modalaştırılan fikirlerle oluşturulan düşünce dünyası ve yeni liberal ekonomi politikalarıyla oluşturuldu. Geniş Ortadoğu’daki büyük ülkeler, kültürel yapıları parçalanarak, etnik ve dinsel-mezhepsel farklılıkları kaşınarak yıllar içinde dağıtılacaktı. Kırk yıl boyunca sömürge tipi faşizmi bu ülkelerde uygulatan emperyalist güçler, bu yeni politikalarını kitlelere benimsetebilmek ve bu politikalarının karşılık bulmasını sağlatabilmek için “demokrasi” ve “özgürlükler”i öne çıkarıyorlar, “insan hakları” şampiyonluğu yapıyorlardı. “İnanç özgürlüğü” örtüsü altında dinsel ve mezhepsel farklılıkları kitlelerin kafalarına keskin biçimleriyle yerleştiriyorlar ve kültürel farklılıkları öne çıkararak düşman taraflar yaratıyorlardı. Bu arada bazı topluluklar arasında var olan eski düşmanlıkların, tarih bilincini karartarak-çarpıtarak, yeniden canlandırılmasını sağlıyorlardı. En önemli argümanlarından biri de, ulus devletlerin zamanının geçtiğini ileri sürerek (bu arada kendi ulus devletlerini sağlamlaştırmaya çalışmaktan da geri durmuyorlardı) etnik ayrımcılığın kanlı kapılarını açmayı politika haline getirmekti. Bu arada  yeni liberal ekonomi politikalarının en önemli uygulamalarından olan özelleştirmeler ve sosyal devletin yok edilmesinin amaçlarından biri halkın değerlerinin yağmalanmasıysa, diğeri de ulus devletin daha kolay dağıtılmasını sağlamak olduğunu unutmayalım.

Toplumu bir arada tutan bütün değerler önce yoğun karşı propagandalarla itibarsızlaştırılıyor, sonra etkisizleştiriliyor ve en sonunda da yok ediliyorlardı. Bu sürecin yürütülebilmesi için kavramlar parçalanıyor, içeriksizleştiriliyor; ideolojiler çarpıklaştırılıyor, bambaşka şeylere dönüştürülüyordu. Bu işlemleri yaptırmak için eskiden solcu ya da sağcı olan bazı kanaat önderleri kullanılıyordu.

Emperyalizmin bu yeni liberal politikasının ilk denemesini, Avrupa’nın içi sayılan ve yarım asırdır, bu ülkeye has -gerçekte reformist- olan, “sosyalist düşünce”nin bir arada tutmayı başardığı Yugoslavya federatif devletini etnik ve dinsel ayrımlara göre bölerek gerçekleştirdiler. Yaratılan içsavaşta onbinlerce insan vahşice katledildikten sonra NATO müdahalesiyle Yugoslavya birçok parçaya bölündü.

Ukrayna ve Gürcistan gibi yıkılan Sovyetler Birliği’nden kopan, Rusya ile sınırları ve tarihsel bağları olan ülkeler ise finans spekülatörü Soros’un desteğiyle yaratılan “Renkli Devrimler”le kontrol altına alınmaya çalışıldı. İstedikleri şekilde sonuçlanmayan bu ülkelerdeki girişimlerinden vazgeçmeyeceklerini son dönemlerde ortaya çıkan gelişmelerden bir kez daha gördük.
Geçtiğimiz yıllarda Kuzey Afrika ülkelerinde, “Arap Baharı” adı altında büyük halk hareketleri ortaya çıktı. Tunus, Libya ve Mısır’da diktatörlüklere karşı halkın yürüttüğü isyanlar emperyalizmin müdahaleleriyle daha baskıcı ve dinci yönetimlerin ortaya çıkmasına ortam hazırladı. Bu ülkelerin geleceğinin ne olacağı ise hala belirsizliğini korumaktadır. Suriye’de içsavaş çıkartarak bu ülkeyi İsrail politikaları doğrultusunda, AKP iktidarının da önemli katkılarıyla, bölünme sürecine soktular. Benzer bir bölünme süreci, dış destekli içsavaşla geçtiğimiz haftalarda Irak’ta başlatıldı. Bu iki ülke de etnik ve mezhep ayrılıkları üzerinden bölünme sürecine sokuldular. Bu emperyalizm damgalı gelişmenin Suriye ve Irak’la sınırlı kalmayacağı, gelişmelerin Lübnan, Körfez ülkeleri, İran ve Türkiye’ye de sıçrayacağı ya da sıçradığı artık sır değil.

TÜRKİYE DE BU GELİŞMEDEN PAYINI ALIYOR
Ülkemizin öncelikle etnik ayrımcılığa göre bölünmekte olduğunu herkes biliyor, görüyor ama birçoğu açıkça konuşmuyor. İlk önemli adımlarını, Özal döneminde, ABD’nin Irak’a saldırısı ve Çekiç Güç’le atmaya başladıkları bölme planını AKP iktidarıyla somutlaştırmaya başladılar. Toplumumuzu ise yürüttükleri dezenformasyonlarla, çeşitli operasyonlarla yıllar içinde duygusal olarak bölmeyi başardılar. Artık sıranın toplumun fiilen, ülkenin de fizikken bölünmesine geldiği anlaşılıyor.

Temelleri yüz yıl önce atılan bu bölünme/bölme planın günümüzdeki takipçileri ve uygulayıcıları uluslararası düzlemde ABD, AB ve İsrail’dir. Ülkemizde ise RTE-Apo ortaklığı ve Kılıçdaroğlu kliğinin desteğiyle yürütülmektedir. Apo’nun Türkiye’ye verilmesinin, AKP’nin iktidara getirilmesinin ve Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına tayin edilmesinin en önemli nedeni bu planın başarısı içindir. Ülke adım adım dağılma-parçalanma sürecine doğru sürüklenirken Cumhuriyetin, aydınlanma sürecinin ve ülkenin savunucuları olması gerekenler de koltuk ve ikbal uğruna bu yıkıma doğru gidişe boyun eğmekte, bulundukları yerin tarihsel yükümlülüğüne, ilkelerine ve onları oraya taşıyan kitlelere ihanet etmektedirler. Tabanlarına ve geçmişlerine yapılan bu ihaneti, günlük siyaset içinde, CHP yönetiminde ve yıllarca ağızlarını her açışlarında “milliyetçilik” yaygarası yapanlarda daha açık biçimde görüyoruz.

Emperyalistlerin çözümü en zor sorunları kimlere çözdürdükleri geçmişteki uygulamalarından biliniyor. Halkın önemli kesiminin kabullenmediği dayatmaları onlara en kolay kimin ya da hangi örgütün kabul ettirebileceğine bakarlar. Söz konusu geniş kesimin üzerinde fikir, siyaset, din, mezhep veya etnik olarak etkinliği olan kuruluş ve kişilerin itiraz eden bu kitlelere dayatılan politikayı kabul ettirebileceğini büyük sermaye çevreleri iyi bilir. Emperyalizmin Ortadoğu politikasının içinde düşünülen “çözüm süreci”ni ülkenin büyük çoğunluğunu oluşturan ve bu politikaya karşı olan halk kesimlerine kabul ettirmek için bu kitleler üzerinde etkili olan kuruluş ve partilerin de seferber edilmekte olduğunu görüyoruz. Cumhurbaşkanlığı seçimi, GBOP’un önemli bir hedefi olan bu politikaya itiraz eden kitleler için incelikli bir biçimde kullanılmaktadır. Özellikle cumhuriyetin kurucusu CHP ve geçmişin soğuk savaş partisi MHP’nin aynı kulvara sokulmaları, “çözüm” fikrini açıkça savunan Ekmelettin İhsanoğlu’nu Cumhurbaşkanlığına ortak aday yapmaları, “çözüm”e uzak duran büyük kitleleri emperyalizmin Ortadoğu politikaları doğrultusunda hizaya getirme işidir. İhsanoğlu’nun aday yapılmasıyla birlikte girilen yeni süreç, bu iki partinin emperyalizmin bölge politikasının parçası haline geldiklerini (ya da olduklarını) göstermekle kalmamakta; bu partilerden CHP’nin klasik tabanının genel siyasi eğiliminden uzaklaştırılma, temel ilkelerinden koparılma operasyonu olduğunu da ortaya koymaktadır.
Emperyalizm, GBOP doğrultusundaki operasyonunu en sağından en soluna kadar her kesim üzerinde yapmaktadır. Sol kesimin ufkunu karartmak, yeni devrimci çıkışların ve genç kuşakların bu yönde yetişmesinin önünü kesmek için görevlendirilenler ise çeşitli siyasal-kitlesel örgütlerle, gazetelerle, TV’lerle görevlerini icra etmektedirler. Bu çevreler, devrimci –yurtsever çıkışların olabileceği bütün köşeleri tutarak olumlu gelişmelerin önünü kesmektedirler. Devrimci olan her şeyi bilerek çarpıtarak, karalayarak insanların düşüncelerini çeliyorlar. Özel görevli gibi olan kişiler ve çevreler, emperyalizme karşı mücadeleyi esas alan devrimciliğin ve yurtseverliğin yükselmesini, halk güçlerinin geniş birliğinin kurulmasını engellemek için baştan başarısız olacağı belli girişimleri öne sürmekten geri kalmıyorlar. Bu işleri sol için olumlu bir şeyler yapıyormuş görüntüsü altında yapmayı da alışkanlık haline getirmiş durumdalar. Bu arada birçok insan da tekrar tekrar aldatılmanın hazzını yaşamaktan yorulmamış olduklarını, sorunun esasına girmeyen ve hiçbir geleceği olmayan oyalama birlikleri faaliyetlerinde vakit öldürerek göstermektedirler.

Ortadoğu’daki mezhep ayrımcılığı da halkımızı derinden etkilemekle birlikte günümüzde daha çok öne çıkan sorun, ülkeyi parçalanmaya doğru götüren etnikçilik meselesinde düğümlenmektedir. Türkiye’deki Kürt hareketlerinin, sağcısının, solcusunun, dincisinin tekbir amaca kilitlendiklerini görüyoruz. Sonuçta bir Kürt devletinin kurulmasını sağlamak. Türkiye’den koparılacak toprak parçası ile diğer komşu ülkelerden koparılacak topraklar üzerinde ayrı bir Kürt devleti ya da devletleri kurmayı amaçladıkları ortada. Kürt siyasal örgütlerinin sonuçta ayrı devletleşmekte kararlı oldukları kesin. Sorun bu devlete gidişte taktiklerin planlanmasında ve asıl olarak devletin sınırlarının nereden geçeceği ve nasıl bir devlet olacağı konularında odaklanmaktadır.

Hiç şüphesiz biz sosyalistler, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı yürütülen mücadeleyle gerçekleşecek devrimci bir ayrılığa, devletleşmeye karşı çıkmayız, savunuruz da. Devrimciler, ülkenin bütün sorunlarının ve doğal olarak Kürt meselesinin de çözülmesini dün de istediler bugün de isterler. Bölge halklarının baş düşmanı olan ABD emperyalizmine, işbirlikçisi sınıflara ve bölgesel gericiliğe karşı doğru ittifaklar çerçevesinde verilecek devrimci bir mücadeleye açıkça destek verirler.  Ama günümüzde yapılmaya çalışıldığı gibi, emperyalizmin bölge politikalarından yararlanarak, o politikalarla uyumlu biçimde yürütülen “çözüm”lerle ortaya çıkarılacak bir devletin-kimin devleti olursa olsun-sosyalist ilkelere uygun olmayacağı açıktır. Başka halklar, ABD emperyalizminin neden olduğu kan ve gözyaşı içinde kıvranırken, onların felaketlerini fırsata çeviren örgütler er veya geç yaptıkları yanlışın karşılığını kendi halkına ve insanlığa öderler… Örneğin IŞİT’çılar Irak’ta katliam yaparken fırsattan istifade ederek Kerkük gibi “sorunlu” yerlere el koymak amacıyla girmek en azından ahlaki değildir. AKP gibi işbirlikçi-dinci ve çıkarcı iktidarlar petrol uğruna bu durumu görmezden gelseler bile bölge halkları bu işgalciliği unutmaz. Demokrasiyi sadece kendine demokrasi, ulus devleti sadece kendine ulus devlet olarak görenlerin kuracakları devletin en baştan sorunlu doğacağını bilmeyen mi var?

Emperyalizme bağımlı Türkiye’de demokrasinin kurulamadığı bir gerçek. Yıllarca emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı politik, ekonomik, demokratik hak ve özgürlükler için mücadeleler yürütüldü. Bu uzun mücadelede zaman zaman kazanımlar elde edilmişse de birçok kez geri gidişler yaşandı. Yüzyıllık mücadele sürecine bakınca geniş manada ulusal demokrasi anlamında kazanımların olduğunu söyleyebiliriz. Ama emperyalizme olan bağımlılıktan ulusal düzeyde kurtuluş sağlanamadığı için gerçek anlamda demokrasi de kurulamamıştır. Bu olumsuzluğun temelinde feodal kurumların toplum üzerindeki etkilerinin tam olarak kırılamamasının da rolü vardır. Özellikle dinin ve mezheplerin toplum üzerine çöken ağır yüklerinin kaldırılamayışı demokrasinin gelişmesine engel teşkil etmiştir. Yine toprak reformunun yapılamaması, kadın haklarında yeterli ilerlemenin sağlanamaması, sosyal haklarda çok geri noktalarda oluşumuz gibi nedenlerin de gösterdiği gibi demokratik haklarda anlamlı gelişme sağlanamamıştır. Bütün bu geri kalmışlığın altında yatan en belirleyici neden emperyalizme olan ekonomik, siyasi ve askeri bağımlılıktır. Öncelikle bu bağımlılık kırılmadan modern anlamda ulusal duyguların yaşanamayacağı, yeni sömürge bir ülkede ulusal demokrasinin kurulmasının mümkün olmayacağı belli bir şey. Bugüne kadar verilen ve esasen de önümüzdeki dönemlerde emperyalizme karşı verilecek olan ulusal kurtuluş mücadelesiyle ancak ulusal demokrasinin kurulması gerçekleştirilecektir. Kurulacak olan bu devrimci demokrasi toplumsal ve tarihsel içeriği bakımından sosyalist devlet ya da sosyalist demokrasi anlamına gelmez. Sosyalist devlete ulusal kurtuluş mücadelesinin peşinden gelecek olan sosyalist devrim yoluyla ulaşılacağı da açıktır.

Bu temel belirlemelerin üzerine ülkemizin ve solun karşı karşıya bırakıldığı sorunlar:

1-Ülkemizin emperyalizme olan ekonomik, politik, kültürel ve askeri bağımlılığı, 21. yüzyılın başlarında, daha da artmış bir biçimde sürmektedir.

2-ABD-AB emperyalizminin işbirlikçi sermaye çevreleriyle birlikte iktidara taşıdığı AKP, ülkemizin bu güçler tarafından gerçekleştirilen sömürü ve soygun saldırısıyla karşı karşıya kalışını kolaylaştırırken; etnik ve mezhepsel esaslara dayalı bölünmesini de adım adım gerçekleştirmektedir.

3-Emperyalizmin, yeni-liberal politikalarını uygulamaya başlamasından bu yana ülkemizde içsel olgu olma durumu giderek daha fazla yoğunluk kazanmaktadır. Ülkenin bütün yer altı ve üstü zenginlikleri özelleştirmelerle yağmalanmış, memleket yabancı malların istilasına uğratılarak adeta açık pazar haline getirilmiştir. Ülkemiz aşırı borç altına sokulurken, sıcak para politikası belirleyici olmuştur. Sanayileşmeye, kalkınmacılığa dayalı ekonomik yapı yerine (üretim politikalarına dayalı ekonomik uygulamalar yerine), ithalatçılığa ve tüketim toplumu oluşturma anlayışına dayalı ekonomik anlayış egemen hale getirilmiştir. Bu sistem, emperyalizmin dün uyguladığı yeni-sömürgeci politikaların günümüzdeki katmerli devamından başka bir şey değildir.

4-Emperyalizmin özde aynı biçimde bu yeni politikalarının ülkemizde rahatça uygulanabilmesi için, ülkenin yüz yıllık aydınlanmacı-ilerici birikiminin, yurtsever-devrimci sinir uçlarının köreltilerek halkın teslim alınmasının önündeki engellerin, bütün direnç odaklarının birer birer kırılması gerekiyordu. Bu amaçla öncelikle geleneksel aydınlanmacı ve sol-sosyalist damarları kurutmaya yöneldiler. Özellikle 1990’lardan sonra uygulamaya soktukları AB’ci, Sorosçu “demokrasicilik”, “özgürlükçülük”, “ kültürel haklar”, “inanç özgürlüğü” gibi kavramların örtüleri altına gizledikleri mezhepçi, etnikçi bölme politikalarına solu kolaylıkla alet etmeyi başardılar. Ülkenin en önemli devrimci-sosyalist ana akımlarını, aydınlanmacı entelejansiyayı ve hatta cumhuriyetin kurucu ideolojisinin temsilcisi konumundaki parti, örgüt ve kuruluşlarını da bu politikalarla etkisizleştirmeyi, dağıtmayı başardılar.

Bir zamanlar ülkenin bağımsızlığı, halkın özgürlüğü için devrim yapmak amacıyla yola çıkmış, mücadele etmiş devrimcilerin önemli bir bölümünün, emperyalizmin politikalarına, doğrudan ya da dolaylı olarak uyum sağlamaları halkımızın teslim alınmasına en büyük katkıyı yaptı. Yurtseverlik duyguları ile ulusal kültür ve ilerici geleneklerden; “insanlığın birliği”, bir “dünya devleti”, “dünya yurttaşlığı” gibi gerçekte emperyal amaçlı kavramlar hesabına vaz geçilmesini vaaz eden bir burjuva akımı olan “kozmopolitizm”i “proletarya enternasyonalizmi”nin yerine ikama ederek emperyalizme karşı oluşan bilinci karartmaya çalıştılar. Halkımızda yıllar içinde oluşan ulusal kurtuluş-bağımsızlık ve ulusal egemenlik mücadelesini olumlayan devrimci geleneksel anlayışı yıkmak için bu değerleri “ulusalcılık”, “milliyetçilik” ve hatta “faşistlik” gibi yaftalamalarla karaladılar. Oysaki kendilerinin yaptığı, emperyalizmin güncel politikası olan Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi’nin uygulanmasını kolaylaştırmaktı. Bu yeni emperyal politikaya hizmet uğruna bütün devrimci geçmişlerini karalayarak geleceklerini emperyalizme sundular.

Bu işbirlikçi çevreler, özellikle de gençlerin mücadeleciliğini ve işçi sınıfının enternasyonalist duygularını kozmopolitizm ile bulandırarak ülkemizdeki devrimci mücadelenin yıllarca ana dayanağı olan bağımsızlıkçılık, emperyalist tahakkümden kurtuluş mücadelesi ve bu mücadeleyi yürütecek olan en geniş kesimlerin faşizme ve gericiliğe karşı mücadele içinde oluşturdukları ittifakları berhava ediyorlardı. Yine bu ortalık karıştırıcıların bazıları, geçtiğimiz yıllarda parlatılan postmodernizm gibi kafa karışıklığı yaratmaya yarayan kavramaları dinci gericilikle harmanlayarak emperyalizmin küresel ve bölgesel güç olma planına katkı vermekten geri durmadılar.

5-Bugün Türkiye tarihinin en büyük tehlikesiyle karşı karşıyadır. Çünkü bu ülkenin aydınları, kanaat önderleri ve solcularının önemli bir kısmı hiçbir dönemde olmadığı ölçüde “yurt” kavramını yok saymakta, ait olduğu halkı ve onun ilerici değerlerini küçümsemekte, devrimciliği emperyal güçlerin etkisi altındaki fikirlere, bağımsızlıkçılığı AB fonlarına feda etmektedirler.  Halkına tamamen yabancılaşmış olan bu kesimler, emperyalizmin bölge politikaları doğrultusunda ülkeyi feda eden örgüt ve akımların kuyruğuna takılmayı hala solculuk olarak takdim etmektedirler. Ne yazık ki yaşanan bunca deneye rağmen taraftar da toplamaktadırlar. Emperyalizme bağımlı bir ülkeyi, emperyalizmin politikaları doğrultusunda parçalayarak en azından iki bağımlı ülke yaratmayı kurtuluş olarak sunarak, devrimcileri aldatmaya çalışan bu anlayışın ne emperyalizme karşı ulusal bağımsızlıkçılıkla, ne ulusal egemenlikle ne de proleter enternasyonalizmiyle bir ilgisi vardır.
 

Bütün bu ideolojik-politik yanlışlara ve ihanete varan davranışlara karşı açık ve net tavır konulmadan gerçek devrimcilerin ileriye doğru tek bir adım atabilmeleri mümkün görünmemektedir. Bu görünüşte ulusal kurtuluşçu ama esasta emperyalizmin Ortadoğu politikasına dayanarak var olan hareketlerin Türkiye solunun boynuna geçirdiği kementten “sol güçler” kendilerini kurtarmadan ne sendikalarda, ne demokratik kitle örgütlerinde, ne de halkla diyalog kurmada başarılı olabilirler.

6-Etnikçi örgütler ülkenin “sol”unu teslim alıp, bütün kitle örgütlerinde köşebaşlarını tutarken; dinci gericilik ise devleti bütünüyle ele geçirmeye, memleketin bütün hücrelerini teslim almaya devam etmektedir. Şimdi de Cumhurbaşkanlığına daha da güçlü bir biçimde oturmanın hazırlığı içindedir. Bu hazırlığın başarılı olması bütün halkımızın ve ülkemizin bugünü ve geleceği için tarifsiz sakıncalar yaratacaktır. Hukuk tanımayan, diktatoryasını daha da güçlendirmeyi amaçlayan RTE’nin kazanması demek; GBOP’un uygulanmasının daha da hızlanması, ülkede dinciliğin daha fazla hâkim hale gelmesi, talanın-soygunun sınırsızca yapılması ve ülkede iktidar kavgalarının şiddetlenmesi anlamına gelecektir. Cumhurbaşkanlığına Ortadoğu gericisi bir Franko taslağının oturtulması ülkemiz için tahminlerin ötesinde büyük sorunlar yaratacaktır.

7-Bu arada üzerinde çok durulmayan bir gerçeğin daha altını çizelim: Emperyalizmin bölgemizde kurduracağı Kürt devletini de dinci gericilikle çok sıkı bir biçimde kontrol altına alması uzun bir zaman almayacaktır. Bugün bölge ülkelerine karşı Kürt hareketlerinin dinci örgütlerle paralel olarak yürüttükleri operasyonlar aslında derinden derine kendilerini de vurmaktadır. Suriye’de ve son günlerde Irak’ta yaşananlar bu düşüncenin somut kanıtlarıdır. Dincilik iki tarafı da keskin bıçak gibidir, karşılarındakileri de keser, müttefiklerini de.

BU GİDİŞİN SONU
Öncelikle şu önemli gerçeğin altını bir kez daha çizelim: yukarıda anlatmaya çalıştığımız emperyalizmin çizdiği yol, Ortadoğu halklarının hiçbiri için gerçek kurtuluş yolu değildir. Bu yıkım sürecinden kısa vade için karlı çıkanlar olacaktır ama orta vadede onların Ortadoğu’nun içine sürükleneceği “karanlık çağ”ın sorumluları arasında görülecekleri açıktır.

Bilindiği gibi emperyalizmin planına göre, bölge ülkelerinin her biri ikiye, üçe, dörde ve hatta daha fazlasına bölünecektir. Kaldı ki bu bölünmeler yeni ve daha küçük parçalanmaları da teşvik edecektir. Çünkü son yirmi yıldır uygulanan politikaların gereği olarak uygulamaya sokulan hormonlanmış etnikçilik ve mezhepçilik temelinde bilerek çarpıtılan tarih de göz önüne alınınca gelişmenin yönü daha fazla bölünmelere doğru olacaktır. Yaratılacak küçük küçük devletçikler arasında mezhep ve etnik farklılıklardan, sınır ve ekonomik kaynak sorunlarından kaynaklı çatışma ve savaşların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Yaşanacak sürekli sorunlar ve savaşlar, yeni devletçikleri ve bütün bölgeyi karanlık bir çağa sürükleyecek ve böylece sonuçta emperyalizme olan bağımlılık hem büyüyecek hem de derinleşecektir.

Emperyalizm ve bölgedeki işbirlikçilerinin yaratmaya uğraştıkları bu büyük çöküş süreci, her şeye karşın tarihin diyalektiğinin işlemesini engelleyemeyecektir. Bu tarihsel sürecin de ezenleri-ezilenleri olacaktır. Çünkü ne dincilik-mezhepçilik ne de etnikçilik sömürüyü ve sömürücü sınıfları ortadan kaldırmaz/kaldıramaz. Aksine bu ideolojiler emperyalizmin ve işbirlikçisi egemen sınıfların ezilen sınıflara karşı geliştirdikleri politikalara dayanak oluştururlar.

Sınıf mücadelesinin kesintisiz olarak süreceği bu diyalektik süreçten yeni devrimci odaklar, ittifaklar-örgütlenmeler ve mücadelelerin ortaya çıkmayacağını kim iddia edebilir?

Mehmet Ali Yılmaz

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir