Emperyalizm ve Askeri Darbeler: Şili ve Türkiye Örnekleri (1-2) -Onur Aydemir

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Emperyalizm ve Askeri Darbeler: Şili ve Türkiye

(I. ve II. Bölüm: “Emperyalizm Nedir?” ve “Şili’nin Yolu”)

 sll1

 

EMPERYALİZM KAVRAMI

Bu yazıda “emperyalizm” kavramı üzerinde durularak olgunun 20. Yüzyılda aldığı biçimlere kısaca değinilecek ve Lenin’in; emperyalizmin kapitalizmin tekelci döneminin siyasal gericilik eğilimi olduğu yolundaki önermesi bağımlı ülkelerdeki siyasal gericiliğin burjuva devlet aygıtının açık silahlı zoru temelinde derinleştirildiği Şili 1973 ve Türkiye 1980 askerî faşist diktatörlük örnekleri üzerinden tartışılmaya çalışılacaktır.

Emperyalizm, odağına devlet ve iktidar problematiği ile bunu koşullayan toplumsal sınıf gerçekliği alınmaksızın anlaşılamayacak olan karmaşık bir dolayımın konusudur. Bu dolayımın aldığı biçimleri kapsamlı olarak tartışan bir açıklamanın bu yazının sınırılarını aşacak olması, tartışmanın kuramsal arka planını –ister sitemez- yaralayan bir eksiklik olarak gündeme gelecektir. Ancak, bir emperyalizm teorisi ve buna bağlı olarak geliştirilecek bir devlet teorisi gerektiren iki farklı düzeyin konusu olan bir tartışmayı bu yazının kapsamına dâhil etmenin olanak dışı olduğu takdir edilebilir.

Günümüzde yaygın biçimde “küreselleşme” adıyla anılan kavram, yirminci yüzyılın ilk yarısında Marksist kuram ve eylem insanları tarafından, açıkça telaffuzunun bile, bir Alman generalinden herhangi bir Britanyalı diplomata varıncaya kadar neredeyse bir utanç vesilesi haline dönüştürüldüğü “emperyalizm” olgusunu ikame eder hale gelmiş bulunuyor. Gerçekte küreselleşmenin günümüzde işaret ettiği olgunun adı çoktan konulmuştur; üstelik onun ifade ettiği ilişkilerin gerçek sahipleri tarafından. Ancak kavramın kendisi, kimi zaman ona yüklenen neredeyse mistik, “gerçeküstü” çağrışımları olduğu gibi kabul eden oldukça oldukça geniş bir yazının büyülü halesiyle neredeyse gözden kaybolmaktadır (Bu konuda ayrıntılı bir tartışma için; Savran, 2008: 13-29). Kavramın açıklamaya yöneldiği olguyu kavramı yeniden soyutlamayı gündeme getirecek biçimde tekrar tartışmayı denemek ise günümüzde neredeyse çağdışılık, “teknoloji karşıtlığı”, sosyalite düşmanlığı, bağnazlık, dahası bir tür “siyasal gericilikle” eşdeğer tutulmaktadır. Örneğin, günümüzde yaygın olarak referans verilen açıklama biçimlerinden birinde David Held, Anthony McGrew ve diğerleri, süreci, “Kıtalar ve bölgeler arası etkinlik, etkileşim ve yetke kullanımıyla, akış ve şebekeler yaratan (…) toplumsal ilişkilerin ve işlemlerin mekânsal örgütlenmesindeki dönüşümün cisimleştiği bir süreç ve süreçler kümesi” (Held vd, 2008: 89) olarak ele alır. Bu tür bir açıklamada, teknolojideki gelişmelerin yarattığı olanaklara örtük olarak merkezî önem atfedilerek teknoloji bağımsız bir değişken gibi ele alınırken, üretim ilişkileri ile üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi arasındaki ilişkinin, “piyasa” olgusunun, teknolojik yeniden üretimin temel bileşenlerinden olan sermaye ile emek arasındaki çelişkinin izine bile rastlanmaz. Bilim ve tarihselliğin, sömürgeci söylemdeki “medeniyet götürme” miti ile eklemlenerek iğdiş edildiği böyle bir anlayış üzerinden karşıtlarını bir tür siyasal gericilikle suçlamak ise (günümüzde sıkça karşılaşılan bir eğilim) ancak en bayağısından bir tür demagojiyle mümkündür. Oysa esas olarak “küreselleşmenin” tekabül ettiği siyasal gericilik eğilimi, ikame ettiği ve içerdiği bütün söylemlerden bağımsız olarak, hiç kuşkusuz küreselleşmenin kendisini doğuran maddi koşullar kadar eskidir. Zira ne sermayenin dolaşımındaki hız, ne küreselleşmecilerin “ilişkilerin ve işlemlerin örgütlenmesindeki dönüşüm” olarak anladığı metalaşma süreçleri küreselleşme ile birlikte ortaya çıkmıştır.

Marx ve Engels, henüz 19. Yüzyılın ortalarında yazdıkları, tarihte bilinen en ajitatif ve aynı zamanda en bilimsel -nesnelliğin ancak üst düzey bir tarafgirliğin neticesi olarak ortaya çıktığı düşünülürse ajitatif olmasının bilimsel oluşunu dışlamadığı daha iyi görülür- politik metinde, aslında burjuvazinin tarihte son derece devrimci bir rol oynadığını ifade ediyordu (Marx ve Engels, 1993: 119). Düşünürlere göre, kapitalizm, üstünlüğü ele geçirdiği her yerde kendinden önceki üretim ilişkilerinin egemen ilişki biçimlerini, değer yargılarını, etik-estetik anlayışını değiştirmişti, başka bir ifadeyle; “burjuvazi, üretim araçlarını ve böylelikle üretim ilişkilerini ve onlarla birlikte, toplumsal ilişkilerin tümünü devrimcileştirmeksizin” var olamamaktaydı (1993: 119-120). Her türden “etkinlik” ve “hız” demagojilerine karşılık, sözü yeniden ustalara bırakalım;

“Burjuvazi, dünya pazarını sömürüsüyle, her ülkedeki üretime ve tüketime kozmopolit bir nitelik verdi. Gericileri derin kedere boğarak, sanayinin ayakları altından, üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı. Eskiden kurulmuş olan bütün ulusal sanayiler yıkıldılar ve hala da her gün yıkılıyorlar (…) Eski yerel ve ulusal yalıtımın ve kendine-yeterliğin yerini, ulusların çok yönlü karşılıklı-ilişkileri, evrensel karşılıklı-bağımlılığı alıyor (…) Burjuvazi, bütün üretim araçlarındaki hızlı iyileşme ile, son derece kolaylaşmış iletişim araçları ile, bütün ulusları, hatta en barbar olanları bile uygarlığın içine çekiyor. Metalarının ucuz fiyatları, bütün Çin setlerini yerle bir eden (…) ağır toplar oluyor. Bütün ulusları, yok etme tehdidiyle, burjuva üretim tarzını benimsemeye zorluyor; onları uygarlık dediği şeyi benimsemeye, yani bizzat burjuva olmaya zorluyor. Tek sözcükle, kendi imgesinden bir dünya yaratıyor” (1993: 120-121). [1]

Burjuva üretim tarzındaki kozmopolit eğilimi, henüz tarihsel gelişmenin şafağında bütün çıplaklığıyla teşhis eden, açığa düşüren, üzerindeki örtüyü çeken, demistifiye eden yukarıdaki muhteşem pasaj, sanırız küresel “etkinlik” ve “dönüşüm” söyleminde “yeni olmayan şeyi” de bütün şeffaflığıyla gözler önüne sermektedir.

Kapitalizmin olağanüstü gelişim temposu, artan meta yoğunluğunun sarmaladığı motor güçlerin temelinde yatan ilişki biçimlerinin izini sürmeyi her geçen gün daha da zorlaştırmakta ve üretim ilişkilerinin yeniden üretiminde ideoloji unsurunu her yeni toplumsal formasyonunun vazgeçilmez bir parçası haline getirmekteydi. Kapitalizm bilimi de geliştirdi. Ayrıca, binlerce yıllık felsefi eleştiri geleneği de ortadan kaybolmadı. Marksist takipçilerden V. Lenin, burjuva iktisatçı Rudof Hilferding’in çalışmasının merkezine aldığı “Finans-kapital” olgusunu açıklamak için kullandığı “sınaî sermaye haline dönüşen mali sermaye” tanımını, eksik bulmakla birlikte büyük ölçüde sahiplendi ve içinde bulunduğu çağı anlaşılır kılmak için onu tarihsel-siyasal bir perspektifle derinleştirerek Emperyalizm çalışmasında yeniden formüle etti (Üst düzey bir bilimsel çalışma olan yapıtın ilgili bölümü için; Lenin, 2009: 43-62).

Emperyalizmi kapitalizmin gelişmesinin doğrudan doğruya sonucu ve o güne kadarki gelişiminin mevcut en yüksek aşaması olarak kavrayan Lenin’e göre, kartel ve tekel nasıl ki belirli bir tarihsel gelişimin sonucuysa (2009: 94-95), esas olarak sermaye ihracına dayanan ve dünyanın devasa tekellerin oluşturduğu mali oligarşinin temsilcileri arasında bölüşülmesiyle ortaya çıkan sürecin kendisi de bir sonuçtur. Lenin, kapitalizmin gelişim evrelerini izleyerek sürecin temel niteliğini saptamıştır. Başka bir ifadeyle, olgunun içerdiği tarihsel biçimleri görünür kılarak onu stratejik planda tartışmış, gelişimine yön veren nitelik belirleyici unsuru bulup çıkarmış, böylece “eğilimden” yola çıkarak geleceğe ilişkin bilimsel bir “çıkarımda” bulunmuştur. Günümüzde Lenin’in Emperyalizm çalışması, her ne kadar bazı araştırmacılar tarafından bütünlüklü bir teorik çalışma olarak sayılamasa da, -bu mantıkla hangi araştırmanın bütünlüklü bir teorik çalışma sayılacağı konusunda sonsuz sayıda spekülasyon üretilebilir- olgunun gelişim seyrini, ilişkilerin aldığı biçimlere dikkat çekerek ve doyurucu sayıda örnek vererek son derece güçlü biçimde açıklamaktadır. Bu bakımdan çalışmanın Marksist tarihsel diyalektik yöntemin parlak bir uygulaması olduğu düşünülebilir. Aynı zamanda Lenin, emperyalizm’e hak ettiği kötü şöhretini kazandıran, dünyanın önemli bir bölümünü emperyalist sömürü ilişkilerinden koparan, bu bakımdan adı “kara liste”nin en üst sırasında yazılı olan bir devrimcidir de…

Kuşkusuz ki tamamlanmış, saf, değişmez bir bilimsel teoriden söz etmek olanaksızdır. Günümüzde kimilerinin söz ettiği türden “bütünlüklü” bir emperyalizm kuramı geliştirmek, içerdiği çok sayıda karmaşık belirlenim ilişkisinin niteliğinden dolayı pek mümkün görünmemektedir. Örneğin, Lenin’in emperyalizm kuramı tartışılırken, sınaî sermaye ile mali sermaye arasındaki ilişkide Lenin’in kendisini sınaî sermaye olarak örgütleyen mali sermaye olgusunu fazla abartarak örneğin borsa’yı ihmal ettiğini düşünenler ve bunu da Lenin’in kuramı geliştirirken Almanya ve daha çok Kıta Avrupa’sı örneğine bağlı kalmasıyla açıklayanlara da rastlamak mümkündür. Bu mantığa göre, örneğin ABD kapitalizminin gelişim koşullarının farklılığındaki temel etken sınaî sermayenin kendisini mali sermaye olarak örgütleyerek günümüz emperyalizmine asıl rengini veren olguyu ortaya çıkarmasıdır. Bu saptamalardan bir bölümü ilk bakışta yerindeymiş gibi görünmekle birlikte Lenin’e dönük eleştirinin dayandığı temel mantık bizce paylaşılmamaktadır. Zira günümüz koşullarından emperyalizme bakan bir görüntünün içereceği ayrıntı ve son çözümde genel görünüm çok daha farklı olacaktır. Kaldı ki, bilimsel çalışmada önemli olan belirleme ilişkisinin niteliğidir. Belirleme her belirlenende temel etkinin farklı izdüşümlerini ortaya çıkartır. Dolayısıyla bilimsel analiz farklı koşullarda sürekli olarak kendini yeniden üreterek, sınayarak, gelişerek derinleştirilmelidir, bu nedenle sosyal bilimlerde analiz olgunun en az bir adım arkasından yürümek durumunda kalmaktadır dersek yanlış olmaz. Tam da bu nedenle emperyalizm statik bir araştırma nesnesi olarak anlaşılamaz. Lenin’in yaşadığı dönemin koşullarına ilişkin değişen ve değişmeyen ögelerden söz edilebilir. Bilimsel araştırmada önemli olan, neyin, ne kadar ve neden dolayı ve hangi yönde değiştiğini saptayabilmek ve buna uygun çıkarımda bulunabilmektir.

Tarihsel materyalist araştırma yöntemine ilişkin tartışmalar, ekonomi politiğin uygulanışına dair ilk elden bir metin göz önüne alınacak olursa, Grundrisse’e kadar götürülebilir. Karl Marx, Grundrisse’de tarihsel materyalist araştırmayla ilgili bir akıl yürütme sunar. Ekonomi politiğin yöntemini araştıran Marx, kendisinden önceki düşünürlerin görüşlerini göz önüne alarak şöyle der;

“(…) Belli bir ülkeyi ekonomi politik açısından incelediğimiz zaman, önce o ülkenin nüfusu, bunun sınıflara dağılımı, kentler ve kırsal bölgeler, kıyılar, üretimin çeşitli dalları, ithalat ve ihracat, yıllık üretim ve tüketim, meta fiyatları vb. ile başlarız. Gerçek ve somut olandan, gerçek önvarsayımdan yola çıkmak, böylece ekonomide sözgelimi tüm toplumsal üretim faaliyetinin temeli ve öznesi olan toplum ile başlamak doğru gibi gözükür. Oysa daha dikkatli bakıldığında bunun yanlış olduğu ortaya çıkar. Toplum, örneğin oluştuğu sınıfları hesaba katmazsak bir soyutlama olarak kalır. Eğer kaynaklandıkları öğelerden, örneğin ücretli emek, sermaye vb.’den haberimiz yoksa bu sınıflar yine boş laftan ibarettir. Bu öğelere gelince, bunlar da mübadele, işbölümü, fiyatlar vb.yi varsayalar. Örneğin ücretli emeksiz, değer, para, fiyat vb.siz sermaye, hiçbir şey ifade etmez. Başlangıç noktamız olarak toplumu almak, o halde, bütünlüğün bulanık ve düzensiz bir tasavvuru olacak, bizim de buradan, daha ileri düzeyde belirlemeler yoluyla, analitik olarak git gide daha basit kavramlara, veri alınan somutlukla hareketle git gide saydamlaşan soyutlamalara doğru ilerlememiz gerekecektir, ta en basit karakteristiklere varıncaya kadar. O noktadan sonra ise, en sonunda yeniden topluma, çok sayıda belirlemeler ve ilişkilerden oluşan son derece zengin bir bütünlük olarak topluma ulaşıncaya kadar aynı yoldan geriye dönmemiz gerekecektir (…) Bilimsel olarak doğru olan yöntem şüphesiz bu ikincisidir. Somut, çok sayıda belirlemenin bir noktada bağdaşması, dolayısıyla çoğulluğun birliği olduğu için somuttur. O halde somut, (…) düşüncede bir hareket noktası olarak değil bir toplama ve birleştirme süreci, bir sonuç olarak ortaya çıkacaktır.” (Marx, 2008: 143-145). [2]

Belirli bir tarihsel dönemi araştırmak, o tarihsel dönem içerisindeki olguyu saptayarak onu bütün çelişkileri ile ortaya koyabilmekle, dolayısıyla olgunun parça-bütün ilişkisi içindeki yerini tayin edebilmekle mümkündür. Bu durum, tarihsel bir süreçte olduğu kadar, o sürecin parçası olan bir insanın toplumsal tarihi için de böyledir. Bir kez bu yapıldıktan sonra somut gerçeklik kendini soyutlamada farklı düzeyler olarak ifade etmeye başlar. Soyutlama, gerçekliğin belirli yönlerini kavrayıp bu yönlere odaklanarak yapılan bir seçme işlemidir. Düşünceden bağımsız, maddi olarak var olan gerçeklik, tarihsel arka planına yönelen eleştiri ile farklı düzeylerde analiz edilerek kendini somut biçimde ortaya koyar. Soyutlama düzeyinde yükseldikçe olgunun farklı yönleri açığa çıkarılarak aradaki ilişkinin niteliği araştırılır. Marksist yöntemin yüksek açıklayıcılık gücü, gerçekliğe yaklaşım tarzındaki bu belirgin farklılıktan ileri gelmektedir.

Kısaca tartışılan bu teorik çerçeve ışığında bir soru gündeme getirilebilir; emperyalizm olgusu klasik emperyalizm teorisinin teorik gereçleri kullanılarak açıklanabilir mi, yoksa yeni teorik inşalar üzerinden geliştirilen farklı bir kavramsallaştırmaya ihtiyaç var mıdır?

Emperyalist sömürü ve tahakküm ilişkilerinin, tarihsel süreç içerisinde klasik sömürgecilik anlayışlarından farklılaşarak süreklileştirilmiş açık işgal ve çıplak zora başvurmaksızın kendini yeniden ürettiği bir aşamaya geçildiğinden söz edilebilir. Bu yöndeki eğilim ve gelişmelere dikkat çeken çeşitli düşünürlerden söz edilebilir (Magdoff, 2005, 2006 ve Harvey, 2008). Klasik emperyalist sömürge stratejisinin, baskı ve tahakkümün açık icrası nedeniyle direnişi artırdığı, artık emperyalist ülkeler açısından kârlı bir süreç olmaktan çıktığı; bunun yerine mümkün olduğu sürece açık işgal yoluna gitmeden, ekonomik sabotaj (Perkins, 2010) ve bağımlılık biçimleriyle (borçlandırma, bağımlı ülkelerde tüketime dönük hafif sanayinin ya da tarıma yönelik üretimin geliştirilmesi, ikili antlaşmalar gibi) emperyalist ilişkilerin içselleştirilmesi yoluna gidildiği söylenebilir. Şekilsel düzeyde tutulan politik bağımsızlığın, bağımlı ülkelerdeki egemen sınıfların fiilen uluslararası sermayenin ortağı olarak örgütlenmesinin yarattığı sömürü ilişkilerini gizlediğini ve esasen Lenin’in emperyalizm teorisinin de kapsayıcılık bakımından klasik sömürgecilik anlayışlarına indirgenemeyeceğini düşünmek mümkündür. Bu açıklama biçimi, özellikle yeni sömürge durumundaki ülkelerde büyük ilgi uyandırmıştır. Türkiye’nin yakın dönem sol hareketlerinde 1960’ların sonlarından itibaren ortaya çıkan Milli Demokratik Devrim – Sosyalist Devrim ayrışmasında ve daha sonraki tavır alışlarda; yeni sömürge devrimlerinin (Kore, Vietnam vb), bağımlılık ilişkilerinin mevcut niteliğinin güncel sınıf analizlerinde yol açtığı tartışmanın ve buna bağlı olarak gelişen farklı siyasal stratejilerin önemli bir etkisi olduğundan söz edilebilir. 1970’lerle birlikte Türkiye sosyalist sol hareketinin ana gövdesini oluşturan yapılanmaların üzerinde geliştirdiği özgün teorik yorumla önemli bir etkiye sahip olan Mahir Çayan’ın, özellikle Kesintisiz Devrim broşürlerinde formüle ettiği tezlerde (Çayan, 2004: 287-440) yukarıda belirtilen güncel yaklaşımlardan önemli ölçüde yararlandığını iddia etmek yanlış olmaz.

Bağımlı durumdaki ülkelerde kapitalizmin geliştirilmesi çoğunlukla emperyalist sömürü ilişkileriyle el ele yürümüştür. Aslında kapitalizm İngiltere dışında hiçbir ülkede kendi içsel-özgün dinamiğiyle gelişmiştir denilemez. Bu durum genel olarak Kıta Avrupa’sı için de geçerlidir. Bir üretim tarzı olarak kapitalizm, 16. Yüzyıldan itibaren, Batı Avrupa merkezli bir olgu olarak ortaya çıkmış, dünyanın geri kalanına buradan yayılmış, 19. Yüzyılın sonlarından itibaren giderek tekelci bir nitelik arz etmeye başlamıştır. Ancak kapitalizmin, sermaye birikimi olanağı bulamayan, Kıta Avrupa’sı dışında kalan kimi “çevre” ülkelerde dışa bağımlı ve çarpık biçimde, doğrudan emperyalizme bağımlı, zayıf ve çelişkili bir hâkim sınıflar ittifakı eliyle yukarıdan aşağıya doğru örgütlenmesi gerekebilmiştir. Emperyalist dönemde kapitalizmin serbest rekabetçi döneminden farklı olarak mütehakkim, uzlaşmaz ve gerici bir karakteri vardır. Bağımlı ülkelerde bu nesnellik, burjuva toplumsal ilişkilerin aşağıdan yukarıya devrimci bir süreçle örgütlenememesinin yarattığı, demokratik biçimlerin tarihsel eksikliği ve hâkim sınıf fraksiyonunun kendini hegemonik bir güç olarak örgütleyememesinin karakterize ettiği sürekli ve yapısal bir krizle iç içe geçmektedir. Emperyalizme bağımlılığın getirdiği ağır sömürü koşullarının, emperyalizmin doğal müttefiki olan tekelci burjuvazinin burjuva-parlamentarist siyasal örgütlenmesini olağan seyrinde yürütememesine ve iktidarını sık sık ekonomi dışı zor biçimlerine başvurarak tahkim etmesine yol açmaktadır.

sll

Şili ve Türkiye gibi yeni sömürge karakterinin belirgin olduğu ülkelerde, 1970’li yıllarda kapitalizmin içine girdiği yapısal krizle birlikte şiddetlenen ve esas olarak emperyalizme bağımlılık ilişkilerinden kaynaklanan bir hegemonya ve meşruiyet bunalımı söz konusu olmuştur. Şili oligarşisinin tarihi aynı zamanda kökleri 1860’lı yıllara dek uzanan emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin de (önce İngiltere ve daha sonra ABD olmak üzere) tarihidir. Türkiye ise ulusal kurtuluş savaşı sonrası kısa bir süre bağımlılık ilişkilerinden kopmayı denemiş, sonrasında gelişen uluslararası konjönktürün de etkisiyle girilen ittifaklar manzumesi içinde ekonomik-askerî-politik bakımdan yeniden bağımlılığa zorlanmış ve giderek bir yeni sömürge ülke hüviyetine bürünmüştür. Emperyalizmle girilen ilişkilerinin karakteri Şili ile Türkiye’de birbirine pek çok yönden benzeyen, esas olarak “sürekli kriz” dinamiği içinde açıklanabilecek siyasal süreçler yaşanmasına neden olmuştur. Bu süreçlerin en göze çarpıcı momentleri ise tarihsel işlevi ancak belirli bir sınıfsal perspektifle birlikte düşünüldüğünde açıkça anlaşılabilecek olan askerî darbelerdir.

 

ŞİLİ’NİN YOLU: ALLENDE VE PİNOCHET

“Cephe” düşüncesi ya da daha doğru bir ifade ile “geleneğinin” Şili’nin özgün tarihsel koşullarından köklenen geniş bir arka plana ve meşruiyet alanına sahip olduğu düşünülebilir. Latin Amerika ve genel olarak yeni sömürge ülkelerde etkili olan ve sömürgeci boyunduruğundan henüz kurtulmuş bu ülkelerin yeniden hâkimiyet altına alınabilmesi amacıyla kurgulanan bir dizi politikanın bir parçası olarak dışarıdan dayatılan “kalkınma” modelleri, kaçınılmaz biçimde bu ülkelerde krizleri tetikleyen bağımlılık ilişkilerini de beraberinde getirmekteydi. Bu bağımlılık ilişkilerinin geniş halk kesimlerinde yol açtığı huzursuzluk ve reaksiyonun biriktiği bir kanal olarak anti-emperyalist, anti-oligarşik birlik düşüncesi de, tarihsel diyalektiğin bir sonucu olarak, geniş mevziler kazanmaktaydı. İşte Şili Devlet Başkanı Salvador Allende, kahramanca ölümünün duygusal hatırasını bir an için bir kenara bırakacak olursak, Cephe fikrinin büründüğü popüler-demokratik niteliğin dışında uzun vadeli-bağımsız bir devrimci yönelişe sahip değildi.

Allende, selefi Hıristiyan Demokrat Frei’nin -ki 1964-70 arasında iktidardadır- reformist-popülist içerikli programının ve bilhassa bu programda yer alan toprak reformu vaadinin tarım oligarşisinin sert muhalefetiyle karşılaşması sonucu tedricen ön plana çıkmıştır[1] (Gonzalez, 2010:77-78). Adayı olduğu ve bir tür geniş cephe mantığının sonucu olan Unidad Popular (Halk Birliği) ya da “Cephe”, köklü Şili Komünist Partisi, ondan daha sonra ortaya çıkmasına rağmen silahlı devrim çizgisini programına alarak hiç de ondan daha az radikal olmadığını gösteren Allende önderliğindeki Sosyalist Parti ve diğer üç küçük partiden oluşmaktaydı; Allende bu ittifakın sağlam desteğiyle, Frei’nin iktidarının ardından girdiği seçimde %36 oy alabilmiştir (2010:77). Her ne kadar seçimi kazanmışsa da, bu birincilik ancak “kılpayı” bir zaferdir. Bununla birlikte, seçimden sonraki politikaları ve özellikle “devletleştirme” uygulamalarının gerektirdiği asgari başlangıç radikalizmi, gerek kendisine yıllar boyu kullanacağı popülist bir söylemin asgari maddi temeli ve taktik manevra alanı, gerekse yüzde 51’e çıkan oy oranıyla işçi sınıfının giderek yükselen desteğini sağlayacaktır. Her ne kadar, bu programın devletçi olmaktan çok popülist bir içerik taşıdığı açıksa da, emekçi sınıflarla hükümetin ve cephenin kurduğu ilişkiyi güçlendirmesi ve Allende iktidarının 1973’e kadar ayakta kalmak için ihtiyaç duyacağı o çok önemli halk desteğine kan vereceği de gerçektir.

Küba Devrimi önderi Fidel Castro’nun Şili ziyareti sırasında Salvador Allende ile birlikte katıldığı bir radyo programı ironik bir diyaloğa sahne olmuştur.[2] Allende, Küba ile Şili arasındaki farklılıkların altını her fırsatta çizerek, Şili’de burjuva demokrasisinin yarattığı olanaklarla halkın bilinçlendirilerek demokrasinin sınırlarının daha da genişletilebileceği, böylelikle devrimci bir dönüşümün parlamenter demokrasi yoluyla olanaklı hale geleceğinin altını çizmekte ve Amerika kıtasının en eski komünist partisine sahip bir ülkenin yurttaşı olmakla iftihar etmektedir. Fidel Castro ise, her ne kadar Allende’nin “farklılıklar” ve “başkalıklar” üzerine kurduğu retoriği büyük bir “nezaketle” dinlemekte ise de, sivil toplumun yeterince gelişmediği, siyasal alanın zora dayandığı kendi ülkesi Küba’da bile emperyalizmin müthiş bir direniş sergilediğini, mücadelenin bir aşamasında emperyalizmle muhakkak doğrudan hesaplaşmak zorunda kalındığını belirtmekte ve eklemektedir; “Yoksul katmanların en geri kesimlerini ve orta katmanları demagojiyle kazanmayı hedefleyen, bizim faşist olarak nitelediğimiz bir süreç bu. (Bu kesimler) Halk Birliği ve Şili Halkının ileri götürmeyi arzuladığı yapısal değişimlere boyun eğecekler mi?” (Castro, 2008: 401). Küba önderinin, “duru gökte çakan bir şimşek gibi” parlayarak söyleşinin üzerinden geçen bu keskin saptaması, Salvador Allende’nin halka, hükümete ve halkın kahramanca karşı koyuşuna yaptığı bir tiradla ortadan kaybolmuş, ancak gözden kaçan bu itirazın geçerliliği tarihsel olarak kesin biçimde kanıtlanmıştır.

Salvador Allende hükümetinin üç yılında; Frei’nin tamamlayamadığı tarım reformu derinleştirilerek 6,4 milyon hektarlık 4.401 tarım mülkü 250 bin kişiye dağıtılmış, GSH %3,7 ekonomi ise %7,7 oranında büyümüş, işsizlik %8,3’ten %3,8’e inmiş (1970-1971), işçilerin alım gücünde %57,45 artış olmuş, kırsal kesimde sendikalı sayısı 114 binden 230 bine yükselmiştir (Marin, 2008: 415-416). Bakır ve nitrat madenlerinin devletleştirilmesi, ekonomide geniş çapta bir dönüşüm programının başlatılmasının ve işçilerin sosyalizm idealiyle fedakârca çalışmalarının bu nispî refah artışında büyük bir rolü olduğundan söz edilebilir.

Ancak, devrimci bir dönüşüm sürecinin doğru analiz edilebilmesinde salt iktisadi verilerden yararlanmak çoğu zaman yanıltıcı olabilir. Zira bu dönüşümler gerçekleştirilirken daha çok işçilere, yoksul köylülüğe ve burjuva devlet aygıtına dayanıldığı, üretim ilişkilerinin maddi temeline ise sızılamadığı görülmektedir. Ayrıca, burjuvazinin tarihsel yönetme pratiklerinin yarattığı psikolojik üstünlükle yönetilen sınıfların üzerinde yarattığı dolaylı psikolojik baskı faktörü açısından bakıldığında, mücadelenin gerektirdiği nihaî hesaplaşmanın kesin zamanı işçi sınıfı tarafından tayin edilememekte, iktidar sorunu ve bağlı olduğu emperyalizm olgusu açıkça gündeme getirilmemekte, bunun doğrudan sonucu olarak emekçi sınıflarla burjuvazi arasındaki tarihsel dengeye dayalı güç ilişkileri aynen yeniden üretilmektedir. Gramsci, Rosa Luxemburg’un çizgisini eleştirdiği ve “mevzi savaşı” ile “manevra savaşını” askerî tarihten örnekler vererek açıkladığı bir fragmanında, “Hakikat şu ki kişi, düşman karşısında daha en baştan ezici bir üstünlüğe sahip olmadıkça savaşın biçimini kendisi istediğince seçemez” der (Gramsci, 2010: 276). Başka bir ifadeyle, bir çatışmanın karakterini, savaşın nesnel koşulları ve eldeki kuvvetlerin somut, bütünsel ilişkisi belirler. Bu bakımdan, sivil toplumun üstyapıları, modern savaşların siper sistemleri gibidir; savaşta yoğun bir topçu ateşinin düşmanın bütün savunma sistemini çökertmiş gibi olduğu durumlar yaşanabilir, ancak çoğu zaman çözülen yalnızca dış çeperdir (2010: 271-273). Bu bakımdan, Castro’ya karşı Allende tarafından “burjuva parlamentarizminin olanakları” olarak olumlanan şey, ancak işçi sınıfının siyasal kapasitesini bütünüyle yaşama geçirebildiği üst düzey bir örgütlenme formuyla paralel olarak geliştirilebilecek olan, devrimci yaratıcılığın tepe noktasında cereyan etmesi gereken ve doğrudan doğruya burjuva sivil toplumunun örgütlenme yapılarını karşısına alarak onu birer birer ele geçirmeye dayalı bir savaş biçimini göze alan nesnel koşulların tümüdür. Dolayısıyla, “burjuva parlamentarizminin olanakları”, ikili iktidar perspektifinin yaratılamaması ve işçi sınıfının kolektif eyleminin mücadelenin kendi içinden çıkacak öz örgütlülüğü içinde çoğaltılamaması nedeniyle aynı zamanda Salvador Allende’nin sonunu hazırlayan şey olmuştur.

sll2

Denilebilir ki, Salvador Allende, uyguladığı ekonomik dönüşüm programıyla, burjuvazinin yalnızca en radikal ayrıcalıklarına saldırmış ve aslında onun doğrudan emperyalizmle ilişki içinde ve dolayısıyla hegemonik olan unsurunu; çatı unsurunu, bütün diğer parçalarını kendisine tabi kılan ve muhtemel bir çatışmada son sözü söyleyecek olan unsurunu, yani tekelci kanadını zorunlu olarak karşısına almıştır. Böylece Allende, farkında olmadan kendi parlamenter-kurumsal siyasal iktidarının ve dolayısıyla iktidarının dayandığı asgari yasallık temelini oluşturan devlet biçimi ve hükümet şeklinin maddi koşullarını da ortadan kaldırmaya dönük bir hamlede bulumuştur. Gerçekte, çerçevesini emperyalist bağımlılık ilişkilerinde tekelci burjuvazinin çizdiği parlamenter ilişki biçimleri, devletin sosyalist bir dönüşüme cevaz vermediği oranda daha fazla dengede tutulamayacağından, Allende de dünyada pek çok örneği görülen sosyalist siyasal iktidar partileriyle aynı akıbetle yüzleşmek zorunda kalıyordu, bir tercih yapmak zorunda kalıyordu; sağcılaşmak ya da devrim yapmak!

Bununla birlikte, burjuvazi, Allende’nin ekonomik dönüşüm programını sabote etmek için o bilinen kadim sınıf refleksini (ki işçi sınıfı dışındaki bütün sınıflar esas olarak somut maddi çıkarları etrafında kümelendikleri için örgütlenmelerinin iç çeperi son derece sağlamdır) dolayısıyla elindeki her türlü ekonomik-siyasal aracı kullanıyordu. Buna, ABD’nin dünyanın her yanında giriştiği ve son örneğini Chavez’in Bolivarcı devriminde gördüğümüz seçimleri sabote etmek, muhalefet hareketlerini açıkça desteklemek, askeri darbe teşebbüsü, ekonomik ve politik tecrit gibi metodları da eklemek gerekir. [3]Ancak, Allende ve Halk Cephesi iktidarı, her türlü sabotaja rağmen, işçilerin de siyasal yaşamın öznesi olmak doğrultusunda bir sınıf refleksi geliştirerek hareket edebilmeleri ve gerektiğinde inisiyatif kullanarak kendi siyasal kapasitelerini ortaya koyabilmeleri sayesinde bir süre daha ayakta kalabilmiştir. Kısaca ifade etmek gerekirse, birlikçi hükümeti, burjuvaziyle “sınıf uzlaşması” safsataları değil, işçi sınıfının, gerektiğinde en yoksul ve uzlaşmaz kesimlerine başvurularak yürütülen ve tümüyle siyasal nitelikli ekonomik-demokratik mücadele biçimleri (gerekirse fabrikaları işgal ederek üretim yapmak, marketlerin kepenklerini zorla açtırmak, sağlık hizmetlerini sağlamak için hastaneleri açık tutmak gibi) ayakta tutmuştur. Böylece işçi sınıfının devrimin maddi gücü olması esprisi, çeşitli örneklerle bir kez daha kanıtlanmış oluyordu. İşçi sınıfı yaşamın kendisini yeniden ürettiği için bu güç onun elinde devrimci bir silaha dönüşmekteydi. İşçi sınıfının yaratıcı kapasitesinin sosyalist bir demokrasi deneyimi sırasında her anlamda geliştiğini (üretim, askeri, teknik vb) belirten Gramsci, İtalya’daki fabrika konseyleri deneyimini anlattığı bir fragmanında, işçi sayısının azalmasına ve işgücünün niteliğinin düşmesine rağmen iradî olarak sürecin nasıl kontrol edilebildiğine ilişkin şunları söyler;

 

“İşgücü azaldı (…) işçiler fabrikalardan ayrılmış olan teknisyenlerin ve beyaz yakalı işçilerin çoğunluğunun yerini doldurmak zorunda kalmıştı. Tüm bunlara rağmen üretim eski düzeyinde seyretti ve çoğun onu geçti. Fiat’ta işgal öncesine kıyasla daha fazla araba üretildi (…) Kitlelerin gizli güçlerinin ne denli sınırsız olduğuna, kitleler arasında kendi kaderlerinin hâkimi ve efendisinin yine kendileri olduğu yolunda bir kanaat kök salar salmaz, bu gizli güçlerin nasıl açığa çıktığına ve hızla geliştiğine inanmak için bu ve buna benzer diğer görüntüleri görmek zorunluydu” (Gramsci, 2010: 131-132).

 

Keza Marx, daha genel planda yaptığı bir analizde, henüz Komün’le ilgili yazılarında, işçilerin yaratıcı eserine olan inancına değinir;

“Komün, sürekli ordu ve devlet memurculuğu gibi iki büyük gider kaynağını ortadan kaldırarak, bütün burjuva devrimlerin o ucuz hükümet sloganını gerçekleştirdi. Komünün varlığı bile sınıf egemenliğinin, hiç değilse Avrupa’da, olağan yükü ve vazgeçilmez maskesi olan krallığın yokluğunu ön gerektiriyordu. Komün cumhuriyete gerçekten demokratik kurumlar temelini sağlıyordu (…) Komünün gerçek gizemini onun her şeyden önce bir işçi sınıfı hükümeti, üreticiler sınıfının sahiplenenler sınıfına karşı yürüttüğü savaşımın bir sonucu, ensonu bulunan ve Emek’in iktisadî kurtuluşunun gerçekleşme olanağını sağlayan siyasal biçim alması oluşturur”[4] (Marx, 1991: 61)

İktidarının, erken dönem radikalizmiyle asgari meşruiyet zeminini yarattığı kısa bir süreliğine devrimci bir hüviyet kazanmasına rağmen, Salvador Allende hükümetinin, kısa sürede ideolojik bir işlevle donanarak, emekçi sınıflarla kurduğu yakın işbirliğini mevcut sisteme dönük yıkıcı, kökten bir eleştirinin önünü tıkamak yolunda kullandığı iddia edilebilir. Allende, halk ve sosyalizm vurgularını giderek demagojik bir söyleme dönüştürmekte ve bu eklektik söylemiyle onu basit bir retoriğe indirgemektedir. Allende, ne kadar iktidar sorunundan sürekli olarak kaçsa ve devletin niteliğinin açıkça sorgulanmasından dikkatle imtina etse, iktidar sorunu güncel mücadele içinde ortaya çıkan ikili iktidar perspektifiyle kendisini o kadar şiddetli dayatmaktaydı. Zira merkezîleşmiş, açık bir düşmana ve kendisini örgütleyen somut hedeflere sahip olan burjuvazi, tepkilerinde Allende’ye göre çok daha bilinçli ve kararlıydı. Kamyon sahiplerinin ve aralarında doktorların da bulunduğu çeşitli iş kollarından sağlanan geniş katılımla çıkılan “grevler”, ancak işçi sınıfının öz örgütlenme birimleri olan ve mücadele içinde kendiliğinden gelişen bir komite formu olan “cordon”ların aktif biçimde karşı koymasıyla hükümet açısından siyasal bir felakete dönüşmeden önlenebilmiştir. Ancak Salvador Allende, işçilerin kitlesel militanlığına ve mücadelenin getirdiği bu nesnelliğe dayanmak yerine çareyi sıkıyönetim ilan ederek devleti tahkim etmekte bulmuştur. Allende hükümeti bir yandan kapitalist çevreleri tatmin etmeye çalışırken diğer yandan kendi iktidarının dayandığı yegane güç olan işçi sınıfının taleplerine karşı giderek daha müsamahasız olmaktadır.

Süreci, Cephe hükümetlerine destek vermiş bir işçi şöyle anlatıyor (Gonzalez, 2010: 109);

 

“Bence, verilen tavizler hükümetin sağa kaydığını gösteriyor. Oysa önünde başka bir seçenek vardı: Kitlenin desteğini kazanmaya çalışmak ve en başta hazırlanmış olan Halk Cephesi programını uygulamaya koymak. Fakat onlar bunu yapmaya asla niyetlenmediler. Sonuçta kitleler olayların dışında bırakıldı ve sorunları aşmaya çalıştıklarında da zalimce bastırıldı. Şimdi sağcılar kutlama yapıyor olmalı. Sadece sağ radyoları dinlemek bile, coşku içerisinde olduklarını anlamanıza yetecektir.”

 

Salvador Allende’ye destek veren, dahası onunla birlikte hareket eden sendikalar da, hükümetin kendisiyle birlikte bu süreçte sağcılaşmaya başladılar. Bu olgu nesnel olarak işçilerin kendi hareket kabiliyetlerini artırmak adına öz örgütlenme formlarını yaratmalarını ve kitle inisiyatifini zorlamalarını gerektirdiyse de, burjuva parlamentarizminin yarattığı ideolojik kuşatmanın yarılamamasından dolayı bu görev hiçbir zaman başarılamadı. Bu noktada Lenin’in Ne Yapmalı’da formüle ettiği, partinin ideolojik önderliğinin esas olduğuna dair öngörüsünün; sıkça eleştirildiği gibi zorbaca bir vehimden değil, kâhince bir politik kavrayış derinliği ve muazzam bir taktik esneklikten ileri geldiğini görmekteyiz. Lenin, somut sorunlar karşısında güncel ve acil politikalar önermeyen, susan, karnından konuşan, tutarsız, genel geçer doğrular söyleyerek tartışmadan kaçan siyasal hareketlere, oportünist bile değil, açıkça “kuyrukçu” demektedir (Lenin, 2010: 60). Buna göre, bilinç seviyesinin düşüklüğü somut ve “özgül” koşulları doğru düzgün analiz edememekle kendini gösterir. Her koşulda asıl olan şey, “bütünün bir parçası olarak reformlar uğruna mücadeleyi, özgürlük ve sosyalizm uğruna mücadeleye tabi” kılmaktır (2010: 73). Lenin, her ne kadar “elle tutulur sonuç” vaat etmese bile, mevcut hükümet şekli ve hatta devlet biçimine karşı da siyaset yapmak gerektiğini söyler. Allende hükümetinin savrulduğu politik konum ise bunun tam tersi olmuş, giderek sınıf mücadelesinin somut gerçekliğinden kopmaya başlayarak siyasal hareketin (acil politik eylemin mevcudiyetini gerektiren güncel sınıf realitesi) gerisine düşen Cephe hükümeti, işçi sınıfının gündelik taleplerini burjuvaziyle bir denge politikası içinde, kimi zaman “sus payı” vererek, kimi zaman elindeki polis ve sendikal aygıt aracılığıyla zorlayarak, kimi zamansa reformist politikalara angaje ederek gerçek içeriğinden koparmaya çalışmıştır.

Bütün bunların üzerine bir de “sıkıyönetim” ilanları gelmiştir. Allende hükümeti tam üç defa sıkıyönetim ilan etmiş, her defasında burjuva devletinin bir aygıtı olan –ve Türkiye gibi ülkelerin aksine tarihte hiçbir radikal-devrimci atılımı sonuna kadar götürme iradesi gösterememiş, bir başka ifadeyle “rüştünü ispatlayamamış” olan- Şili ordusu giderek gündelik yaşamın içine sokulmaya başlamıştır. Kabinelerde generallere yer veren Salvador Allende, ordunun tarafsız ve “anayasal” çizgisine güvenmekte, toplumsal yaşamın militarize edilmesine ilişkin gerçeklik de böylece Allende hükümetinin ordu üzerinde sol-sosyalist (ve anayasal!) bir denetim kurduğu yolundaki kalpazanca aldatmacasıyla kamufle edilmeye çalışılmaktadır. Bu trajik ironiyi Gonzalez şöyle özetlemektedir; “Daha önce hiçbir profesyonel ordu, sömürüye karşı mücadelede (…) kendisinin ayakta tuttuğu burjuva devletine yönelik savaşta, işçi sınıfını desteklemiş miydi ki? (Gonzales, 2010: 110).

Gerçekten de, Salvador Allende’nin parlamentarizmi adeta bir takıntı haline getirdiği ve burjuva devlet aygıtının sınıfsal niteliğini fazlaca görmezden geldiği söylenebilir. Faşist bir askerî darbeye aylar kala, kendisine darbenin tezgahlanmakta olduğu haberini veren devrimci subaylara “teşekkür ettikten” sonra hiçbir şey yapmamış, bununla birlikte “yasal” ve “olağan” prosedürü işleterek söz konusu devrimci subayları darbeci üstlerine teslim etmiştir! Darbeci “üstleri” de yasal ve yasal olmayan “prosedürleri” işletmekte hiçbir tereddüt göstermemişlerdir. Bu eşi görülmedik yasalcı naiflik (belki bir eşi Bülent Ecevit’in 1978 yılındaki hükümet olduktan sonra faşist katilamları aydınlatan Pol-Der’li polislerin listesini alarak onları sürgüne göndermesi olarak düşünülebilir) ilginçtir ki kendini “Chavez’ci askeri devrim’e” fazlasıyla kaptırmış Raby tarafından “yeterince temkinli davranılmaması” ve Şili ordusuna karşı “yeterli hoşgörünün” gösterilmemiş olmasıyla eleştirilmektedir. Raby, Gonzalez’in geç kaldığı için hayatî bir eksiklik olarak gördüğü halka silah dağıtılması uygulamasını Şili ordusunu tahrik ettiği gerekçesiyle yanlış bulur ve itiraz eder (Raby, 2007: 278). Ayrıca Şili ordusunun Prusya’cı niteliği onun atama-terfi halkalarına müdahale edilememesine ve dolayısıyla Allende’ci subayların tasfiyesine yol açmıştır. Oysaki kendisi de bir asker olan Hugo Chavez ordu içinde kadrolaşarak Venezüella’da devrimci bir süreç başlatmaktadır.

Prusya tipi orduların dünya üzerindeki alternatifi olarak günümüzde NATO ordularını düşünmek mümkündür. NATO ordularının ise eğitim, doktrin, askeri teçhizat ve uzmanlar aracılığıyla ABD hükümetine bağlı birer iç savaş ordusu olarak yetiştirildiğinin pek çok örneği gösterilebilir. Bu örneklere en çok Latin Amerika ülkelerinde rastlanır. Bu noktada daha yaşamsal olan, Allende’nin içine düştüğü-düşürüldüğü parlamentarizm bataklığının yıllar sonra nasıl olup da daha naif bir yasalcı-kurumsalcı açıklamayla eleştirilerek tersyüz edilmeye çalışıldığıdır. Zira burjuva devletin organları, son tahlilde burjuvazinin çıkarlarına hizmet eder. Burjuva devlet aygıtının kurumsal-yapısal ve felsefi açıdan kendisini tartışma konusu yapmaksızın, daha doğrusu onu verili ve ebedi kabul ederek, salt hükümet değişiklikleriyle gerçekleşen bir süreci Lenin de bir tür yağma ve ganimet paylaşımına benzetir (Lenin, 1994: 38-39).

Alternatif bir toplumsal örgütlenme modeli ancak devrimci sürecin içinden çıkar ve yeni bir toplumsal iktidarın kurumlaşmasının kendine özgü örneklerini verir. Mevcut güç ve egemenlik biçimlerinin bir görünümü olan egemen kapitalist devlet aygıtı ise devrimci sürecin belli bir anından sonra iktidar sorunun konusu haline gelir. Mevcut devlet aygıtının ve onun içinde örgütlendiği burjuvazi ile müttefiklerinin, işçi sınıfının ve genel olarak halkın talepleri karşısında giderek otoriter biçimlere büründüğü bir saflaşma oluşur. Genel kuraldan ayrılan bir istisna olsa da, işçi sınıfının örgütlü politik mücadelesinin nitelik değişimi aşamasının basamağında durduğu bir anda, devlet aygıtının geçici olarak tarafsızlaştırılması gündeme gelebilir; başka bir ifadeyle, geçici bir “pat” durumu yaşanır. Marksist klasikleri alıntılayarak devlet sorunsalını tartıştığı eseri Devlet ve İhtilal’de Lenin durumu şöyle özetler (1994: 21);

 

“Bununla birlikte, istisna olarak, savaşım durumundaki sınıfların denge tutmaya çok yaklaştıkları öyle bazı dönemler olur ki, devlet gücü, sözde aracı olarak, bir zaman için bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık durumunu korur.”

 

Gonzalez’in makalesinden, Şili’de bu duruma 1973 Temmuz-Ağustos aylarında ulaşıldığı anlaşılmaktadır. Ancak bu sürece gelinirken, burjuvazinin ekonomik sabotajları ve dış baskı sonucu ücretlerin reel alım gücünün 1971’in de altına düştüğünü, bir darbe girişiminin atlatıldığını (Santiago Tank Alayı 29 Haziran’da başarısız bir darbe girişiminde bulunmuştur), Allende hükümetinin halk desteğinin giderek azaldığını, yaşanan ekonomik darboğazının maliyetinin giderek daha çok işçi sınıfına yüklendiğini akılda tutmak gerekir. Dolayısıyla, bütün bu tarihsel koşullara karşın, kendini demokratik muhalefetin en önüne koyarak iktidar alternatifi olarak ayrıştırabilecek devrimci bir öznenin yaratılamadığı (Gonzalez, 2010: 124-130), devrimci inisiyatif eksikliği ve yokluğu koşullarında emperyalizmin ve onunla birlikte hareket eden sınıf ittifakının general Augusto Pinochet liderliğinde askeri-faşist bir cuntayla, doğrudan başkanlık sarayı Moneda’yı bombalayarak (Salvador Allende Moneda’da canına kıyan ikinci Şili devlet başkanıdır) ve sonraki süreçte 30 bin insanı vahşice katlederek yönetime el koyduğu söylenebilir.

Böylece, Şili; “(…) bir halk iktidarının Güney Amerika’da bile parlamenter rejimin sınırları içinde mümkün olabileceğine ilk ve tek örnektir. Ama aynı zamanda, ABD’nin gölgesindeki Latin Amerika’da, anti-emperyalist hiçbir rejim değişikliğinin dış müdahale ihtimalini tümüyle bertaraf etmeksizin varlığını sürdüremeyeceğinin de trajik bir örneğidir” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, 1988: 1463) olarak ortaya çıkmaktadır. Gonzalez’in tek cümlelik eşsiz özetiyle; “Darbe gerçekleşti, çünkü Şili’de sınıf mücadelesinin ulaştığı seviye, burjuva toplumunun varlığını tehdit edecek noktaya yaklaşmıştı (…) Halk Cephesi koalisyonu, işçileri işçilerden kurtarma kaygıları yüzünden işçi sınıfını darbe karşısında silahsız ve çaresiz bıraktı. (Gonzalez, 2010: 139-140). Böylece Şili, dünya genelindeki neo-liberal politikaların laboratuvarı haline dönüşmesi için hazır duruma getirilmekteydi.

 

Onur Aydemir

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir