Hukuk ve siyaset üzerine üç kısa not- Mehmet Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Şu anda yapılmakta olan anayasa ise felaket getirmesi kaçınılmaz olan bir sözleşme taslağıdır

  çünkü toplumsal uzlaşmaya dayanmadığı gibi, olduğu kadarıyla var olan uzlaşmayı da bozmayı amaçlamaktadır. (Bu cümleden, önceki Anayasa’nın mutabakata dayandığı sonucu çıkartan kötü niyetlidir, söz ettiğimiz, Anayasa’nın ötesinde, daha temeldeki bir mutabakattır).

hukuk ve siyaset üzerine üç kısa not

1
ÖNÜMÜZDEKİ ON YILLAR İÇİN TEMEL BİR MÜCADELE ALANI:
KAMU ÇIKARLARININ SERMAYE KARŞISINDA NASIL KORUNACAĞININ HUKUKUNU YARATMAK…

Kendi güncel siyasi sorunlarımızın ötesinde, tüm dünyayı ilgilendiren bir konu bu.

Kamu çıkarları sadece parkların, bahçelerin, doğanın korunması değildir. Doğru haber alma hakkından, sağlıklı yaşam hakkına; temiz hava ve suya erişimden dürüst ve açık yönetime ve sunulan her mal ve hizmetin içeriğini bilmeye kadar çok geniş alanları kapsar. En önemli unsuru belki de her düzeyde kamu yönetiminin denetlenebilir olmasıdır.

Öte yandan, dünyada kaynaklar azaldıkça, devasa boyutlara çıkan birikmiş sermaye kamu varlıklarını daha fazla yağmalamaya yönelmektedir. Bunların satın alınması (sermaye sahibinin kamu mallarının koruyucusu olması gereken kamu otoritesine az-çok bir para ödemesi)  yağma olmadığı anlamına gelmez. En güzel kamu binaları okul veya hastane iken şimdi bunlar AVM veya otel yapılıyor. Boğaz kıyısındaki bir okulda yetişen çocukların ruhunu ve ufkunu değil, bu binayı otel yapınca alacağı komisyonu (ya da siyasi çıkarı) düşünen zihniyet var yönetimde. Üç kuruş için halkın geleceğini satıyor. Tabii bizdeki kadar pis yağma olmasa da, benzeri şeyler çoğu ülkede oluyor.

Kamu çıkarları ile özel çıkarlar arasındaki yeni çelişkilerin çözülmesi, daha doğrusu kamu haklarının korunması için yeni yollar gerekiyor. Şimdilik hukuk tamamen özel çıkarları tahkim edecek şekilde yeniden biçimleniyor. Gerek uluslararası ticaret mevzuatı, gerekse de uluslararası resmi antlaşmalardan doğan müktesebat inanılmaz bir şekilde sermaye çıkarlarını korumaya yönelmiş durumda. Hukuk fakülteleri de liboş profesörlerin hakimiyeti altında var gücüyle bu sürece destek veriyor. Bütün master ve doktora programları tek kelimeyle nefret uyandırıyor. Eskiden hiç değilse bir ölçüde kamuyu kollayan hukuk şimdi tamamen şirket çıkarlarını merkeze alıyor. Hukuk liberal pisliğin aracı haline dönüştürülüyor. Sonuçta buna şaşılmaz, hukuk toplumsal dengeleri yansıtır. Ama bunu evrensel ilkeler ışığında, az çok bir denge ışığında yapması gerekirken şimdi tek ilke özel çıkarların korunması. Hukukçuların liberal vagona atlaması bana diğer mesleklere göre daha itici geliyor

Kamu mallarının sermayeye aktarılması sürekli yeni gerginlikler yaratıyor. Yani, sermaye birikimi o noktaya geldi ki, bütün parkları, hatta ülkeleri bile satın alıp ticarethane yapabilirler pekala. N’olacak o zaman? Her geçen gün kamu varlıkları satıldığı gibi, özel çıkarları savunan hukuki mevzuat da yüzlerce sayfa artıyor. Buna karşı iki yol var. Ya Gordiyom’un düğümü gibi kılıçla kesilecek ki o zaman yerine gene yeni bir hukuk koymak gerek. Ya da kamu hukukunu savunan siyasi oluşumlar alternatif getirip bunun yasalaşması ve uygulanması, ve bu arada sermayenin etkisinin sınırlandırılması için mücadele verecek. Har halükarda, yeni bir kamu hukuku üzerinde hemen çalışmaya başlamak gerekir. Uzun süredir buna kafa yoracak hukukçular arıyorum.

2
HUKUK VE SİYASET
ya da NASIL YAŞAMAK İSTİYORUZ

Hukuk ve siyasetin çakıştığı temel alan Anayasa’dır. (Başka alanlar da vardır ve bunlar hukuk devletinden uzaklaştıkça artar). Anayasalar insanların nasıl yaşamak istediklerini belirledikleri temel sözleşmelerdir. Biz bu kadar sık anayasa yaptığımıza göre, nasıl yaşamak istediğimizi bilmiyoruz demektir. Ya da, bazılarımız biliyor ama farklı olanlarla uzlaşma zemini aramıyor. Tam tersine var olduğu kadarıyla ayakta kalabilen son uzlaşma zeminlerini de yıkmaya çalışıyor.

Bunu bir kez saptadıktan sonra lafı uzatmadan işin püf noktasına gelelim.

Hukukun üstünlüğüne saygı duyan bir toplum içerisinde yaşamak isteyenler azınlıkta olduğu için çok uzun bir süredir siyasi bunalımlara ve dolayısıyla baskı rejimlerine mahkum edilmiş durumdayız. Bunun sonuna yaklaştık diyemeyiz. Tam tersine insanca, hukukun teminatı altında yaşama hedefimiz ufka doğru kayıyor, uzaklaşıyor. Bir nevi sisli alemde yitip gidiyor. Biz bu hedefin yaklaştığı aldanması içinde değiliz çok şükür ama buna inandırılanlar sürekli hüsrana uğruyor.

Dün, kamu kaynaklarının korunması konusunu irdeledikten sonra tesadüfen eski bir hukukçu arkadaşım uğradı. Hem yeni bir kamu hukukundan hem de sonunda hukukun üstünlüğünü sağlamaktan söz ediyorsun ama bizim toplumumuzda böyle bir talebin yaygınlaşması çok zor dedi. Gerçekten de en az otuz milyon kişinin yağma yaptığı bir toplumda hukuk istenmiyor. Kent arsaları, kıyılar, orman arazileri, meralar, madenler, sular, belediye kaynakları, kamu varlıkları ve akla gelen gelmeyen her şey yağma edilirken biz yağmanın dışında kalan saftirikler hukuk istiyoruz. Herhalde arkamızdan epey gülüyorlardır. (Bazen de bir alanda olsun yağmayı engelleriz belki diye kudurup üstümüze geliyorlar.) Yağma ekonomisi hukuksuz siyasetin temelini oluşturuyor. Tabii tek faktör değil ama bu zemin olmasa dış müdahaleler de bu kadar etkili olmazdı. Muhtemeldir ki geçmişte bu yağmanın yeterince anlaşılamaması solun başarısızlığındaki temel etkenlerden birisiydi. Aynı şekilde sağın kuvvet kazanmasına da muazzam destek oldu.

O halde,

Kamu kaynaklarının korunmasına dair hukuk aynı zamanda hukuk devletinin kurulması için siyasi mücadeleden bağımsız düşünülemez. Bunlar birbirinin tamamlayıcısı olmalı. Hukukun üstünlüğünü ön planda tutacak bir yönetimin ve bunu sağlayacak siyasi çabanın özellikleri üzerinde de düşünülmeli. Bunlar bugünkü yapılarla sağlanamaz. Şu anda iktidarda, muhalefette, düzene bağlı olan veya olmayan hiçbir parti veya oluşum bu yolda adım atamaz. Nereden mi biliyorum? Eh yani kırk yılda hiç mi bir şey öğrenmedik? Ya da siz onların herhangi birisinin bu konularda her hangi bir beyanına şahit oldunuz mu?

3
TÜRKLER VE DEVLET
ya da
TARİH ŞUURU OLMADAN İKİDE BİR ANAYASA YAPMAK

Tanzimat “aydınları” bir anayasaya sahip oldukları taktirde bütün sorunları çözebilecekleri bir zemini yaratabileceklerini düşünmüşlerdi. Ama yapılan her anayasa ya felaketlerle birlikte, ya da felaketlerden sonra geldi.

Şu anda yapılmakta olan anayasa ise felaket getirmesi kaçınılmaz olan bir sözleşme taslağıdır çünkü toplumsal uzlaşmaya dayanmadığı gibi, olduğu kadarıyla var olan uzlaşmayı da bozmayı amaçlamaktadır. (Bu cümleden, önceki Anayasa’nın mutabakata dayandığı sonucu çıkartan kötü niyetlidir, söz ettiğimiz, Anayasa’nın ötesinde, daha temeldeki bir mutabakattır).

Selçuklu devleti Moğollar ile karşılaştığı an dağıldı, çünkü Türklerin desteğini alamamıştı. (Aynı şey, aynı nedenle Timur karşısında Bayezıt’ın da başına geldi.)

Osmanlı devleti Anadolu’da yüzlerce yıl neredeyse aralıksız Türklerle savaştı; kendisini kabul etmeyen beyliklerle, Akkoyunlu gibi Türk devletleriyle, geri kalan zamanda da Safavilerin gönderdiği kızıl börklü dervişlerle ya da başka isyanlarla boğuştu. İmparatorluk olabilmek için kapıkulu bürokrasine dayanmak zorunda kaldı. İlk başta sivil ve asker bir olan bu bürokrasi modern zamanlarda biraz ayrıştı ve yüzyıllar içerisinde koşullar gereği Türkleşmek zorunda kaldı. Kendi başına, yani devlet mekanizmasına dayanan bir güce sahip oldu çünkü devlete sahip çıkacak bir sosyal sınıf yoktu.

Önceleri, kapıkulu bürokrasisi Türklerle savaşırken, daha sonra iş değişti, Türk olmayanlar Türkleşmiş kapıkulu bürokrasisiyle savaşmaya başladı. Anadolu’nun kaderi böyle yazıldı. Bunun üzerine bir de Almanlar Turancılığı, Amerikalılar İslamcılığı getirip bu bürokrasiyi tepe tepe kullandılar. Şimdi Türk-İslam sentezi denilen azgın gericiliğin yerine Sünni saldırganlığını koyuyorlar.

Hukuk prensiplerinden ve temel insan haklarından kopup iç ve dış sermeyenin dolaysız hizmetkarı olduğu ve kendi içerisindeki azgın gericiliği serbest bıraktığı için (Çorum, Maraş, Sivas katliamları, solculara ve azınlıklara baskılar ve daha neler) sınırlı desteğinden de olan bürokrasi nihayet nispi bağımsızlığını yitirdi. Siyasi tasfiye davalarıyla boynuzlarından tutup boyun eğdirdiler sonunda. Kimileri bunu demokrasi sanıyor.

Bürokrasinin nispi bağımsızlığını tasfiye eden Türkiye halkı değil de yeni işbirlikçi sermaye olduğu için, şimdi daha hukuksuz bir sopa haline gelen devlet aygıtları, halka eskisinden daha vahşi bir şekilde saldırmaya başladı. Kısmi hukuksuzluk genelleşti, yağma ise tavana vurdu. İslamcı, etnik ayırımcı ve bazı marjinal gruplarda bir araya gelmiş olan anti-Türk unsurlar da bu durumu fırsat bilerek uzlaşmazlığı yükselten bir anayasa hazırlıyor. Cumhuriyetin hatalarına karşı, çok daha vahim hatalar öne çıkıyor (pandül teorimiz her hatanın kendi zıddı olan hataları abartılı şekilde yarattığını söyler).

Yeni anayasa Türk-Türk olmayan, Alevi-Sünni, teokratik-laik, çağdaş-aşırı muhafazakar, bağımsızlıkçı-teslimiyetçi yabancı uşağı gruplar arasındaki kutuplaşmayı giderek artıracak ve acı çatışmalara yol açacak bir nitelik taşıyacaktır. Emek sermaye çatışması ise bu büyük dalgalar arasında ikinci planda kalacak.

Şimdilik durum böyle görünüyor. Değişmesinin koşulları nedir?

Mehmet Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir