Günümüzde Faşizm ve Yeni Enstrümanı Amerikancı İslam-Mehmet Ali Yılmaz

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Bu durumda bize düşen görev ise bu zalim yeni sömürgeciliğin, talancıların ve uzantılarının

boğulmasını çabuklaştırmak olmalıdır. Devrimciler bütün politikalarını bu temel anlayışa göre belirlemeli ve uygulamalıdır.

Günümüzde Faşizm ve Yeni Enstrümanı Amerikancı İslam

Türkiye’de “faşizm” kavramı, tarihsel ve güncel boyutlarıyla doğru yerine oturtulmadan, teorik olarak doğru şekilde kavranmadan veya bu kavramın içeriğini çarpıtarak sırf muhatabını küçük düşürerek saf dışı etmek amacıyla kullanılmaktadır.  Aslında bu yanlış yaklaşım nedeniyle faşizm kavramının anlamı saptırılarak politik hayattaki karşılığı kaydırılmakta ve böylece bu ifadenin gerçek muhatapları perdelenmektedir.

Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki; emperyalist güçlerle işbirliği yapanlar, bu güçler adına faaliyet yürütenler, ülkedeki büyük sermayedarlar ve onların sözcüleri, dincilik ve etnikçilik yapanlar, ABD taşeronu iktidarın yakınları, faşist cuntaların baş destekçileri demokrasi kahramanı edalarıyla devrimcileri, demokratları, sosyalistleri ırkçılıkla, faşistlikle, demokrat olmamakla suçlayabilecek kadar utanmazlık içindeler. Almışlar arkalarına emperyalist ABD ve AB’yi, sırtlarını dayamışlar tekelci sermayeye ve onların iktidarına, bulmuşlar bir de değneksiz köyü önlerine gelene kara çalıyorlar, saldırıyorlar.

Bu durum karşısında faşizm nedir, faşist kimdir gibi soruları cevaplandırarak yerli yerine oturtma görevi ile karşı karşıya kaldığımızı düşünüyoruz. Bu yazıda faşizmin gerçekten ne olduğunu ve kimlerin faşist olduğunu tarif etmeye çalışacağız.

Klasik Faşizm Kavramı

Faşizmin klasik tanımı, Komintern Yürütme Kurulu (EKKI)’nun Aralık 1933’de XIII. Plenumunda yapıldı. Bu Plenum’da yapılan faşizm tanımı şöyleydi:

Faşizm, finans-kapitalin en gerici, en şövenist ve en emperyalist öğelerinin açık terörist diktatörlüğüdür.” (III. Enternasyonal 1919-1943 Belgeler, s.224, Belge Yayınları,1979)

Bu klasik tarif de göstermektedir ki; faşizm, emperyalist en büyük sermayenin diktatörlüğüdür. Bu diktatörlüğü yürüten ve ona hizmet edene de faşist denir.  Faşizm, gelişmiş ülkelerde egemen burjuvazinin normal “demokratik” yöntemlerle iktidarını sürdürememesi durumunda hâkimiyetini devam ettirebilmek için başvurduğu bir diktatörlük biçimidir. Faşizm, en başta devrimci-sosyalist, komünistlere ve onların örgütlerine darbe vurur. İşçi sınıfının ve ilerici güçlerin baş düşmanıdır. Faşizm ilk kez İtalya’da 1922’de, Almanya’da ise 1933’de iktidar olmuştur. Almanya’da “Milliyetçi-Sosyalizm” kavramı kullanılarak maskelenmeye çalışılmıştır.

DY Dergisinin 12. Sayısında faşizmin ortaya çıkışı şöyle anlatılıyordu:

“ Burjuva sınıf egemenliğinin bir biçimi olarak faşizm I. Emperyalist paylaşım savaşı sonrası koşullarında ortaya çıktı. Savaş sonrasında, derinleşen ekonomik-sosyal ve siyasal krizin etkisiyle proleter devrimin (Ekim Devrimi ile somutlaşan) tehdidi karşısında ve artık burjuva demokrasisi yöntemleri ile egemenliğini sürdüremez hale gelince, burjuvazi faşizme başvurmak zorunda kalmıştır. İlk kez İtalya ve Almanya’da gözlemlenen bu gelişme, gerçekte, emperyalizmin tekelci karakteri ile birlikte ortaya çıkan bir eğilimin gerçekleşmesinden başka bir şey değildir.”

Uluslararası gericiliğin vurucu gücü olan faşizm, II. Emperyalistler Arası Yeniden Paylaşım Savaşını çıkararak dünyayı kana bulamıştır. Batı Avrupa’da peydahlanan faşizm, bu savaşta, Sovyetler Birliği ve Müttefiklerince yenilgiye uğratılarak ilerici dünyaya ve halklara büyük bir hizmette bulunulmuştur. Ama emperyalist ülkelerdeki hakim gerici unsurlar varlıklarını sürdürebilmek için bu diktatörlük biçimine farklı koşullarda, farklı biçimlerde başvurmaya devam etmişlerdir. Burjuva demokrasilerinin uygulandığı ülkelerde ortaya çıkarak seçim ve darbe yollarıyla iktidara gelen faşizm demokrasiyi yok ederken ırkçılıktan ve Hıristiyanlık ideolojisinden yararlanmayı tercih etmiştir. İdeolojisi akıldışılık, şovenizm, ırkçılık, dinsel gericilik ve insanlık dışılık olarak tarif edebileceğimiz faşizm; bizim gibi yarı veya yeni sömürge ülkelerin farklı koşulları nedeniyle buralarda Batıda olduğundan farklı biçimlerde ortaya çıkmıştır.

“Burjuva demokratik devrimlerinin tamamlanmadığı ülkelere ilişkin özelliklerin bir sonucu olarak, bu ülkelerin siyasi üst yapılarının kapitalist emperyalist ülkelerdekinden farklılıklar göstermesi ne kadar doğal, hatta kaçınılmaz ise, buralardaki faşist diktatörlüklerin de ‘klasik’ biçimlerinden farklı bir şekle bürünmesi de kaçınılmazdır.” (DYD, 15 Ocak 1978, Sayı:13)

Ülkemizin emperyalizme olan bağımlılığı, kapitalizmin yukarıdan aşağı bir şekilde geliştirilmiş olması ve bu gerçekle bağlantılı olarak demokratik devrim sürecinin tamamlanmamış olması, farklı sınıfsal-toplumsal ve siyasal yapısı, tarihsel ve kültürel gelişmişlik farklılıkları nedeniyle faşizmin gelişmiş kapitalist ülkelerde olduğundan apayrı bir biçimde şekillendiğini biliyoruz.  

Türkiye Gibi Yeni Sömürge Ülkelerde Faşizm

Bizim gibi ülkelerde faşizm, emperyalist kapitalizmin tahakkümü altındaki bu ülkelerin ekonomik, siyasal ve askeri bağımlılık düzeylerine, toplumsal gelişmişlik seviyelerine göre şekli farklılıklar gösterir. Gelişmiş Batı ülkelerinde 1920’lerde ve 30’larda ortaya çıkan faşist diktatörlüklerle; 1970’lerde Türkiye gibi yeni sömürge ülkelerde uygulanan faşizm biçim yönünden önemli farklılıklar göstermekteydi.

Bu durum DYD’nin 13. Sayısında şu şekilde açıklanıyordu:

“Her siyasal olgu gibi faşizm de egemen sınıflar ve ezilen sınıflar arasındaki mücadelenin –belli ekonomik, tarihi, sosyal, siyasal, psikolojik koşullardaki- gelişiminin bir ürünü olarak ortaya çıkar. Faşizm emperyalizmin gelişimine bağlı olarak; finans kapital’in eğilimlerinin bir ürünü olarak doğmuştur ve emperyalizme bağlı olarak gelişen her şey gibi (yalnız finans kapital egemenliğinin var olduğu yerler için geçerli olmayıp) uluslararası bir nitelik taşımaktadır. Sömürge ve yarı sömürge ülkelerde de ortaya çıkan faşizmin, buralardaki özgül koşullara uygun bir niteliğe bürünmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle bizim gibi ülkelerde faşizm ve faşizme karşı mücadele sorununun, sömürge ve yarı sömürge ülkelerin özgül yapıları, sınıf mücadelesinin bu ülkelere has bileşenleri ve biçimlenişi göz önüne alınmaksızın, doğru olarak kavranılması olanaksızdır.”

Emperyalizmin tahakkümü altındaki ülkelerin alt yapılarının yanı sıra üst yapılarının da emperyalist ülkelerdekinden farlılıklar göstermesi kaçınılmazdır. Bu gerçekliğe bağlı olarak burjuva demokratik devrimini tamamlamamış bu geri bıraktırılmış ülkelerdeki faşist diktatörlüklerin de “klasik faşizm”den farklılıklar göstermesi doğaldır. Çünkü:

1-Yeni-sömürge ülkeler emperyalizme ekonomik, siyasi ve askeri olarak bağımlıdır.

2- Bu ülkelerin egemen sınıfları kendi iç dinamikleriyle değil, sömürücü ülkelerin burjuvazisi tarafından geliştirildikleri için kendilerine güvenleri zayıftır, dışa bağımlılıkları esastır. Burjuvazinin bu zayıflığı ve bağımlılığı nedeniyle burjuva demokrasisi ve kurumları bu ülkelerde yerleştirilememiştir.

3- Devletin burjuva demokratik özelliklere sahip olmayışı ve sistemin sürekli kriz içinde, zaaflı oluşu nedeniyle; yeni veya yarı-sömürgelerde, en küçük kitlesel talepler, direnişler ve örgütlenmeler zorla bastırılır.

4-Yeni veya yarı-sömürge ülkelerin egemen sınıfları ekonomik krizlerin yükünü sürekli olarak emekçi kitlelere yıkarlar ve bunu gerçekleştirmek için gerekirse açık baskı yollarına başvurmaktan da geri kalmazlar.

5-Hükümetler ve devlet kurumları egemen sınıfların kitleler üzerinde kurdukları bu baskı ve terörün araçları haline getirilirler ve böylece faşist bir yönetim biçimi sürekli ve somut olarak uygulanır.

Kısacası sömürge ve yarı-sömürgelerde egemen sınıflar, varlıklarını ve hâkimiyetlerini sürdürebilmek için baskıcı, terörcü bir yönetime ihtiyaç duyar. Öte yandan demokratik mücadele geleneği de olmayan ya da zayıf olan bu ülkelerde faşizm, bütün devlet kurumlarının yukarıdan, dış destekle ayakta duran siyasi iktidar tarafından ele geçirilmesiyle kurulur ve sürdürülür.

Diğer bir anlatımla, emperyalizme bağımlı ülkelerde kapitalizmin kendi iç dinamikleriyle gelişmesi mümkün değildir. Bu ülkelerde kapitalizm yukarıdan, dış dinamiklerin yönlendirmesiyle, onların çıkarlarına ve politikalarına uygun biçimlerde ancak gelişme gösterir ve bu nedenle de bu ülkelerde kapitalizm zayıftır, cılızdır. Özellikle ABD emperyalizminin II. Yeniden Paylaşım Savaşı’ndan sonra emperyalist-kapitalist cephenin liderliğini ele geçirmesiyle birlikte bizimki gibi ülkeleri, yeni dünya koşullarına uygun olarak yeniden sömürgeleştirme sürecinde siyasal sistemi, askeri örgütlenmeyi, eğitimi, kültürü ve bunların temeli olan ekonomiyi amaçlanan yeni sisteme uygun olarak şekillendirdi. Bu yeni yapılanma döneminde kurulan yeni-sömürgeci sistem kitlelere “demokrasi” olarak sunuluyordu. Ama esasta bütün unsurlarıyla, ekonomik, siyasal, askeri ve ideolojik olarak emperyalizme bağımlı, gerici; yasama, yürütme ve yargı alanlarında baskıcı ve adaletsiz bir sistem egemen hale getiriliyordu.

ABD, demokratik devrimini tamamlayamamış ya da yapamamış olan ülkelerde kaleyi içten fethederek, egemen sınıfları elde ederek ülke üzerinde çok yönlü gerçek bir hegemonya kuruyordu. İçerdeki egemen sınıflar ittifakı doğrudan emperyalist sermaye tarafından yönlendirilirken; Devlet içinde kurulan militer ve istihbari kuruluşlar tümüyle ABD’nin ilgili kurumlarının denetimi altına sokuluyordu. Zamanla resmi açık ve gizli kuruluşları oluşturmakla ve yönetmekle yetinmeyen ABD, “dolaylı savaş” metoduna uygun olarak para-militer ve “sivil” örgütler de kurdurarak bir yandan anti-komünist faaliyetleri geliştirip kitlelere siyasal olarak nüfuz ediyor; diğer yandan da faşizmin kitle tabanını genişletmek ve toplumun gözünde meşrulaştırmak için ırkçı şovenizmi ve daha da yoğun olarak dinciliği tahrik ediyordu. Yarattığı “hür dünya”nın temsilcisi ve “demokrasi havarisi” görüntüsüyle ya da demagojisiyle sömürücü hakim sınıfların emperyal amaçlı cephesini oluşturuyor; geri bıraktırdığı ülkede yönetim biçimi olarak sömürge tipi faşizmi devletin bütün kurumlarının içselleştirmesini sağlamaya çalışıyordu. Yeni sömürgeciliğe uygun faşizm biçimi sistemin karakteristik özelliği haline getirilerek böylece sürekliliği sağlanıyordu.

***

Yeni-sömürge ülkelerde sürdürülen yoğun sömürü, baskı, adaletsizlik, eşitsizlik vb nedenlerden dolayı bu yönetim biçiminin gerçek kitle gücü zayıf olmasına rağmen; bunun karşısında güçlü bir demokratik mücadele geleneği de yaratılamıyordu. Bu ülkelerde klasik burjuva demokrasilerinden farklı, demokratik hak ve özgürlüklerin büyük oranda tanınmadığı bir yönetim şekli sürdürülüyordu. Bu durum, emekçi sınıflara karşı sürekli bir baskı ve sindirme politikasını esas alan bir yönetim şeklinin yürütülmesi anlamına gelmekteydi. Klasik faşizmden farklı olarak sömürge tipi faşizmde, koşullara göre, sınırlı düzeyde de olsa bir kısım demokratik haklar varlığını sürdürür. Bu koşulları esas olarak sistemin yönlendirici güçlerinin tercihleri ve politikaları belirler. Örneğin 12 Mart faşizmi döneminde, emperyalist –kapitalist sistem kriz içinde olmasına karşın dünya ölçeğinde sürdürdüğü politikalarında büyük bir dönüşüm, yepyeni yönelimler içinde değildi. 1970’li yılların büyük bir kısmında Soğuk Savaş içinde “detant” politikası sürdürülüyordu. İçerideki tekelci sermaye ise köklü müdahaleye, önemli alt-üst oluşlara gerek kalmadan egemen ittifak içinde dümeni büyük ölçüde ele geçirmişti. Bu yüzden 12 Mart’ta parlamentoyu, siyasi partileri, sendikaları vb. kapatmaya gerek görmemişlerdi. 12 Eylül açık faşizmi döneminde ise emperyalist sistem ve dolayısıyla içerideki uzantıları büyük ve riskli politikalara yöneldiler.

1979-80’den itibaren dünyayı soymaya yönelen finans kapital bütün ilerici, demokratik değerlere, devrimci fikirlere karşı saldırıya geçerek karşısında direnecek herhangi bir gücün kalmamasını başlıca amaç olarak önüne koyuyordu. En başta da “sosyalist sistem”i yok ederek, “demokratik ulusal devletler”i parçalayarak kurmaya yöneldiği yeni dünya diktatörlüğünü engelleyecek muhtemel direnç noktalarını etkisizleştirmeyi öncelikli hedef olarak belirliyordu. Böylece bu Anglo-Amerikan çetesi, yeni muhafazakar-neoliberal saldırı politikalarını devreye sokarak bütün kürede gerici politik rüzgarların esmesini sağladı.* Bu gericilik akımı, 12 Eylül 1980 faşizmiyle birlikte bizde kendini daha katmerli bir biçimde ortaya koyarak; sömürge tipi faşizmin uygulandığı ülkelerde göstermelik de olsa tanınan kısmi demokratik hakların tümüyle yok edilmesini sağladı. 1982 Anayasası ile de bu gericilik sisteminin süreklilik kazanmasını gerçekleştirdi. ABD’nin ve büyük sermayenin has adamı, Nakşi tarikatı üyesi Özal dönemiyle birlikte; üstüne sürülen “demokrasi” cilasıyla yeniden yapılandırılan sömürge tipi yeni faşizmi parlattılar. Bu dincilik ideolojisi ile beslenen yeni tip “demokrasi”yi ya da faşizmi yeşil sermayenin yoğun desteğini de sağlayarak uygulamaya koydular. **

Kısacası, Türkiye’de 12 Eylül yönetimi ile yoğunlaştırılan ülkeyi dincileştirme operasyonu, Özal iktidarıyla daha da boyutlandırılıyordu. Neo-liberal sömürgeciliğin bölgesel üssü haline getirilmeye başlanan Türkiye, Özal döneminde ABD ve Suudi sermayesinin desteğiyle Sünni temelli olarak dönüştürülme operasyonuna tabi tutulmaya başlanıyordu.

Batı emperyalizminin kumandası altında; Suudi ve Körfez sermayesi ve içerdeki tekelci-finans sermayesinin ortaklığı Özal’la birlikte tam bir talan ve soyguna dayanıyordu. Kamu mallarının özelleştirilmesi ve sıcak para ile yürütülen soygun hız kesmeden sürdürüldü. ABD’nin açık desteğinin yanı sıra Faysal Finanas ve Al Baraka gibi İslami sermaye kökenli elemanların da kurucuları arasında yer aldığı AKP’nin iktidara taşınmasıyla birlikte ülkenin talanı görülmemiş düzeye ulaştırıldı. Bu gidişe direnebilecek tüm kesimler; sendikalar, odalar, siyasal partiler, diğer kitle örgütleri ve basın-yayın kuruluşları ideolojik, kültürel, politik vb olarak tasfiyeye uğratıldı ve bu operasyon hala da sürdürülmektedir.

Emperyalizmin İçselleşmesinin ve Bağımlılığın Artmasının Siyasi Sonuçları

Özellikle 20. Yüzyılın sonlarından itibaren emperyalizmin yer kürenin en belirleyici gücü haline gelmesinden sonra; yarı-sömürgelerin içlerine sermaye, siyaset ve askeri olarak daha fazla girerek bu geri bıraktırılmış ülkelerin bütün ekonomik ve stratejik değerlerine el koymaya yöneldiğini görüyoruz. Giderek bağımlılıkları yoğunlaşan bu yarı-sömürge ülkelerin ekonomilerinden başka siyasetlerini, askeriyelerini, ideoloji ve kültürlerini bu egemen güçler daha fazla belirlemeye başlıyordu. Batı emperyalizmi bu yoğun sömürücü ve daha fazla hegemonyacı tavrını ortaya koymak zorunluluğu ile karşı karşıyaydı, çünkü kapitalizmin en önemli yapısal sorunu olan kar oranlarının giderek düşmesi bu sistemin bunalımını derinleştiriyordu. Egemen sınıflar bu yapısal bunalıma çare olarak sermayenin finansal yatırım alanlarına çekilmesinin yanı sıra emperyal amaçlı olarak uluslararasılaşmasını görüyordu. Yukarıda da vurguladığımız gibi hiçbir kural tanımayan, talancı ve soyguncu finans sermayesi serbestçe geri-bıraktırılan ülkelere girip çıkmaya, bu ülkelerin değerlerini yağmalamaya başlıyordu. Emperyalist-kapitalizm girdiği ekonomik bunalımı hafifletmek için yükün önemli bölümünü bu ülkelerin ezilen halklarının üstüne yıkıyordu. Bu dönemde ortaya atılan yeni muhafazakâr-neoliberal politikaların temel eksenini bu yaklaşım oluşturuyordu.

Bu emperyalist politikanın uygulanabilmesi için yarı-sömürgelerde sürdürülen sömürge tipi faşizmin ister istemez yenilenmesi, yeni koşullara göre biçimlenmesi gerekmekteydi. Ülkemizde de emperyalist-kapitalizmin bu yeni sömürü politikalarına uygun siyasal düzenlemeler yapılması şarttı; çünkü egemen sınıfların yeni düzenlerini sürdürebilmeleri için buna ihtiyaçları vardı.

Unutulmaması gereken gerçek; ABD’de Friedmancılıkla birlikte hortlatılan neo-liberalizmin bizim gibi yarı-sömürge bir ülkede çok daha ağır ekonomik ve siyasal sonuçlar yaratıyor olmasıydı. Çifte sömürünün, yarı-sömürge ülkelerin talanının gerçekleştirilebilmesi için daha çok baskının yanı sıra halkın ideolojik-kültürel olarak en önemli değerleri üzerinden susturularak teslim alınması ve emperyalist politikaların yürütülmesine uygun olacak tipte biçimlendirilmesi ve yönlendirilmesi gerekiyordu. Bizim gibi dinsel yönü güçlü ülkelerde egemenlerin kullanabileceği en etkili “değer” olan din ve mezhep şovenizminin derinleştirilmesi, bunun demagojisini yapmayı en iyi şekilde kıvıracak olanların politik olarak öne çıkarılması emperyal politikanın yürütülmesine ve başarısına verilecek en önemli destek olacaktı.

Faşizm Koşullara Göre Irkçılık veya Dincilik Şovenizmi ve Demagojisi Yapar

Faşist ideolojinin, zamana ve koşullara göre; ırkçılık veya dincilik-mezhepçilik gibi gerici şovenizme müsait araçlarla topluma sirayet ettirilmesi önemlidir. 1960’larda ve 70’lerde emperyalizm ve işbirlikçisi büyük sermaye kesimi kurguladıkları sömürge tipi faşizmin ideolojisi olarak, dinciliğin yanı sıra, (Soğuk Savaşın niteliğine de uygun olduğu için) ırkçı-şovenizmi körüklediler. 12 Eylül’den sonra ise yok etmeye çalıştıkları komünizme karşı önceleri Türk-İslam sentezi adını verdikleri kırma ideolojiyi öne çıkardılar, fakat çok geçmeden emperyalizmin Sovyetler Birliği’ne karşı geliştirdiği Yeşil Kuşak stratejisi gereği olarak dincilik veya din şovenizmi emperyal politikanın aracı haline getirildi. Emperyalizmin yeni dünya politikalarının ihtiyacı ve yönlendirmesiyle dinci-gericilik, Sünni-İslam’ın ağırlıkta olduğu ülkelerde öne çıkarılan ideoloji ve siyasa olarak ele alındı. (Şii İran’ın ABD’nin karşısında yer alması da Sünniliğin öne çıkarılmasında rol oynamıştır.)

Özellikle eğitim ve kültür alanında dinciliği, Sünniciliği yayan ve destekleyen adımlar atıldı. Bu adımların başarılı olması için akademik çevrelerde ve entelejansiyada post-modernizm ve apolitizm yaygınlaştırıldı, tarih bilinci yok edilmeye çalışıldı. Bu arada bilim ve evrim teorisi hırpalanarak bilimsel bilgi edinme yolları karartılmaya uğraşıldı. Güdümlü “sivil” örgütlerin emperyal politikaları soslama faaliyetleri yoğunlaştırıldı ve satın alınan medyanın da katkılarıyla yozlaştırılmış yaşam biçimleri, tüketimcilik egemen hale getirildi. Bu arada bilimselliğin yanı sıra laik ve sol-devrimci anlayış ve ideolojilere karşı sürekli dezenformasyon faaliyetleri yürütülerek dinci-gericiliğin toplumun her kesimi içinde güç ve taban oluşturması sağlandı ve bu süreç halen de sürdürülmektedir. Bu gerici akımın arkasında Batı emperyalizminin yeni silahşoru talancı finans sermayesi ve onun içeride büyüttüğü sermaye kesiminin yer aldığının altını bir kez daha çizerek faşizmi ve faşist siyasayı nerede aramak gerektiğini vurgulamak istiyoruz. Orta Doğu’nun güdümlü petrol sermayesinin, Ortaçağ kalıntısı krallıkların ve emirliklerin bu dinci-gerici faşizan politikaların en sadık destekçileri olduklarını ise herkes biliyor. Çünkü onların varlıkları emperyalizmin bölgedeki işgaline ve yeni sömürgeci politikalarının sürmesine bağlı.

Neoliberal politikaların bu gerici, Ortaçağ kalıntısı krallıklar ve şeyhliklerle kucak kucağa yürütülmesini garanti altına almak için bölgedeki yıpranmış ya da hegemonyaya ayak direyen ülke yönetimleri “renkli devrimler” sürecinden daha kanlı şekilde “bahar” operasyonlarıyla yıkıldılar. Bu ülkelere demokrasi ve özgürlük getiriyoruz görüntüsü altında yeni-sömürgeciliği sağlamlaştıracak “sömürge tipi demokrasi” diğer bir ifade ile “sömürge tipi faşizm” getirildi. Neoliberalizmin bu yeni faşizminin ideolojisi dincilik-Sünnicilik olarak kendini gösterdi. Mısır’da olduğu gibi Müslüman Kardeşlerin gerici, çağ dışı dinci ideolojileri bu yeni-sömürgeciliğin kitleleri teslim alma ve devleti dönüştürmenin etkili bir aracı olmaktadır. Bu “diktatörden kurtuluş”, “özgürleşme” görüntülü yeniden sömürgeleştirme ve devleti faşistleştirme operasyonu Batılı emperyalistlerin istedikleri yönde ilerlemektedir. Bu operasyonların çok boyutlu propaganda ve saptırmalarla önemli bir kitle desteğiyle birlikte yürütüldüğünü görüyoruz.

Ülkemizde on yıldır sürdürülen teslim alma operasyonu ise Arap ülkelerine nispetle daha yumuşak yöntemlerle ama sağlam adımlarla ilerletilmektedir. Emperyalizmin ülkemizde uzantısı konumundaki sermaye çevreleri ve politik temsilcileri öncekilere göre daha geniş bir kitle tabanı olan dinci şovenizmin yoğun ve çok yönlü tahrikleriyle, Sünniciliği neoliberal saldırının ideolojisi haline getirerek devleti baştan aşağı ele geçirdiler. Bu yeni tip diktatörlük esasen faşizmin tüm karakteristik özelliklerine sahiptir. Emperyalist sermayenin ve onun içerdeki uzantısı büyük sermayenin besleyip büyüttüğü ve iktidar yaptığı demokrasi karşıtı, komploculuktan teröre kadar bağlantıları olan bu akımın Genişletilmiş Ortadoğu bölgesi düzeyinde etkinliğinin olması ise ayrıca önemli bir hegemonya aracı olarak kullanılması olanağını da yaratığını açıklamaya çalıştık. Herkesin bildiği bir gerçek de, bölgedeki laik-ulus devletlerin çökertilerek görünüşleriyle esası farklı dinci diktatörlüklerin kurulması emperyalizmin günümüzdeki politikalarına daha uygun olmasıdır. Bu amaçla ABD’nin ve müttefiklerinin yıllardır dinci terör örgütlerine gizli veya açık destek verdiklerini günümüzde Suriye’de en açık haliyle görmekteyiz. Bu örnekte de görüldüğü gibi, bölgeye “bahar” getirme faaliyetlerinin amacının; önemli, büyük ve kendine boyun eğmeyen ülkeleri parçalayarak tam kontrolünde, ufalanmış, dinci-faşist diktatörlükler kurdurmak olduğu bilinmektedir.

Emperyalizmin yönlendirmesiyle, tekelci-finans sermayesinin desteğiyle Sünnicilik ideolojisi etrafında Ortadoğu düzleminde gerici bir cephe yaratılabilmesi için kitleler çeşitli baskı ve sindirme yöntemleriyle teslim olmaya zorlanmaktadır. Bölgede Amerikan tipi şoven Sünnici yeni bir hegemonya kuruluyor. Bu yeni sistemin kurgulanması planı dâhilinde kurdurulan ve iktidara taşınan AKP son on yıldır Yeni-Osmanlıcı ve Sünnici bir anlayışla kurumları ve toplumu dönüştürme etkinliği içine sokularak Türkiye bölgedeki en önemli dayanak ve üs haline getirilmektedir. Türkiye’nin taşeronluk noktasına taşınması bizi yanıltmamalıdır. Bu durum ülkenin giderek bölünmeyeceği anlamına gelmemektedir. Toplumu zaten duygusal olarak bölmekte büyük mesafe kat eden AKP kurmaya yöneldiği diktatörlüğün sağlama alınması ve emperyalizmin bölge politikasının hayata geçmesi için bu yönde adımlar atmaktadır. Bu adımların en belirleyicisi, “İmralı Süreci”nin de desteğiyle atılmaya çalışılan “Yeni Anayasa” zokasının yutturulmasıdır. Emekçi sınıfları, halk kitleleri bölünmüş ve moral olarak çökertilmiş, aydınları teslim alınmış bir ülkeye karşı her türlü operasyon çekilebilir. Önce Türkiye halkını psikolojik olarak bu gerici operasyonu kabullenmeye hazırladılar, direnebilecek güçleri sindirmek için yargıyı ve her türlü baskıyı devreye soktular ve şimdi de yeni düzenlerinin anayasasını yapıyorlar. Bu yeni düzen eskisinden daha gerici, daha faşizan ve despotik bir sistem olacak.

Toparlarsak…

Tarihsel materyalizm ve ekonomik, politik somut koşullar açısından bakınca 2000’li yılların faşist diktatörlüklerinin farklı biçimsel özellikler göstereceği açıktır.

Yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi emperyalizmin tahakkümü altındaki ülkelerde faşizm, emperyalist sermaye ile ortaklık içinde olan içerdeki büyük sermaye çevreleri ve onlarla çelişkili-ittifak halindeki dinci sermaye çevrelerinin oluşturdukları hâkim gücün açık veya gizli diktatörlüğüdür. Bu yeni sömürgeci diktatörlüğü sömürge tipi faşizm olarak da adlandırabiliriz. Bu yeni sömürgeci diktatörlüğün dümeninde uluslararası emperyalist sermaye olduğu için baş çelişki sömürülen, ezilen emekçi halk kitleleri ile emperyalizm ve onun içerideki uzantıları arasındadır.

Bu temel belirlemeyi yaptıktan sonra, ülkemizde emperyalizmin ve uluslararası büyük tekelci sermayenin kimlerle birlikte olduğuna bakalım. On yıldan fazla bir zamandır Batı emperyalizminin AKP’yi desteklediğini onların yandaşlarından başka herkes teslim etmektedir. Bu partiyi Genişletilmiş Ortadoğu Politikalarının uygulamaya sokulmasında önemli bir enstrüman olarak kullanmak için iktidara hazırlayanların ve oraya oturtanların, ABD emperyalizminin oyun kurucularının olduğu birçok yerde yazıldı-çizildi. Batı emperyalizminin Ortadoğu’da baş taşeronluğunu AKP’nin yaptığını bilmeyen kalmadı. Bu durumda emperyalist sermaye ile ortaklık içinde olan en büyük ve orta büyüklükteki sermaye çevrelerinin de AKP iktidarının destekçileri olduğunu belirtmeye bile gerek yok. Kapitalizmi savunan tarikatlar, cemaatler ve ortaçağ kalıntısı şeyhlerin de bu iktidarın destekçileri olduğu çok açık. Zaman zaman bu güçler arasında çıkar kavgaları çıksa da; emekçileri sömürme, ülkeyi talan etme, devleti ele geçirme ve faşist -gerici sistemlerini sağlamlaştırma gibi konularda hemen anlaşmaktadırlar.

 21.yüzyılın başlarında yürütülen bu ülkeyi teslim alma sürecinin aslında adaletsiz seçimlerle iktidara getirilmiş olan AKP yönetiminin bir tür Sünnici darbeyle devleti dincileştirmesi operasyonudur. Bu operasyonun arkasında, Batı emperyalizminin Ortadoğu’yu yeniden şekillendirerek tam olarak hegemonyası altına alma, bölgenin petrolüne ve doğal gazına el koyma stratejisi vardır. AKP’nin iktidara getirilmesi ve dinci ideoloji ve siyasanın devlete hakim kılınması süreci aslında emperyalizmin Ortadoğu’da kurmak istediği tam hegemonyanın kaldıracının oluşturulması işidir. Bu gelişmenin siyasal ve ideolojik anlamı yeni-sömürge tipi faşizmin iktidara oturtulmasıdır. Topluma kabul ettirilme operasyonu sürdürülen “Yeni Anayasaya” ile de bu gerici-faşist sistemin meşrulaştırılması ve kitleler tarafından benimsenmesi sağlanmaya çalışılmaktadır. 

Bu arada, emperyalizmin bu yeni bölge politikasına itiraz edenler kim olursa olsun, bunlara eski silah arkadaşları da dahil, yerle bir edildiler ve bu sindirme operasyonları farklı biçimlerde sürdürülmektedir. Teslim alınan medya, özel olarak kurdurulan “sivil” örgütlenmeler ve buralara çöreklenen solcu eskisi kiralık kalemler bu emperyal saldırının silahşorluğunu yaptılar ve yapmaya devam ediyorlar.

***

Öte yandan, bazı işçi ve memur sendikaların da bu iktidarın arkasında oldukları,  geleceklerini AKP iktidarının kaderine endekslediklerini bilmeyen yok.

Faşizmin bir kısım işçiyi, köylüyü vb. de yanına çekmesinin bize has bir gelişme olmadığı tarihsel bir gerçektir. Komintern belgelerinde de faşizmin içinde emekçilerin de olduğu çeşitli kesimlerden geniş bir kitle tabanı yaratabileceği tespiti yapılır.

“Faşizm, tekelci sermayeye küçük burjuvazi arasında kitle tabanı sağlamağa çalışır ve bu amaçla çalkantı içinde bocalayan köylülere, zanaatçılara, hizmetlilere, memurlara ve özellikle büyük kentlerdeki sınıfsızlaşmış öğelere yönelir. İşçi sınıfı içine sızmağa da çaba gösterir.” (III. Enternasyonal, s.224)

Özellikle dinin toplumun büyük bir kısmını etkilediği, sömürünün ağır, yoksulluğun ve eşitsizliğin fazla olduğu bizim gibi ülkelerde gerici ideolojiler çeşitli kesimler içinde yaygın bir şekilde etkinlik kazanmanın hazır ortamlarını kolayca bulabilmektedir. Temel anlayışında dünyayı yönetmek olan İslam gibi bir devlet ve toplum ideolojisinin kitleleri hegemonyası altına almak gibi bir amacının olmaması mümkün değildir. Dinin bu yaygın kitle ilişkilerinden egemen sınıflar yüzyıllardır yararlanmaktadır. Bu kurumlar yüzyıllarca çeşitli despot yönetimleri kitlelerin gözünde meşrulaştırmanın aracı olmuşlardır. Yakın tarihlerde, örneğin 12 Eylül faşizmi döneminde ülkemizde din cuntanın hizmetinde, onun ideolojisi şeklinde hizmet yapmıştır.

Emperyalizm, sosyalist-devrimci gelişmelerin önünü kesmek ve dünya hegemonyasını güçlendirmek için bütün inançları ihtiyaç halinde kullanmıştır ve kullanmaktadır. İlki yakın geçmişe ait, ikincisi ise güncel olan iki örnekten söz edelim: 1980-90 döneminde, emperyal güçler, Doğu Blok’unun dağılmasını kolaylaştırmak amacıyla Papa olarak bir Polonyalının seçilmesini sağladılar. Günümüzde ise Latin Amerika’da emperyalizm karşıtı, halkçı eğilimlerin yükselmesinden rahatsız olan uluslararası büyük sermaye çevreleri 1970’lerde faşist cunta ile işbirliği yapmış Arjantinli bir kardinali Papa seçtirerek Güney Amerika’da gelişen devrimci hareketlerin ve partilerin önlerini; Katolikliği kullanarak, din vasıtasıyla kitleleri etkileyerek kesmeyi amaçlamaktadır. Böylece emperyalist sermaye, yeni sömürgecilik çemberini kırmaya başlayan Latin Amerika ülkelerini tekrar tahakkümü altına alabileceğini var saymaktadır. Bu yeniden hegemonya kurma faaliyetlerini “demokrasi”yi getirme ve “insan hakları” bağlamında “inanç özgürlüğü”nü hâkim kılma adına yapmaya kalkışacaklarından kimsenin şüphesi olmasın.

Bu örneklerden çıkan sonuç: 21. Yüzyılın başlarında dincilik-mezhepçilik her dönemden fazla olarak, emperyalist sermayenin sömürü ve tahakkümüne hizmet eden ideolojik ve politik unsur olarak kullanılmaktadır. Bu anlamda da faşizmin kitleleri teslim alarak afyonlama sürecine ideolojik ve demagojik propaganda aracı olarak hizmet vermektedir. AKP iktidarı da bu emperyal sürecin bölgede projelendirilmesinin en önemli enstrümanı olarak hizmet vermektedir.

Son Söz Henüz Söylenmedi

Emperyalizmin ağa babası 2008’de girdiği ekonomik krizden yakasını bir türlü kurtaramıyor. Esasında bu kriz kapitalist cephenin sürekli kurbanlar vermesine yol açıyor. Sıcak ve kara paranın ayakta tuttuğu ülkeler sallanmaya, sarsılmaya devam ediyor. Emperyalist soygunun merkezinde giderek derinleşen krizin yıkıcı sonuçları daha çok sistemin çeperlerindeki ülkelere ihale edilmeye çalışılıyor. (Bu ülkelerin bazıları merkezden çok da uzak değil.) Akdenizin güneyindeki yarı-sömürgeler ayaklanmalarla sarsıldıktan sonra işbaşına getirilen yeni işbirlikçiler kanalıyla talan edilirken; kuzeyindeki ülkeler ise finans krizleriyle sallanmakta ve dökülen meyveler toplanmaktadır. Kaptı kaçtı sermayesi önümüzdeki dönemde Türkiye’nin de içinde yer aldığı üretime dayanmayan ekonomileri çok derin depremlerle sarsmaya devam edecektir. Sıcak paranın sağladığı saltanat döneminin bitmek üzere olduğunun en ciddi işareti Yunanistan’dan sonra geçtiğimiz haftalarda kara para merkezlerinden Güney Kıbrıs Rum Devleti’nde ortaya çıktı. AB ile Rusya arasında soruna da neden olan bu gelişmeden sonra geçtiğimiz günlerde ortaya çıkarılan kıyı bankacılığı sorunu ise başlı başına çok önemli yeni gelişmelerin habercisidir. Kıyı bankacılığı, diğer bir ifadeyle Offshore bankacılığının ABD’nin krizini hafifletmek için bu ülke tarafından tasfiye edilmeye başlanması, bu bankalardaki 32 trilyon doların ne olacağının belirsizliği, ABD tarafından el konulması olasılığı bizim gibi ülkelerin sorunlarını daha çok derinleştirecektir. Çünkü bu gelişmeyle birlikte, zayıf ve hasta ekonomileri yatağından kaldırmayan ama ölmesini de önleyen sıcak paranın yarı-sömürgelere eskisi gibi girip çıkması zorlaşacaktır. Bu durumda artık şunu söyleyebiliriz; sıcak paraya dayanan diktatörlükleri yeni sorunlar beklemektedir, sonlarına doğru yol alıyorlar. BOP eşbaşkanlığı diktatörlüğünü ayakta tutan en önemli gücün sıcak para olduğunu ve bu gelişmenin bizim ekonomi akilleriyle birlikte efendilerini de vurabileceğinin altını çizelim.

Bu son gelişmeler AKP taşeronluğunun sonuna doğru ilerlemesini hızlandıracaktır. Ona ne parçalamayı umdukları Suriye’den ne de Musul-Kerkük’ten düşürüldüğü çukurdan kurtulmasını sağlayacak kadar pay verilecektir. Bu durumda AKP iktidarı ve dayandığı talancı sermaye çevrelerinin ömürlerini uzatmanın başka bir çıkışı da görünmüyor. Açılım sürecine AKP iktidarının ve büyük sermaye çevrelerinin bu kadar meraklı ve istekli olmasının arkasında yatan asıl neden Kuzey Irak’tan pay kapma sevdasıdır. Yoksa  “barışmış”, “analar ağlamasınmış” hepsi yalan; onlar için gerçek olan içine düştükleri çıkmazdan ne pahasına olursa olsun kurtulmaktır. Onlar için “vatan-millet”, “din-iman” , “demokrasi-insan hakları”, “inanç özgürlüğü-türban kavgası” vb hepsi daha çok yemenin ve iktidarda kalmanın basit araçlarıdır.

O çok övündükleri, başarı hikâyelerini anlata anlata bitiremedikleri ve yaptıkları her türlü adaletsizliğin üstüne örttükleri ekonomideki başarı hikâyelerindeki çıkmazı net rakamlarla göstermesi bakımından Erinç Yeldan’ın 10 Nisan 2013’de Cumhuriyet’te yazdığı yazısından uzun bir alıntıyı buraya koyalım.  Aşağıdaki rakamlar, işlerin hiç de iktidarın ve yandaşlarının gösterdiği gibi gitmediğini, aksine bizim yukarıda anlattığımız yönde ilerlediğini göstermektedir.

“Türkiye 2008’den 2012’ye toplam 55.8 milyar dolar net yenidış borç biriktirmiştir. Bu dönemde ulusal gelirimiz dolar bazında toplam 44.3 milyar artış göstererek 786.4 milyar dolara yükselmiştir.Yani, 2008 sonrasında Türkiye ekonomisi ulusal gelirini 44.3 milyar; dış borçlarını ise 55.8 milyar dolar yükseltmiştir. Dış borçlanmadaki toplam net artış, ulusal gelirdeki toplam artıştan daha fazladır. (Söz konusu dönemde, zaman zaman Türkiye’nin Çin’den sonra dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi diye içeride ve dışarıda pazarlanmakta olduğunu anımsatalım).
Türkiye’yi baş döndürücü bir hızda dış borç batağına sürükleyen bu başarı mucizesinin çok çarpıcı bir diğer niteliği ise dış borçlanmanın büyük oranda kısa vadeli yapıda olmasıdır. Kısa vadeli dış borçlanmadaki net artış 48.4 milyar dolar ile toplam dış borç artışının yüzde 87’sini vermektedir.

Bir diğer soru, borçlanmanın hangi aktörler (kurumlar) tarafından yapılmakta olduğudur… Resmi veriler toplam 55.8 milyar dolarlık net yeni dış borçlanmanın, 18.5 milyarının kamuya (TCMB dahil), 37.3 milyar dolarının ise özel sektöre ait olduğunu belirtmektedir. Özel sektör içinde ise dış borçlanmanın neredeyse tamamı finansal kuruluşlar tarafından yaratılmıştır. 37.3 milyar dolarlık net yeni özel sektör dış borçlarının sadece yüzde 1.6’sı (0.6 milyar doları) finans-dışı kuruluşlar tarafından gerçekleştirilmiştir.” (abç)

Emperyalizm paçasını kaptırdığı krizden kurtulmak ve hegemonyasını büyütmek amacıyla, 1980’lerde emekçi halkımıza karşı kurulan ve günümüze kadar yürütülen neoliberalizm tuzağının daha fazla sürmesini sağlayamamaktadır. Bu gelişmeyle birlikte, Emperyalist-kapitalizmin hegemonik stratejisiyle bölgemizdeki dinci-gerici pratiklerin paradoksal birleşiminin kokuşma süreci hızlanmaya başlamıştır. Dinci iktidarı, yeni faşizmi besleyen sıcak para diktatoryası girdiği tünelde boğulmaya doğru gidiyor, çünkü tünelin ucu çıkmaz. Bu durumda bize düşen görev ise bu zalim yeni sömürgeciliğin, talancıların ve uzantılarının boğulmasını çabuklaştırmak olmalıdır. Devrimciler bütün politikalarını bu temel anlayışa göre belirlemeli ve uygulamalıdır.

Dipnot: *Bu yıllarda ABD Başkanı R. Reagan Soğuk Savaşı kutsal bir savaş olarak yeniden piyasaya sürüyordu: “Bu dünyada günahlar ve kötüler var ve Efendimiz’in kutsal kitabı ve mesihi bizi, tüm gücümüzle buna karşı savaşmaya zorluyor.” (Domenico Losurdo, Köktendincilik Nedir?,S.12, Yordam Kitap).

Reagan’ın komünizme karşı açtığı bu kutsal savaşta dine yüklenen görev “küçük Amerika”da karşılığını daha da politikleşerek bulmakta gecikmeyecekti.

**ABD politikaları doğrultusunda hükümetlerin dinciliği desteklediğini Huntington’dan da doğrulamaktadır:

“Soğuk Savaşın şu ya da bu döneminde, Cezayir, Türkiye, Ürdün, Mısır ve İsrail’in de aralarında bulunduğu pek çok ülke komünist ya da muhalif ulusalcı hareketlere karşı İslamcıları teşvik etmiş ve desteklemiştir. En azından Körfez Savaşına kadar, Suudi Arabistan ve öteki Körfez ülkeleri, çeşitli ülkelerdeki Müslüman Kardeşler ve İslamcı gruplara yoğun destekte bulunmuştur.” (Aktaran Vahap Erdoğdu, Sermayenin Küresel Egemenliği ve İslam, S.29, Onur Yayınları, Mart 2007.)

Bu desteğin günümüzde de sürdürüldüğü bilinmektedir. Libya, Mısır ve Suriye örneklerinin çarpıcı sonuçlar yarattığı açık.

Mehmet Ali Yılmaz

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir