Emperyalizmin Suriye’ye Saldırısı ve Türkiye-Mehmet Ali Yılmaz

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Emperyalizmin sömürgeci politikalarına ve saldırılarına karşı çıkmayanlara devrimci

denilemeyeceğini unutmamalıyız.

maliyilmaz@anafikir.gen.tr

 

EMPERYALİZMİN SURİYE’YE SALDIRISI VE TÜRKİYE

SURİYE VE BAAS

1516–1918 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altında kalan Suriye, Birinci Paylaşım Savaşından sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte Fransız mandası haline getirildi. 1943 yılında Şam’da kurulan Baas Partisi Fransız sömürgeciliğine karşı milliyetçi fikirler ve politikalar savunuyordu. Suriye’nin 1946 yılında bağımsızlığına kavuşmasından sonra; 1953’te Suriye Sosyalist Partisi ile birleşen bu parti, Arap Sosyalist Baas Partisi adını aldı. 1963 senesinde gerçekleştirilen bir darbe ile de Baas rejimi hayata geçirilmeye başlanıyordu. Baas ideolojisi ile Arap milliyetçiliği, İslamcılık, bağlantısızlık politikası, anti-emperyalizm ve “sosyalizm” sentezlenmeye çalışılmaktaydı. Bu sentezde İslami yanın milliyetçiliğe göre çok daha zayıf olduğunu ve laikliğin öne çıktığını söyleyebiliriz.

Bu sentezin nasıl bir içeriğe sahip olduğunu daha net anlayabilmek için Niyazi Berkes’in 1965 yılında, Baas’ın olgunlaşma döneminde, yaptığı bir değerlendirmeyi sunmak yerinde olacaktır:

“Bu partinin ideolojisinde İslamlık, milliyetçilik ve sosyalizmin üçü de gerçekten acayip niteliklerle birbirine bulanmış halde. Her biri hakkında bizim alıştığımız belirli açılardan bakıldığı zaman-Ba’ath (Baas) ne İslamcı, ne milliyetçi, ne de sosyalisttir. Belki daha yerinde bir deyişle, Suriye toplumunun kendine yol bulma çabalarındaki çırpınmalarının bir kakafonisi.” (Niyazi Berkes; İslamlık, Ulusçuluk, Sosyalizm; s.42).

Mısır’da Nasır’ın öncülüğünde en parlak dönemini yaşayan bu ideoloji, 20. yüzyılın ortalarında Arap dünyasını derinden etkilemiştir.

Suriye 1958 yılında Mısır ile birleşerek Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin ortaya çıkmasını sağlamışsa da bu birlik çok geçmeden 1961’de dağıldı. Çünkü Osmanlı hâkimiyetinin sonuçlanmasından sonra emperyalizmin cetvelle bölerek yarattığı Arap devletleri, İkinci Paylaşım Savaşı’nın sonuna kadar manda devletler olarak yaşadılar. Mandalıktan kurtulmalarından itibaren de emperyalistlerin kurguladıkları şekilde varlıklarını sürdürmeyi tercih ettiler. Özellikle Nasır’ın birlik çabaları, Ortadoğu’nun büyüyen çıbanı İsrail tehlikesine rağmen başarılı olamadı.

“Başarılı olsaydı, Nasır’ın Arap siyaseti bir Mısır İmparatorluğu yaratabilirdi. Toprağa tarihsel bağlılıktan ve manda sonrası devlet yapısından çıkan bölgesel milliyetçilik, Arap milliyetçiliğinin diğer biçimleriyle, özellikle Suriye ve Irak’ta laik milliyetçilikle açığa çıktı. Bu durum, Baas Partisi’nin felsefesiyle ifade edilmektedir. Baasçı millet kavramı daha etnik, bölgesel ve laik ve çok daha az İslamidir. Baasçı düşüncede İslam, Arap milliyetçiliğinin tamamlayıcı bir parçasıdır; aynı şey, 1950’den sonra Türk milliyetçiliği için de doğrudur.” (Prof. Dr. Kemal H. Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Ortadoğu’da Millet, Milliyet, Milliyetçilik, s.195–196.)

Suriye’deki Baas’ın laik kesimlerin ve Alevi azınlığın belirleyici yönetimleri altında olduğunu söyleyebiliriz. Saddam’ın Baas’ı ise laik Sünnilerin yönetimi altındaydı.

SURİYE’NİN DEMOGRAFİK YAPISI

Birinci Paylaşım Savaşı’nda Osmanlı’dan koparılan Suriye’nin sınırları da diğer Arap ülkeleri gibi emperyalistler tarafından cetvelle çizildi. Bugün bu ülkenin nüfusu 23 milyon civarındadır. Bu nüfusun % 12-15’ini Aleviler, % 70’ini ise Sünniler oluşturtmaktadır. Hristiyanlar’ın oranı % 15 kadardır. Ülke nüfusunun ezici çoğunluğu Araplardan meydana gelirken Kürtlerin nüfusunun 1,5 milyona yaklaştığı ileri sürülmektedir. Binli yıllardan beri Türkmenlerin de yaşadığı bu ülkede işsizlik en önemli sorunlardandır. Kişi başına düşen gelir yaklaşık 2.400 dolardır.

ABD EMPERYALİZMİNİN YENİ STRATEJİSİNDE ORTA DOĞU VE SURİYE

ABD emperyalizmi 21. yüzyıl koşullarında yeni sömürgeci politikalarını geri bıraktırdıkları ülkelere kabul ettirebilmek için işgal ve zorbalık dâhil her yola başvurmaktadır. ABD, öncelikle IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar vasıtasıyla krediler açtırarak, doğrudan borçlandırarak, yardımlar organize ederek bu ülkeleri hegemonyası altına alma imkânlarını yaratmaya çalışır. Kültür ve ideolojiyi kullanarak veya çeşitli paktlar oluşturarak söz konusu ülkeleri kontrolü altına alma yolunda adımlar atar. Bu tür yolların yetersiz kaldığı durumlarda ise Birleşmiş Milletler gibi saldırıların “meşruiyeti”ni sağlayan örgütleri de kullanarak askeri saldırılar dâhil her yola başvurabilir.

“Renkli Devrimlerin” gerçekleştirildiği ülkelerde demokrasi ve insan haklarını sağlamayı vaad ederek kitleleri harekete geçiren emperyalist güçler ve ülke içindeki işbirlikçilerinin bu devletleri nasıl talan ettiklerini, halkı hangi vaatlerle aldattıklarını bütün dünya gördü ve yaşadı. Günümüzde ise Orta Doğu’da, Büyük Orta Doğu Projesi’nin hayata geçirilebilmesi için, dinci-gerici örgütler başta olmak üzere muhalifleri yönlendirerek ülke içinde çatışmalar yaratılmakta ve daha sonra da demokrasiyi kurmak, özgürlükleri gerçekleştirmek ve insan haklarını sağlamak adına harekete geçmektedirler. Emperyalistlerce kurban seçilen ülkede yer alan etnik ve dinsel yönden farklı kesimleri kışkırtarak; işbirlikçisi mevcut yönetici elitin yolsuzluklarını, hırsızlıklarını açık ederek; yoksulluktan bunalan geniş halk kesimlerinin sokağa dökülmesini kolaylaştırmakta ve böylece iç savaş çıkartarak stratejik hedeflerine ulaşmayı amaçlıyorlar. Bu arada gerçekten demokrasi ve özgürlük isteyen halk kitlelerini de bu kirli amaçlarına alet etmektedirler.

Ortadoğu petrollerini ve doğal gazını ele geçirmek ve bu bölgeyi emperyalist stratejisinin gereği olarak yeniden biçimlendirmek amacıyla, 2003 yılında başlatılan Irak işgali ile birlikte ABD ve ortakları Suriye üzerinde hesaplar yapmaya başlamışlardı. İsrail’in kuruluşundan (1947) itibaren Batılı güçler kendi çıkarlarının ortağı olarak hep bu devletin bölgede güç kazanmasını istemişler ve attıkları her adımda İsrail’in bölgesel çıkarlarını kollamışlardır.  Irak işgalinden sonra da aynı amacı güden ABD, Suriye’deki muhalif hareketlerle ilgilenmeye başlamış, İsrail’in tahriki ve desteği ile bu ülkeyi sıkıştırma yolunu seçmişti.

ABD- İsrail ekseni Suriye’nin Filistinlilere ve Hamas’a verdiği desteği geri çekmesini, Lübnan’daki Hizbullah örgütünü yalnız bırakmasını ve böylece Filistin ve Lübnan’ı İsrail’in insafına terk etmesini istiyordu. Ayrıca İran ile dayanışma içinde olmaması gerektiği, İran’ın bölgede yalnızlaştırılması ve Irak’a Suriye’den malzeme ve savaşçı geçişinin engellenmesi için baskı kurulmaya çalışılıyordu.

Batılı emperyalistlerin, “Arap Baharı” olarak adlandırdıkları Mağrip ülkelerinde başlayan ayaklanmalar zinciri dalga dalga doğuya, körfez ülkelerine yayılmaya başlamadan çok önce CIA görevlisi Graham Fuller ve I. O. Lesser’in birlikte yazdıkları “Kuşatılanlar: İslam’ın ve Batının jeopolitiği” adlı kitapta; Orta Doğu ülkelerinin karşılaşacağı başlıca toplumsal gelişmeler ve emperyalizmin bölge ile ilgili politikalarının etkili bir biçimde hayata geçirilmesinde hangi ideolojiyi ve kesimleri kullanacaklarını ortaya koymaktadırlar:

“Çağdaş Müslüman âleminin siyasi gerçeklerinden biri, mevcut rejimlere muhalefette en muhtemel ve etkili kaynakların İslami kaynaklar olmasıdır. Genel olarak bunlar, kamuoyu nezdinde daha geniş bir meşruiyet taşır ve taban destekleri ve diğer partilere oranla daha güçlüdür. Siyasal sistemler birbirleriyle rekabet halindeki çok çeşitli unsura açık olmadığı takdirde, otoriter rejimler çöktüğünde onların yerini alma ihtimali en yüksek olan hareket İslamcılardır. Mısır ve Cezayir gibi birçok önemli devlet, siyasal İslam olgusuna yanlış yaklaştığından, önümüzdeki birkaç yıl içinde İslamcıların bu devletlerden birinde ya da ikisinde birden iktidara gelmesi ihtimali oldukça yüksektir. Özbekistan, Suriye, Tunus, Libya ve Fas gibi ülkeler de uzun vadeli bir İslamcı tehlike ile karşı karşıya kalabilir.”

Orta Doğu’yu çok iyi bilen ve gelişmelere müdahale edebilecek kadar CIA’nın içinde olan Fuller ve arkadaşının 1990’lı yıllardaki bu öngörüleri önce Türkiye’de gerçekleşti. Büyük Orta Doğu Projesinin eş başkanı olan kişinin başkanlığını yaptığı dinci parti Türkiye’de iktidara getirildi. Türkiye gibi kısmen demokratik ve laik bir geçmişi olan bir ülkede iktidar olan anlayış Kuzey Afrika ve Arap ülkelerinde neden iktidar olamayacaktı?

Baskıdan ve sömürüden usanan halkın kurtuluş için ayağa kalkmaya hazır olduğu Tunus’tan başlatılan bölgeyi yeni liberal düzene göre şekillendirme faaliyeti, Mısır’dan sonra Libya’da emperyalist devletlerin zorlaması; askeri, ekonomik ve siyasal müdahalesi ile iç savaşa yol açarken Suriye’yi de benzer bir yola sokma çabalarının özellikle AKP eliyle yürütüldüğünü görmekteyiz.

Suriye’deki kalkışmanın temel gücünü oluşturan dinci gruplar arasında Müslüman Kardeşler ve Selefi-Vahabiler yer almaktadır. Emperyalist ülkelerden ve bölgedeki taşeronlarından aldıkları desteklerle silaha da başvurdukları ortaya çıkan bu gerici grupların toplumun demokrasi ve özgürlük beklentilerine cevap vermeleri mümkün mü? ABD’nin desteği ve yönlendirmesi ile Türkiye’de kurdurulan güdümlü muhalif bloğa AKP yönetiminin yataklık yaptığı ortadadır.

Muhalif olan diğer büyük kesim ise Kürtlerdir. Çok sayıda gruptan meydana gelen Kürtlerin önemli bir kısmının 2004 yılında gerçekleştirdikleri kalkışmada uğradıkları katliamdan dersler çıkardıkları için daha temkinli ve bölgesel ölçekte yapılan politikalara bağlı olarak davrandıkları söylenebilir. Sünni olan Kürtlerin büyük bir bölümünün Suriye’nin Kuzey-Doğusunda yaşadığını ve Türkiye’nin Güney-Doğusu ve Kuzey Irak ile de komşu olduğunu unutmayalım. Suriyeli Kürtler arasında PKK ve Talabani yanlılarının var olduğu da biliniyor. Öte yandan, İstanbul’da Suriyelilerin oluşturduğu işbirlikçi blok içinde de Kürt temsilcilerin yer aldıkları açıklandı.

Büyük bir kitle desteği olmayan komünistlerin bir kısmının iktidara yakın olduğunu ama gelişmeleri etkileyebilecek düzeyde güçlerinin de olmadığını biliyoruz.

SURİYE KONUSUNDA EMPERYALİSTLER ARASINDA ÇELİŞKİ VAR

ABD, AB ve işbirlikçileri, BM aracılığı ile Suriye üzerindeki kıskacı daraltmayı her fırsatta denemeye çalışıyorlar. ABD, Irak’ta ve Libya’da ortaya koyduğu gibi BM’i Suriye’ye karşı da kullanmak istemektedir. Suriye’nin bu örgütle işbirliği yapmadığını ileri sürerek Esad’ı köşeye sıkıştırmayı esas alıyor. Suriye’de insan haklarına uyulmadığı, sivil halka saldırıldığı, “reform” yapılmadığı gibi gerekçeler ortaya atılarak bu ülkenin iç işlerine açıktan müdahale ediliyor ve böylece yeni talepler yaratma stratejisi izleniyor.

ABD’yi Suriye’ye müdahale konusunda yalnız bırakmak istemeyen AB ülkelerinin en başında da Fransa bulunmaktadır. Libya’ya saldırıda çok istekli davranan Fransa’nın eski sömürgesi Suriye’yi ABD-İsrail birliğine tek başına yedirmek yanlısı olmadığı anlaşılmaktadır.

Fransa, AB kararları ile Suriye’ye karşı ekonomik içerikli konularda, hava sahasını kullanma ve seyahat alanlarında kısıtlamalar getirmede başrolü kimseye kaptırmamıştır. Fransa Dışişleri Bakanı Alain Juppe 27 Ağustos 2011’de Le Parisien gazetesine yaptığı açıklamada emperyalizmin yeni politikasını ve Fransız emperyalizminin gerici karakterini ortaya koyuyor. Bakan Juppe, Fransa’nın dış politikasını değiştirdiklerini, “insan haklarını” dış politikalarının merkezine yerleştirdiklerini, bundan sonra “istikrarı” esas almayacaklarını, sivil itaatsizliğe destek vereceklerini açıklayarak emperyalizmin ve Fransa’nın yeni sömürge politikasının esasını ifade ediyordu. Fransız Bakan, bu politikanın Suriye’de de uygulanmakta olduğunu belirtmekten geri durmuyor. Diğer AB ülkelerinin de aynı yolun yolcuları olduklarını anlamak için politikalarına bakmak yeterlidir.

Dün mazlum milletleri “medeniyet” götürme adına işgal ederek soyan, 1929–33 bunalımını dünyayı kana bulayarak aşmaya kalkışan emperyalistlerin günümüzde içine girdikleri ve gittikçe genişleyen krizin faturasını; geri bıraktırdıkları halklara ambargolarla, iç karışıklıklarla, onlar da yetmezse bombalarla, “insan hakları” ve “demokrasi” ihraç ederek ödettirmeye niyetlendikleri anlaşılmaktadır.

Suriye’deki yönetimin, Batılı emperyalistlerin planladığı açığa çıkan iç çalkantılar; ABD, AB ve AKP iktidarının ekonomik, askeri, politik ve psikolojik baskıları ile düşmezse yeni ve daha etkili tedbirler karşısında çok zorlanacağı açıktır. Emperyalist soyguncuların askeri saldırıyı gündeme getirmeyeceklerini belirtmelerine rağmen buna inanmak için saf olmak gerekir. Arap Birliği’nin askeri seçeneğe karşı çıkmasını batılı emperyalistlerin ne kadar ciddiye alacakları tartışma götürür. Rusya ve Çin’in BM Güvenlik Konseyinde askeri müdahale seçeneğini veto etmiş olmaları dahi Suriye’yi rahatlatmamıştır. Çünkü emperyalist güçler ve taşeronları bu ülkeye karşı düşmanlıklarına ara vermeksizin devam etmektedirler. Son zamanlarda gerçekleştirilen PKK saldırılarının arkasında Suriye’nin olduğu propagandasını yaptırmaya başlayan AKP iktidarının bu ülkeye karşı, ABD desteğiyle, bazı provakatif hareketlere girişmesi ihtimal dâhilindedir.

Öte yandan, BM Güvenlik Konseyi’nde Libya’ya saldırı kararı alınırken tarafsız kalan Almanya’nın Suudi Arabistan’a 1,7 milyar Euro’luk Leopard tankı sattığını da hatırlamamız yerinde olur. Suudilerin bu büyük çaplı silahlanmayı kendi halkına ve körfez bölgesindeki Şii ayaklanmacılara karşı yaptığını söyleyebiliriz. ABD’nin 5. filosunun üslendiği Bahreyn’de İran’a yakınlık duyan ve çoğunluk olan Şii Arapların isyanını Batılıların görmezden geldiğini tüm dünya biliyor. Amerikancı petrol Şeyhlerinin yönetimi elinde tuttuğu Bahreyn’deki halk hareketine Suudi ordusunun müdahale etmesine AB ve ABD gibi AKP’nin de sesi çıkmamıştır. Suriye’de demokrat ve insan hakları savunucusu kesilenlerin ABD işbirlikçisi ve azınlığa dayanan yönetime sahip olan Bahreyn’deki saldırıları görmezlikten gelmelerini nasıl izah ettiklerini bütün dünya uzun zamandır merak etmektedir.

TÜRKİYE’NİN SURİYE POLİTİKASI BÜYÜK ORTA DOĞU PROJESİ’NİN İÇİNDE ELE ALINMALIDIR.

Türkiye’nin Suriye ile yıllardır bozuk olan ilişkisi, Hafız Esat’ın Haziran 2000 yılında ölümünden sonra düzelmeye başladı. Cumhurbaşkanı A.N. Sezer’in Esat’ın cenazesine katılması Türkiye Suriye ilişkilerinin iyileşme yolunu açtı. Daha sonraki yıllarda iki ülke arasında ekonomik, siyasi, askeri vb. alanlarda önemli adımlar atıldı.

BOP’nin bölgede uygulamaya sokulabilmesi ve başarıyla sürdürülebilmesi için bu projenin sahipleri tarafından iktidara getirilmiş olan AKP’nin Orta Doğuda attığı bütün önemli adımlar, ABD’nin emperyalist politikaları ile uyumludur. AKP, Türkiye’nin çıkarlarından önce ABD’nin çıkarları için politik adımlar atmaktadır. ABD’nin ılımlı dinciliği Müslüman ülkelere benimseterek veya dayatarak hâkimiyetini güçlendirme, eskiyen hegemonyasını yeni politikalarına uygun hale getirme girişimlerini AKP desteklemektedir.  Sadece desteklemekle kalmayıp Libya’da olduğu gibi emperyalist saldırının parçası da olmaktadır. ABD’nin Irak işgaline katılabilmek için adeta çırpınmış olan AKP iktidarı, bugün Suriye’de gönüllü olarak emperyalistlerin öncü gücü konumundadır.

AKP neden bu Müslüman ülkelerdeki iktidarlara karşı emperyalistlerle birlikte hareket etmektedir? Her şeyden önce patronunun onu neden iktidara getirdiğini, 28 Şubat sürecinde eski dönemin dincilerinin tasfiye edilerek “neoliberal dinciliğin” temsilcileri olarak iktidara oturtulduklarının bilincindedirler. BOP’un ideolojisi “Amerikan Sünniliği”nin Türkiye siyasi hayatındaki temsilciliğini elde etmiş olmalarının karşılığını ödemek zorunda olduklarını çok iyi biliyorlar. Bu nedenle ülke ve komşularının ortak politik çıkarlarından önce emperyalistlerin politikalarını uyguluyorlar ve ayrıca bu politikaların kendi ideolojileri ile de uyum içinde olduğunu düşünüyorlar. Böylece Ortadoğu’daki Sünni halkları “ılımlı İslamcılık” etrafında bir araya getirerek ABD’nin stratejik bölge hegemonyasının sağlamlaştırılması için yeni sömürgecilik politikalarının uygulanması sağlanmaktadır. Emperyalist Batılıların kontrolü altına olan Müslüman Kardeşler gibi Sünni örgütler ve diğer dini ve etnik gruplar tahriklerle hareketlendirilerek Suriye karıştırılmakta ve böylece ABD’nin bölge ile ilgili yeni politikalarının hayata geçirilmesinin yolu açılmaya çalışılmaktadır. AKP ise bu yeni politikanın taşeronluğunu Obama ile R.T.E’nin son görüşmesinden sonra aleni bir şekilde yapmaktadır. Böylece ABD’nin bölgedeki operasyonlarını yürüten AKP iktidarı, ülke içinde de dış desteğin verdiği güvenle totaliter ve faşizan bir yönetim kurma yolunda kararlı adımlarla ilerlemektedir. O kadar ileri gitmektedir ki; bir yandan Türkiye’yi İsrail’e kalkan durumuna sokarak ülkeyi büyük bir tehlikenin içine atmaktan geri kalmıyor; diğer yandan da ülkemiz neo-Anayasa ile BOP’ne tam olarak uyumlu hale getiriliyor.

Emperyalistler, Türkiye’yi AKP vasıtasıyla totaliter “ılımlı dinciliğin” merkez üssü haline getiriyorlar. Neo-Anayasa ile birlikte Türkiye’yi tam olarak ele geçirecekler ve böylece AKP taşeronunun öncülüğünde, her gerek duyduklarında İsrail ile yaptıkları kayıkçı dövüşünün Araplar arasında yarattığı etkinin rüzgârını da arkalarına alarak, Suriye’nin “Amerikan Sünniliği” anlayışının politikası olan “ılımlı İslamcılığın” katarına takılması iç savaş çıkartılarak da olsa sağlanmaya çalışılacaktır. Amerikan karşıtı bir siyasi çizgi izleyen İran’ın yanında duran Orta Doğu’nun en önemli Arap ülkelerinden biri olan Suriye’nin ABD-İsrail eksenine sokulması emperyalistler için son yılların en büyük başarısı sayılacaktır.  Bu başarının gerçekleşebilmesi için AKP başından beri Suriye konusunda ikiyüzlü bir politika izleye gelmiştir. Bu durum Wikileaks belgelerince de kanıtlanmaktadır. Belgelere göre AKP’nin Suriye yönetimi ile yakın ilişki içine girmesinin nedeni İran’ın yalnız bırakılmak istenmesidir. Bu gerçeği itiraf edenlerin AKP yöneticileri olması ise ilginçtir.

İlginç olan başka bir gerçek de Esad ile “kardeş” olan Başbakan’ın ve Abdullah Gül’ün Suriye’de olayların artmaya başlaması ile birlikte bu ülkeye karşı tavırlarının hızla değişmesidir. Esad ailesini hedef alan R. T. Erdoğan’ın Suriye halkına doğrudan hitap etme yoluna gitmesinin ise akılla, mantıkla ve uluslar arası diplomasi ile izah edilebilir bir tarafı yoktur. Öte yandan mülteci akınının teşvik edilmesi ve hatta organize edilmesinin ise tamamen emperyalistlerin bir tezgâhı ve iç savaşı tahrik etmekle eş anlamlı bir davranış olduğu açıktır.

Bu arada Suriye basını ve yöneticileri, Türkiye’yi olaylarda parmağı olmakla, Müslüman Kardeşler’i eğiterek ülkelerine sokmakla ve muhaliflere silah yardımı yapmakla itham ettiler. İlişkiler giderek daha da kötüleşiyor, çünkü AKP iktidarının Suriyeli muhaliflere açıktan destek verdiği gün gibi ortada. Bununla da kalmayan bu iktidar kraldan çok kralcılık yaparak ABD’nin Suriye politikasının öncü müfrezesi gibi davranma anlayışını esas aldığını her hareketinde ortaya koymaktadır. Bayan Clinton’ın gerçekleştirdiği ziyaretinden sonra daha da Amerikancı bir politika izlemeye başlayan iktidarın Dışişleri Bakanı bizzat Şam’a giderek Suriye yönetimini emperyalist politikalara teslimiyete ikna etmeye çalışmıştır. Bu yetmeyince tehditlere başlamışlardır. R.T.E.’nın Obama ile Eylül ayında New York’ta yaptığı görüşmeden sonra Suriye yönetimi hakkında daha pervasız konuşmalar yapması ve yeni tedbirler geliştireceklerine dair sözler sarf etmesi tamiri gittikçe zorlaşacak gelişmelere kapı aralayacağı anlaşılmaktadır.

BOP’ni hazırlayanların ve eş başkanının hesaba katmadıkları en önemli unsur, yeni sömürgeci politikalar doğrultusunda düzenlemeye başladıkları bölge ülkelerinin bazılarının (Suriye gibi) bu emperyalist stratejiye karşı direnmesi ve bu direnişi Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi ABD’nin Sosyalizme karşı yetiştirdiği dinciler değil Arap yurtseverlerinin yürütmesidir. Arapların büyük çoğunluğunu dinci bir ideolojiyle, İngiliz Vahabiliğini Amerikan Sünniliği ile kaynaştırarak, istedikleri yöne sevk edebileceklerini düşündüler. İngilizleri ve Fransızları Ortadoğu’dan atan Arap yurtseverliğini ciddiye almadıkları anlaşılan ABD ve taşeronlarının, bölgenin en önemli ülkelerinden biri olan Suriye’yi ve Şam’ı Arap halkının çok kolay feda etmeyeceğini anlamaları uzun sürebilir.

SONUÇ OLARAK

Önümüzdeki dönemde emperyalist güçlerin, Suriye’ye karşı daha müdahaleci ve saldırgan bir politika izleyecekleri ve giderek ısıtılan bu politikanın uygulanmasında AKP iktidarına çok önemli görevler verecekleri ( Obama- R.T.E. görüşmesi ile bu görevin verildiğine dair iddialar da var) ortaya çıkmış bulunuyor.

Bu dış müdahalenin Suriye’ye demokrasi ve özgürlük getirmeyeceği ise çok açıktır. Irak’a saldırdıkları zaman da demokrasiden, insan haklarından söz etmişlerdi. Ama sonuç bir milyonu aşan insanın katli, ülkenin yakılıp yıkılması, açlık, yoksulluk, Irak’ın zenginliklerine el konulması ve bu ülkenin bölünmesi oldu. Suriye’nin de böyle bir sona sürüklenmesinde Türkiye’nin de günahının olması, bu iktidara karşı sesini çıkarmayan herkesin sorumlu olduğu anlamına gelir. Çünkü BOP’nin taşeronluğunu yapan AKP iktidarının uyguladığı politikalar bu gün Türkiye’nin başına büyük belalar açmaz ise gelecekte halkımız bu mazlumlara karşı ABD ve İsrail ile birlikte kurulan tuzaklardan, yapılanlardan dolayı çok utanacaktır.

1911’de emperyalistlere karşı Libya’yı savunan Türkiye, bu iktidar döneminde emperyalistlerle birlikte bu ülkenin talan edilmesine yardımcı olmakta ve hatta pay kapmak için sıraya girmektedir. Dün Kaddafi’nin önünde saygıda kusur etmeyen AKP iktidarının önde gidenleri, bugün onun işkence edilerek öldürülmesinin sorumluları arasında olduklarını unutmasınlar… Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin “adaletleri” insanlığın vicdanını bir kez daha kanattı.

Irak’ı işgal ederek ve iç savaşa sürükleyerek parçaladılar ve teslim aldılar.

Libya’yı iç savaşa sürüklediler, parçalıyorlar, talan ediyorlar.

Suriye’yi parçalayarak teslim alabilmek için çok yönlü olarak saldırıyorlar.

Bu üç ülkede de emperyalizm politikasını hayata geçirirken, diğer işbirlikçilerinin yanı sıra, AKP iktidarını da kullandı, kullanıyor. Bu üç ülkede de BOP’nin hayata geçirilmesinde Türkiye’yi yönetenler taşeronluk yaptılar ve bu günlerde daha da istekli olarak yapıyorlar. ABD emperyalizminin ülkemizi komşuları ile sorunlar yumağı içine soktuğu bilindiği halde, bu ülkenin yöneticilerinin bizi İran ve Suriye ile karşı karşıya getirmek için provakatif demeçler vermelerine, politikalar uygulamalarına rağmen iktidar, Amerika’nın dümen suyundan gitmekte her zamankinden daha istekli davranmaktadır. Öte yandan, Arap halkının, Türkiye’nin emperyalizmin öncü gücü gibi davranmasını unutmayacağını da bilmeliyiz. Cezayir kurtuluş mücadelesinde Türkiye’nin Cezayir halkının yanında yer almayıp, işgalci Fransa’ya destek olması hala unutulmadı. Arap halkının emperyalist saldırganları ve işbirlikçilerini unutmayacağını tarih bize öğretiyor. Kaldı ki, Suriye’den sonra sıranın işbirlikçilere gelmeyeceğinin her hangi bir garantisi var mı?

Bitirirken bizi yakından ilgilendiren şu gerçeğin de altını çizmeliyiz: Suriye’de mücadeleyi belirleyecek devrimci bir halk gücü ve hareketinin olduğunu söyleyemeyiz. Emperyalizmin saldırısına karşı halkı devrimci fikirler etrafında örgütleyerek bu saldırganları yenilgiye uğratacak etkili devrimci bir gücün olduğunu da ne yazık ki söyleyemiyoruz. Ama emperyalizmin yeni sömürgeci saldırılarına teslim olmayan önemli bir halk ve iktidar gücünün olduğunu da biliyoruz.  Yönetimin demokrat olmayan yapısını bahane ederek Suriye’nin iç işlerine müdahale etmenin, hele de bu ülkeye demokrasi getireceklerini, insan haklarını sağlayacaklarını iddia ederek müdahaleye kalkışanların emperyalizmle ve siyonizmle yapmakta oldukları işbirliğini gizlemek için bu yalanlara başvurduklarını suratlarına karşı açıkça haykırmalıyız.

Emperyalizmin sömürgeci politikalarına ve saldırılarına karşı çıkmayanlara devrimci denilemeyeceğini unutmamalıyız.

Engels’in şu sözü kulağımıza küpe olsun: “Tarih en acımasız Tanrıçalardandır.”

Mehmet Ali Yılmaz

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir