“EKONOMİ-POLİTİK” -Mehmet Uysal

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

“Bölüşüm sorunu, siyaset tarafından, “önce üretilsin, sonra bölüşülsün” biçiminde değil, “önce bölüşüm kurallarını koyalım, ona göre üretelim

ve bölüşelim” biçiminde çözülmüştür. Bu amaçla politika bir “mülkiyet hukuku” belirlemiş, üretim süreci ve hazine sahibi olma, mülkiyet hukuku çerçevesinde gerçekleşmiştir.

muysal@anafikir.gen.tr

 

“EKONOMİ-POLİTİK”

Ekonomi-Politik’ten Ekonomi’ye Dönüş

Adam Smith, David Ricardo ve Karl Marx’ın da içinde bulunduğu “klasik ekonomistler”, toplumsal yaşamın “ekonomi” alanının bilimini, “ekonomi” olarak değil, “ekonomi-politik” olarak adlandırırlardı. Ayrıca klasik ekonomistlere göre, metaların değer taşımasının nedeni emek ürünü olmalarıydı ve metaların mübadele edilebilmelerini de içerdikleri ve birbirleriyle kıyaslanabilir emek-gücü sağlıyordu.

Marksist ekonomistler ekonomi-politik kavramını kullanmayı sürdürmekle ve mübadele değerinin emekten kaynaklandığı düşüncelerini korumakla birlikte, 19.yüzyılda “neoklasik” olarak adlandırılan ekonomistler metaları değerli kılan şeyin “fayda” olduğu görüşüne yöneldiler ve “ekonomi-politik” kavramındaki “politik” ibaresini bir tarafa bırakarak, bu bilime sadece “ekonomi” demeye başladılar.

Ekonomi-politik’ten ekonomiye dönüş, basit olmaktan çok ötede, derin anlamı olan bir tercihtir. Bakınız neoklasik ekonominin kurucularından William Stanley Jevons, “Toplumsal Ekonomi Kuramı” adlı kitabında ne diyor: “Sayıları gittikçe artan ve örgütlenme güçlerini geliştiren işçi sınıfımız siyasal ve ekonomik özgürlüğümüzün gelişmesini durdurmaya yöneltebilir. O halde emeğin hiç bir biçimde değer yaratmadığını ortaya koyan bir kuram geliştirmeliyiz” (Aktaran Orhan Hançerlioğlu, Ekonomi Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İst. 1981, 5.Baskı, s. 273) Bu ifadeden açık seçik anlaşılacağı üzere, Jevons’un ana hedefi güçlenen işçi sınıfının siyasal ve ekonomik özgürlüğün gelişmesini durdurmasını önlemek, bunun için ‘emek-değer kuramı’nın geçersizliğini” kanıtlamaktır.

Peki emek-değer kuramının geçersizliği nasıl kanıtlanmıştır? Kapitalist ülkelerde Marksist ekonomi-politik yok sayılarak, üniversitelerde “metalar faydalı olduğu için değerlidir” görüşüne dayanan “politiksizleştirilmiş ekonomi” okutularak, böylece gelecek kuşaklara “neoklasik ekonomi” öğretilerek… Kısacası, neoklasik ekonomi-politik, ekonomi ile politikanın ayrılmaz birlikteliğini, ekonominin politik boyutunu gözden kaçırmayı, böylece kapitalist ekonomi-politiğin ebedi olduğunu göstermeyi hedeflemiştir. Bu politik bir hedeftir.

Ancak, ne kadar görmezden gelinirse gelinsin, ekonomi-politik, ekonomi-politiktir. Yani ekonomi ve politika birbiriyle yakından ilişkili bu nedenle tıpkı uzay ve zaman gibi birbirinden ayrılamaz iki olgudur. Birbiriyle yakından ilişkili, bu nedenle birbirinden ayrılamaz bu iki olguyu kavrayan kavramın adı da ekonomi-politiktir.

Bu yazımızda, tıpkı “uzay-zaman”da olduğu gibi,  ekonomi ve politikanın nasıl birbiriyle yakından ilişkili iki olgu, hatta “ekonomi-politik” adlı tek bir olgu olduğunu, ana çizgileriyle ortaya koyacağız.

“Ekonomi” kitapları, “ekonomibilim”i, “sınırsız ihtiyaçların kıt kaynaklarla nasıl giderileceğini araştıran bilim dalı” olarak tanımlar. Biz de bu tanımdan hareket edeceğiz. Bu tanımın “ihtiyaçlar sınırsızdır” ve “kaynaklar kıttır” olmak üzere iki unsuru vardır. Bu tanım oluşturulurken, kaynaklardan bağımsız olarak ihtiyaçlar “sınırsız” olarak tespit edilmiş, bu sınırsızlığa bağlı olarak kaynakların kıtlığı tespit edilmiştir. Bu nedenle, yukarıdaki ekonomibilim tanımının belirleyici unsuru, “ihtiyaçlar sınırsızdır” önermesidir. İhtiyaçlar gibi kaynaklar da sınırsız olsaydı, böylece herkes sınırsız kaynağa sahip olsaydı, “ekonomi” diye bir şey de olmayacaktı. O halde bu tanımı açabilmek için, önce tanımın bağımsız unsuru olan; “ihtiyaçlar sınırsızdır” önermesi üzerinde durmamız gerekmektedir.

İnsanlar Sonsuz Yaşam İster

İlk bakışta “ihtiyaçlar sınırsızdır” önermesi anlamsız gibi görünmektedir. Öyle ya insanın belli, sınırlı bir ömrü vardır ve sınırlı bir ömür içinde insanların ihtiyaç duyacağı şeyler de sınırlıdır. Burada, “Doğru; insanın ömrü sınırlı olduğuna göre, ihtiyaçları da sınırlıdır, ancak bu sınırın sınırı nedir?” biçiminde bir soru belirir. Bu sınırın alt sınırını “bir insanın yaşamda kalmasını sağlayacak asgari ihtiyaçlar”, üst sınırını da “bir insanın yaşamda kalmasını sağlayacak azami ihtiyaçlar” oluşturur. Ancak ister asgari, isterse azami olsun, her ikisi de bir “sınır”a işaret eder. Bununla birlikte tarihten biliyoruz, güncelde de gözlüyoruz ki, bazı insanların servetleri, azaminin de azamisi bir sınırdaki ihtiyaçları karşılayacak boyuttadır. Ayrıca, tarihten ve güncelden, azaminin de azamisi servetlerin en azamisin ne olduğunun bilinemediğini de biliyoruz ve gözlüyoruz. Hiç kimse bize azami büyüklükte bir servetin sınırının ne olabileceğini söyleyemez. Bu nedenle “azami sınır” ifadesi bizi sınırsızlığa götürür. O halde şu sorunun cevaplanması gerekiyor. “insanların ömrünün sınırlı olması ihtiyaçların da sınırlı olmasını gerektirirken, “azami servet sınırı”na bir sınır koyamayışımız nereden kaynaklanır?

Azami servet sınırının, aslında bir sınırsızlığa işaret etmesi, genel olarak canlıların, özel olarak da insanın doğasından kaynaklanır. Bütün canlıların doğası “yaşamaya yöneliktir. Başka bir deyişle “yaşamak” canlı olmanın doğasından gelir. Bunun sonucu olarak hiç bir canlı ölmek istemez. Bu nedenle bütün canlılar hep yaşamda kalmak, sonsuza dek yaşamak isterler. Bu, canlıların dışından onların içine konulmuş bir tasarım, amaç, yönelim olmayıp, “canlı-olan”ın doğasından kaynaklanır. İnsan da bir canlı-olan olarak ölmeyi değil, yaşamayı, sonsuza dek hep yaşamda kalmayı ister. Sonsuz yaşam istese de insan, birey olarak sonsuza dek yaşamda kalamayacağını bilir. Bununla birlikte, insan yine bilir ki; kendi bireysel yaşamı bir gün sona erecektir, ancak o zaman gelip çatmadan dünyaya getireceği yavruları onu kalıtarak sonsuza taşıyacaktır. Bu nedenle insanın sonsuz yaşam isteği, “soyun sürdürülmesi” olarak somutlaşır.

Doğasının yönelttiği sonsuz yaşam ve bunun somutlaşması olarak soyunu sürdürme isteği ve ayrıca insanın kendisinin farkında olması, insanda bir “gelecek tasavvurunun oluşmasına yol açmıştır.

Bütün canlılar gibi, insanlar da yaşam-kalım maddelerini kullanarak yaşamda kalabilirler. Ancak gelecek, yaşam-kalım maddeleri temini bakımından belirsizliklerle doludur. Gelecekte, her zaman yaşam-kalım maddesi temin etmenin ve el altında yaşam kalım maddesi bulundurmanın hiç bir güvencesi olmayıp; nasıl bir yaşam-kalım maddesi bolluğu, kıtlığı ya da -en kötüsü- yokluğu ile karşılaşılabileceği bilinemez.

Buraya kadar söylediklerimizi sentezleyecek olur isek; insanın yaşamını; yaşamda kalmak ve soyunu sürdürmek suretiyle sonsuza dek sürdürme isteği, bu isteğin “kendisinin farkında canlı” olan insanda bir gelecek tasavvuruna yol açması ve geleceğin belirsizliği, insanda sonsuz miktarda bir yaşam-kalım maddesi talebine yol açar. İşte “ekonomibilim”in tanımındaki “ihtiyaçlar sınırsızdır”ın derininde yatan anlam budur.

Toplumsal yaşamda, yaşam-kalım maddesi elde etmenin özel bir adı var: “ekonomik faaliyet”. Tarihte ve günümüzde ekonomileri pek gelişmemiş toplumlarda yaşam-kalım maddesi elde etmek, doğrudan fizik maddelerin elde edilip depolanması biçiminde iken, ekonomisi gelişmiş toplumlarda bu, yaşam-kalım maddelerinin genel eşdeğeri olan ve istenildiği anda yaşam-kalım maddesi elde etmede kullanılabilen “para”yı biriktirmek, yani “hazine sahibi olmak” biçimine dönüşmüştür. Çok eski zamanlardan beri, toplumsal yaşamda, yaşam-kalım maddesi sahibi olma, “hazine sahibi olma” biçiminde somutlaşmıştır. Esasen meta üretimini ortaya çıkaran, yaygınlaştırıp derinleştiren temel etken de hazine sahibi olma motifidir. Çünkü, insanlar metaları, güncelde ve belirsiz gelecekteki kişisel ihtiyaçlarını gidermek için değil, onları paraya dönüştürerek, mümkün olduğu kadar büyük hazine sahibi olma, bu hazineyi de sonsuza uzanan belirsiz gelecekte, istedikleri kadar yaşam-kalım maddesi satın almada kullanma amacıyla üretirler. Para biriktirerek hazine sahibi olmanın, aslında yaşam-kalım maddesi depolama olduğu, bir savaş ya da ağır bir ekonomik bunalım zamanlarında açıkça görülür. Ekonomik yapılanmanın ve bu çerçevede para sisteminin çökme tehlikesinin belirdiği böyle zamanlarda, önce banka mevduatları çekilerek banknotlara, daha sonra altına dönüşür, bu da yetmez  “hazine”ler çözülerek un, bulgur, yağ, makarna vs. yaşam-kalım maddelerine dönüşür. Ufukta bir savaş tehlikesi belirdiğinde, insanların una, yağa, makarnaya hücum etmesi bundandır.

İnsanın doğasından gelen sonsuz yaşam isteği ve geleceğin belirsizliği nedeniyle, insanların içinde, sahibi olacakları hazinenin büyüklüğünü sınırlayan “doğal-biyolojik” bir mekanizma yoktur. Sahip olacakları hazinenin büyüklüğü, insanların iradelerine rağmen, onların içinde yaşadıkları ve siyaset ve hukuk olarak somutlaşan toplumsal ilişki ve etkileşimlerle sınırlanır. Başka bir deyişle, hazinelerinin büyüklüğünü, insanların biyolojik doğaları değil kültürel doğaları belirler.

Öyleyse, “ekonomibilim” tanımının ihtiyaçlar sınırsızdır” önermesini, “insalar, doğalarından gelen sonsuz yaşam için hep yaşamda kalma isteği, bu isteğin bir gelecek tasavvuruna yol açması ve geleceğin belirsiz olması nedeniyle, ‘sonsuz büyüklükte’ bir hazine sahibi olmak isterler” biçiminde, daha “açık” olarak ifade edebiliriz.

Bölüşüm Sorunu Siyaseten “Çözülür”

Bütün insanlar sonsuz büyüklükte yaşam-kalım maddesi sahibi olmak ister. Ancak dünyadaki yaşam-kalım maddesi miktarı sonsuz değil, sınırlıdır. Bu nedenle, sonsuz miktarda yaşam-kalım maddesi talebi karşısında, dünyadaki “sınırlı” yaşam kalım maddesi miktarı, ne kadar çok olursa olsun hep kıt kalır. Talebin sınırsız, ancak miktarının sınırlı olması, toplumsal yaşamda “yaşam-kalım maddelerinin bölüşülmesi sorunu”nu, kısaca “bölüşüm sorunu”nu ortaya çıkarmıştır.

Belirsiz gelecekte sonsuza dek yaşamda kalma amacıyla büyük bir hazine sahibi olma, “kıt kaynaklarn bölüşülmesi” sonucunda gerçekleşebildiğinden, bölüşüm toplumsal yaşamın ekonomik hareketinin en önemli evresini oluşturur. Kaynaklar kıt, kaynak talebi de sonsuz olduğu için, bölüşüm toplumsal bir sorun olmuştur. Bu sorun toplumsal yaşamın nasıl yönetileceği ya da nasıl yönetilmeyeceği sorununu temel alan “politika”yı doğurmuştur. Bütün insanlar sonsuz büyük hazine talep etitği için, bölüşüm sorunu “zor” ile çözülmüştür. Bu nedenle “zor kullanma”, politikanın ayrıt edici belirlenimi olmuştur. Zor kullanma, ilkel toplumlardan günümüze doğru, toplumsal mücadeleler içinde, “orman yasaları”ndan “insan yasaları”na ve basitten, kaba’dan, karmaşığa ve ince’ye doğru gelişmiştir.

Bölüşüm sorunu, siyaset tarafından, “önce üretilsin, sonra bölüşülsün” biçiminde değil, “önce bölüşüm kurallarını koyalım, ona göre üretelim ve bölüşelim” biçiminde çözülmüştür. Bu amaçla politika bir “mülkiyet hukuku” belirlemiş, üretim süreci ve hazine sahibi olma, mülkiyet hukuku çerçevesinde gerçekleşmiştir. Mülkiyet hukuku, toplumsal yaşamın hukuk sisteminin temeli olup, anayasadan ceza hukukuna, eşya, aile ve miras hukukundan ticaret hukukuna, oradan mali hukuka kadar, hepsi ama hepsi mülkiyet hukuku, yani bölüşüm kuralları temelinde tasarlanıp, yapılandırılır. Politika, zor kullanarak, sadece mülkiyet hukuku temelinde toplumsal hukuku yapılandırmaz, bunun yanında ve daha önemlisi, yapılandırdığı hukukun korunmasını ve uygulanmasını, yine zor kullanarak sağlar.

Eğer bölüşüm toplumların ekonomik hareketinin en önemli evresi ise ve “kıt kaynakların” nasıl bölüşüleceği politika tarafından hukuk kuralları olarak belirleniyorsa, insanların sonsuz yaşam amacıyla güncelde ve belirsiz gelecekte yaşamda kalmak için, “hazine” görünümü altında yaşam-kalım maddesi elde etme faaliyetleri “ekonomik” değil, “ekonomi-politik”tir. Bu nedenle, toplumsal yaşamdaki “ekonomi-politik” olgusunu inceleyen bilim dalının adı da “ekonomi-politik” olmalıdır. Buraya  kadar söylediklerimizin ışığında da “ekonomi-politik” sığ olarak “sınırsız ihtiyaçların kıt kaynakların nasıl giderileceğini inceleyen bilim dalıdır” biçiminde tanımlanmak yerine, “insanların sonsuz yaşam dürtüsüyle, güncelde ve belirsiz gelecekte hep yaşamda kalabilmek için ihtiyaç duydukları yaşam-kalım maddelerine nasıl sahip olduklarını inceleyen bilimdir” biçiminde, daha derinlikli olarak tanımlanmalıdır. Bu bağlamda, politika unsurunu içine almayan bir “ekonomibilim” eksiktir, politika boyutunu gözden uzak tutan “ekonomibilim” bu nedenle yanlıştır; “ekonomi-politik bilimi”, ekonomi-politik olgusunu incelemelidir.

Ekonomi-Politik İki Çeşittir

Politika, “toplumsal yaşamın nasıl yönetileceğine veya nasıl yönetilemeyeceğine ilişkin düşünceler ve ayırdedici belirlenimi zor kullanma olan uygulamalar” olarak tanımlanırsa, bu tanımdan, toplumsal yaşamın içinde birden fazla politika ve bu nedenle birden fazla ekonomi-politik düşüncesi ve uygulaması olduğu sonucu çıkar. Bu sonuç doğrudur; toplumsal yaşamın gerçeği, birden fazla politika ve ekonomi-politik bulunmasıdır.

Toplumsal yaşamda birden fazla ekonomi-politik olgusu var ise, bunlar arasındaki ayrımın ölçütü nedir?

Ekonomi-politik’i ekonomik-politik yapan “bölüşüm” kavramı ise, farklı ekonomi-politikler arasındaki ayırımı bölüşümde aramak gerekir.

Bölüşüm kavramı hemen aklımıza “adalet” kavramını getirir. Adalet kavramı da aklımıza adil-olan ve adil-olmayan ayırımını getirir. O halde farklı ekonomi politikleri ayırmada kullanacağımız kriter adalet kriteri olacaktır. Bunun için de “adil-olan” ve “adil-olmayan” durumları üzerinden, “adalet” kavramını belirlememiz gerekmektedir.

Eğer bütün insanların doğası yaşamaya, bunun için yaşamda kalmaya yönelikse, “yaşamak” bütün insanların doğalarından kaynaklanan bir haktır. Başka bir deyişle, “yaşama hakkı”, temel insan hakkıdır. Bütün insanların doğası sonsuz yaşama yönelikse, insanlar yaşama haklarını kullanabilmek için, yaşam-kalım maddelerine ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyaçlarını karşılayabilmek için yaşam-kalım maddelerini sağlayabilecekleri üretim konularını ve üretim araçlarını mülkiyetleri, yani kontrolleri altında bulundurmak isterler. İnsanlar, canlarını koruyarak ve korudukları canlarını kullanarak elde ettikleri ve birktirdikleri yaşam-kalım maddelerini tüketerek yaşayabilirler.

İnsanların yaşam-kalım maddesi elde etmede kullandıkları “canları”, onların bedensel güçleri (işgücü) ve düşünsel güçleri (bilgi ve deneyim) olarak somutlaşır.  Temel insan hakkı yaşama hakkı olduğuna göre, insanların canlarını kullanarak elde ettikleri yaşam kalım maddeleriyle yaşamlarını sürdürmeleri, onların doğal bir yönelimidir. İşte insanların bu doğal yönelimlerini engellemek amacıyla, onların canlarının ve canları üzerinden mallarının tehdit edilmesi, böylece, canlarıyla elde ettikleri  yaşam-kalım maddelerinin zorla (hatta öldürerek), yani siyaseten ellerinden alınması, “adil-olmayan” bir durumdur. Buna göreceli olarak, insanların canlarının ve canlarıyla elde ettikleri mallarının korunması ise “adil-olan” bir durumdur. Bu durumda toplumsal yaşamdaki çeşitli ekonomi-politikler arasındaki ayırım da belirginleşiyor: “adil-olan ekonomi politikler” ve “adil-olmayan ekonomi politikler”. Adil-olan ekonomi politikler, insanların sadece canlarını (işgücü, bilgi ve deneyim) kullanarak hazine sahibi olmalarını sağlayan, adil-olmayan ekonomi politikler de bazı insanların canlarıyla elde ettikleri ekonomik değerleri, başka bazı insanların siyaseten (yani zorla) ele geçirmek suretiyle hazine sahibi olmalarına olanak sağlayan ekonomi politiklerdir. İnsanların canlarıyla elde ettikleri yaşam-kalım maddelerine, eski çağlarda, yabanıl bir tarzda, doğrudan fiziki güçle el konulurken, el koyma, zamanla “incelip, insanileşerek”, çok katmanlı ve karmaşık siyasi, ekonomik,  hukuki bir sürece dönüşmüştür.

Son Olarak Birkaç Soru

Bölüşüm olgusu ve kavramından haraketle ekonomi-politikleri “adalet” kriterine göre böylece sınıflandırdıktan sonra, güncele yönelik bazı sorularımız var.

Halihazırda “küreselleşme” olarak adlandırılan bir süreç yaşamaktayız.

Acaba halihazırdaki küreselleşmenin ekonomi-politiği nedir?

Acaba halihazırdaki küreselleşmenin ekonomi-politiği adil midir?

Adilse nasıl bir adalet uygulanmaktadır?

Adil değilse nasıl bir adaletsizliğe yol açmaktadır?

Halihazırdaki küreselleşmenin ekonomi-politiği adil değilse, adil olan bir ekonomi-politik nasıl olmalıdır?

Biz, halihazırdaki küreselleşmenin ekonomi-politiğin adil olmadığını, bu nedenle adil bir ekonomi-politik modeli oluşturulmasının, demokrat ekonomi-politikçilerin acil görevi olduğunu düşünüyoruz.

Mehmet Uysal

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir