Hüseyin Cevahir Öğretiyor… Mehmet Ali Yılmaz

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

30 Mayıs 1971’de Kartal Maltepe’de sıkıştırılan Hüseyin Cevahir ve Mahir Çayan bir binbaşının evine kızını rehin almak suretiyle sığınmak zorunda kalıyorlardı. İkibin asker ve polisin kuşattığı eve 1 Haziran’da yapılan operasyonla Hüseyin Cevahir katlediliyor, Mahir Çayan ise ağır yaralı olarak ele geçiriliyordu. O gün, keskin nişancıların ateşi ile başlayan ve çok sert geçen bir çatışma yaşanmıştı. Üç gün süren bekleyiş sırasında devrimciler aleyhinde bir sürü yayın yapıldı. Olay yerinde biriken topluluğu, özel görevliler, Mahir ile Hüseyin’e karşı galeyana getirmeye çalıştılar. Bunda bir ölçüde başarılı olduklarını da söylemek gerekir. Acı ama gerçek. Kamuoyunun duygularıyla nasıl oynandığı, nasıl bir algı operasyonu yapıldığı, ABD kaynaklı kontrgerillanın yürüttüğü psikolojik harbin kitleler üzerindeki etkisinin hangi boyutlara ulaştığı bu olayda yaşandı.

O günlerde devrimcilere tam bir kabus yaşatmaya çalıştılar. Psikolojik baskının kelepçesini sürekli sıkıyorlardı. Herkesin dikkati rehin tutulan binbaşının kızı Sibel Erkan üzerinden yaratılan duygusal havaya sokulmuşken, 31 Mayıs’ta, Adıyaman’da Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan ve Kadir Manga katlediliyor, iki kişi de yakalanıyordu. Aynı gün Tekirdağ yolunda Cihan Alptekin ve bir arkadaşı da yakalanıyordu.

Gazetelere göre, Mahir’i ve Cihan’ı halk linç etmek istemiş. O günlerde bir kısım vatandaşın linç etme ve ihbarcılık hastalığına yakalanması sağlanmıştı. Sağcı, gerici bazı kişilerde bu “hastalık”ların eskiden beri olduğu biliniyor, ama bunlar güç kimdeyse ona göre davranmayı, bir Anadolu tabiriyle, sahibine göre kişnemeyi iyi bilirler(di). Bu gelişmeler elbette ki birkaç günlük ve hatta üş-beş haftalık 12 Mart döneminde yürütülen faaliyetin sonucunda yaratılamazdı. Halkın bir bölümünde oluşan bu devrimci karşıtlığının ve bir toplumda olması gereken ahlak anlayışını çürüten ihbarcılığın altında yıllardır sürdürülen anti-komünist gericilik faaliyetlerinin ve psikolojik savaşın yattığını söyleyebiliriz. Bizde Mc Chartycilik öteden beri bir yönetme sanatı değil miydi? Günümüzde de RTE bu Mc Chartycilik sanatındaki ustalığını sık sık göstermiyor mu?

Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir’in binbaşının evinde etrafları binlerce asker, polis ve istihbaratçı, çevrede toplanan kışkırtılmış topluluklar tarafından sarılmışken, aile fertlerini de kullanarak psikolojik baskı uygulamaktan geri kalmadılar. Bu ortam içinde iki devrimcinin söyledikleri marşlar ve attıkları sloganlar çok dikkat çekiciydi ve üzerinde bugün her zamankiden daha fazla düşünülmesi gerekir. Bu iki devrim önderinin en sıkışık anlarında, karşılarındaki güçlerin eğerek-bükerek kullanmaya başladığı, hatta çarpıtarak darbenin ideolojisi haline getirmeye çalıştığı bu ifadelere hiç çekinmeden sahip çıkmaları, bağımsızlık ve devrim mücadelelerinin şiarı gibi haykırmaları üzerinde durulması, düşünülmesi gereken bir davranıştır.

Hüseyin Cevahir’in amcasını, Mahir Çayan’ın Annesini getirip onları teslim olmaya ikna etmek için konuştururlar. Bu konuşmanın sonunda Mahir Çayan atmaya başladığı sloganlarla ve söylediği marşlarla sıkıyönetim güçlerinin kurmaya çalıştığı psikolojik operasyona cevap veriyor, tuzaklarını kırmaya çalışıyordu.

Bu şiddetli baskı ortamında Mahir, “‘Kahrolsun Faşist köpekler, Yaşasın Bağımsız Türkiye, Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti, Yaşasın bu uğurda ölenler ve mücadele edenler, yaşasın Gazi Mustafa Kemal’in bağımsızlık ülküsünü yükseklerde tutanlar. Ölüm hoş geldin safa geldin (…) Bütün mazlum milletler zalimleri kahr ve perişan edecekler, feda olsun arkadaşlar, ya ölüm ya galibiyet’ diye bağırdıktan sonra, Mülkiye Marşı’nı, Dev-Genç Marşı’nı, Dağbaşını Duman Almış Marşı’nı ve diğer marşları söylemeye başlar.” (Turhan Feyizoğlu, Mahir On’ların Öyküsü, s.424)

1971 yılında emperyalizme ve faşizme karşı fiilen savaşan devrimciler Kurtuluş Savaşı’nın ve Mustafa Kemal’in bağımsızlıkçılığına sahip çıkmakta bir sakınca görmüyorlardı. Radikal Kemalistlerle ittifakı dışlamıyorlardı. Mahir, hapisten kaçtıktan sonra yazdığı Kesintisiz II ve III’de bu konuyla ilgili düşüncelerini, kendilerini Atatürkçü ilan eden cuntanın yoğun arama koşullarında ortaya koyuyordu.

1968-71 döneminde devrimci gençlerin verdikleri mücadeleyi, Kurtuluş Savaşı’nın yeni bir düzlemdeki devamı olarak gördüklerini ve bu durumu birçok ortamda ifade ettiklerini biliyoruz. Bu yaklaşım, bu çizgi daha sonraki yıllarda yeni koşullara uygun bir biçimde neden devam ettirilmedi? Devrimciler, bu bağımsızlıkçı çizgiyi 1975’ten itibaren kısmen, 1980’den sonra ise neden tamamen terk ettiler? 12 Mart döneminde verilen mücadeleye göre daha sonraki yıllarda verilen mücadele halkta daha kalıcı, güçlü ve prestijli etkiler mi sağladı? Bu soruya bir yönüyle olumlu cevap verebiliriz. O da, 1975 sonrasında Devrim Yol başta olmak üzere faşizme karşı ciddi bir mücadele yürütülmüş ve bu mücadele içerisinde büyük halk kitleleriyle buluşulmuştur. Ama bu kitlelerle buluşmada geçmiş hareket ve mücadelenin ideolojik etkisi ve prestijinin çok önemli rol oynadığının da altını özellikle çizmeliyiz. 70’li yıllardaki bu mücadelenin halkta karşılık bulmasının önemli bir nedeni, bu sürecin 60’ların sonlarında ortaya çıkan anti-emperyalist kurtuluş kavgasının devamı biçiminde algılanmasıdır.

12 Mart faşist yönetimi, devrimcilerin gençlik, aydınlar ve özellikle ilerici askerlerle en önemli buluşma alanlarından birini oluşturan “Mustafa Kemal’in bağımsızlıkçılığı” ilkesine karşı içi boş “Atatürkçülük” kavramını ileriye sürmüşlerdir. Böylece devrimcilerin bu kesimler üzerindeki ideolojik hegemonyalarını ve ittifaklar politikasının yarattığı etkinliği kırmayı hedefliyorlardı. İlerici-aydın kesimleri devrimcilerden uzaklaştırmak ve giderek yanlarına çekmek için başka argümanları da kullandılar.  Örneğin “gericilik”e karşı sulandırılmış “laiklik”i, önceki tutucu iktidarların anti-demokratik uygulamalarına ve dışa bağımlı ekonomi politikalarına karşı da “reformculuk”u öne sürmeyi politika olarak benimsemişlerdi. Ama 12 Martçılar, gerçekte ne laikliği ne de ekonomide ve siyasette reformculuğu uyguladılar. Gerçek olan şey, bu kavramların toplumda yarattığı olumlu etkiden yararlandıklarıdır.

12 Mart faşizminin “Mustafa Kemal bağımsızlıkçılığı”nı gömmek için ortaya attığı, aslında Batı işbirlikçiliği anlamına gelen “Atatürkçülük”ü öne çıkarması, 1974 sonrası gençlerinin bir kısmının anti-emperyalizm kavramından uzaklaşmasına ortam hazırlamıştır. 12 Mart yönetiminin faşist karakterinin reformculuk ve Atatürkçülük ile örtülmeye çalışılması, 12 Mart yenilgisi koşullarında ortaya çıkan yeni arayışlar ortamında, soldan sağa sapanlar tarafından Kemalizmin darbeciliğin ideolojisi olarak sunulması, gençliğin bu kavrama sırtını dönmesinde etkili olmuştur. Bu durumun ortaya çıkmasına 12 Mart döneminde hapis yatanların bir bölümünün de katkısı olmuştur. İçeriden çıkanların çoğu yenilginin etkisiyle çeşitli uçlara savrulmuşlardı. Kimisi daha mahkemeler sırasında devrimci-bağımsızlıkçı çizgilerini reddetmiş, kimisi de uçlardaki “sol” fikirlere saplanarak yenilgilerini izah edebilecekleri yanılgısına kapılmışlardı. Mesela dün Sovyetlere yakın olan ya da çok da uzak olmayan THKO’luların büyük bir kısmı “Sovyet sosyal emperyalizmi” tezini savunmaya başlamışlardı. Denizlerin Mustafa Kemal’in bağımsızlıkçılığına olan yakınlıklarını bildikleri halde, savunmalarında Cumhuriyetçi bir çizgi izlemelerine karşın kısa sürede Üç Dünya’cı görüşlere yönelmekte bir sakınca görmemişler ve bu fikri kırılmaya rağmen birçok genç devrimciyi yanlarında sürüklemişlerdi. Eski THKP-C’lilerin bir kısmı da “Sovyet sosyal emperyalizmi” tezinin hızlı savunucuları olmuşlar ve bunlar da diğerleri gibi ABD emperyalizminden çok “Sovyet emperyalizmine” karşı siyaset geliştirmeye başlamışlardı. Bu çevrelerde eskiden anladıkları anlamdaki anti-emperyalizm artık geçerliliğini yitirmişti. Bu arada eski THKP-C’lilerin önemli bir bölümü de Mahir Çayan’ın görüşlerinden koparken tam olarak anti-Kemalist bir çizgiye oturmuşlardı. Hatta anti-Kemalizmi yeni düşünce sistemlerinin merkezine oturtarak geçmişlerini Kemalist olmakla itham ediyorlardı. Türkiye’nin sorunlarını tahlil ederken de bu saplantılarının etkisinde kalıyorlar ve yukarıda sözünü ettiğimiz grupların aksine Sovyet revizyonizminin savunuculuğuna savruluyorlardı. Bu son grup, yapmaya başladıkları yeni tahlillerinden hareketle ortaya koydukları tezleriyle, emperyalizmin yeni-sömürgesi geri bıraktırılmış bir ülke olan Türkiye’yi sömürgeci bir ülke olarak tarif etmeye başlamışlardı. Böylece emperyalizme karşı tam bağımsızlıkçılık mücadelesi ve anlayışı belirleyiciliğini kaybediyordu. Aslında her iki uçtakilerin de ortak özellikleri, bu yeni tezleriyle emperyalizme karşı mücadeleden vazgeçiyorlar ya da tavsatıyorlardı.

Bu hareketler içinde emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesinden vazgeçmeyen en önemli hareket Devrimci Yol olmakla birlikte, bu hareketin pratiğinde, dönemin koşulları gereği faşizme karşı mücadele, anti-emperyalist mücadelenin açık ara önüne geçmişti. Faşizme karşı mücadelenin emperyalizme karşı mücadeleden ayrılamayacağı sık sık vurgulanmasına karşın pratik, faşizme karşı mücadeleyi, özellikle de sivil faşistlere karşı mücadeleyi çok fazla öne çıkarıyordu. 1974-80 döneminde, emperyalizme karşı tam bağımsızlık mücadelesine vurgunun daha fazla öne çıkarılarak, özellikle sivil faşizme karşı sürdürülen mücadelenin yarattığı ideolojik ve siyasi kuraklaşmadan uzak durulabilirdi. Gittikçe yoğunlaşan günlük pratiğin yarattığı rutinin üstünden sorunlara bakılabilinseydi mücadele ve örgütlenmede yeni soluk boruları açmak mümkün olabilirdi. Mevcudun zorlanmasıyla, gündelik düzeltmelerle bir yere kadar gidilebiliniyordu. Hâlbuki tıkanmayı aşacak yeni politikalara ihtiyaç vardı. Bu yeni politikaların ana eksenini, emperyalizme karşı tam bağımsızlık anlayışının öne çekilmesi ve buna uygun sınıfsal ittifakların tarif edilmesi oluşturmalıydı.

Olayların peşinden sürüklenildiği mücadele süreçlerinde içeriksel boşlukların oluşması kaçınılmazdır. Giderek asıl hedeften uzaklaşmaya yol açan, asıl hedef olan antiemperyalist-antioligarşik devrimi gerçekleştirmeye uygun örgütsel şekillenme yerine gündelik mücadeleye uygun örgütsel biçimlenmenin belirleyici olması önemli zaafların oluşmasına ortam hazırlıyordu. Bunun gerçekleştirilmemesinin nedeni her türlü politik çözümlemenin anti-faşist mücadele (pratikte bu sivil faşistlere karşı mücadelenin belirleyici olması şeklinde tezahür ediyordu) baz alınarak yapılmasıydı. Kerteriz noktasını çok büyük ölçüde faşizme karşı mücadele oluşturmaya başlamıştı. Bu yöndeki gelişme emperyalist gizli işgale karşı verilmesi gereken tam bağımsızlık mücadelesinin belirleyiciliğini köreltici, karartıcı rol oynuyordu. Bu öngörü eksikliği hareketin ittifaklar politikasında da önemli daralmalara neden oluyordu. Bu sonucun doğmasında faşistlerin katliamlarının, sınır tanımaz saldırılarının, toplumu ve devleti teslim alma amaç ve girişimleri belirleyici olmuştur. Bu arada sol içindeki grupsal yarış mantığının, bu durumun doğmasında kısmi etkisinin olduğunu da unutmamalıyız. Örneğin 12 Mart döneminden sonra özellikle gençlik içinde, eski çizgilerini tamamen terk eden siyasi grupların 1968-71 dönemine yönelik ileriye sürdükleri “cuntacılık” suçlamaları da bizim bir kısım ilerici-aydın çevreden uzak durmamıza neden olmuştu. Bu çevrelerle ilişkilerimiz faşistlerle yürüttüğümüz mücadele çerçevesiyle sınırlı kalmıştı. Pratikte sıkıştıkça bu kesimlere duyulan ihtiyaç kendini dayatıyor ve bu tür zor durumlarda ancak bu çevrelerle bağlantı kuruluyor, yardım isteniyordu. (Örneğin, demokrat gazetecilerden, ilerici Tabii Senatörlerden, CHP’nin Sol Kanadından vb.) Ancak bir tür “faydalanma” anlayışı üzerine oturmuş bir ilişkiden söz edebiliriz.

12 Eylül faşizmi döneminin sol için çok yıkıcı geçmesinin derinliklerinde, devrimci hareketlerin tam bağımsızlıkçılıktan uzaklaşmalarıyla birlikte aydın-demokrat kesimlerden kopmaları, ilerici kanaat önderlerinin önemini yeterince kavramamaları, solun giderek Batı emperyalizminin sürekli yenilediği çeşitli düşünce akımlarının etki alanına girmeye açık hale gelmesine ortam hazırlaması bulunmaktadır. Bu gelişmenin daha kamuflajlı, acı ve yıkıcı sonuçlarını, bilhassa da liberal fikirlerin cirit attığı 1990’dan sonra görecektik.

Bir kez daha altını çizelim. Kemalist olmayan, MDD çizgisini işçi sınıfının (ideolojik) öncülüğü ilkesiyle dönüştüren ve bu çizgiyi ideolojik ve politik olarak devrimci mücadeleyle buluşturan Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir’in en zor anlarında ortaya koydukları yukarıdaki tavırları üzerinde düşünmek gerekir. Ülkenin kurtuluşu için oluşmasını düşündükleri mücadele cephesinin çerçevesinin ne ölçüde geniş tutulması gerektiğini buradaki tavırlarında görüyoruz. Devrimci siyaset de böyle bir şey olmalı. Burada gördüğümüz, sivri sloganlardan ibaret pratikten kopuk bir davranış şekli değildir. Burada kuru sınıf vurgusunun ötesinde, gerçekten mücadele etmeyi aklına koyan ve daha da önemlisi, hayatta kalmaları mucize olacağı belli olan insanların, geleceğin devrimcilerine yön vermeyi amaçlayan somut politik tavırlarını görüyoruz. Onların bu tavrından, emperyalizme karşı oluşturulacak mücadele cephesinin, ülke gerçeklerine uygun, güncel gelişmelere cevap verebilecek, ayağı yere basan bir biçimde olmasının bir anlam ifade edeceğini anlıyoruz. Ülkenin ekonomik, politik koşullarının yanı sıra toplumun ideolojik-kültürel yapısının, sınıfların ve toplumsal katmanların mevzilenmeleri hesaba katılarak ittifak anlayışının belirlenmesinin gerekli olduğunu anlıyoruz. İşte 1 Haziran 1971’de, o evde yapılan tam bu devrimci politikadır.

Bu olayla da bağlantılı olduğunu düşündüğüm bir önemli sorundan söz etmek istiyorum. 12 Mart döneminde ve öncesinde devrimci mücadeleye önderlik edenlerin en ileri unsurlarının fiziken yok edilmeleri, 1970’li yılların devrimci mücadelesinin yönlendirilmesinde önemli bir eksiklik yarattı. Hatta bu dönemin mücadelesinin kurgulanmasında ve yönetiminde yaşanılan zaaflarda liderlikte devamlılığının sağlanamamasının rolü önemlidir. Bu fikre, yaşadığımız pratiğin yanı sıra, Dünyada başarılı olmuş devrimlere bakınca hepsinde de yetkin önderlikte sürekliliğin sağlanmış olmasından dolayı varıyoruz. Rus Devrimi boyunca Lenin ve çevresinin önderliği kesintisiz sürmüştür. 1905 Devrimi sırasında, ardından gelen 1907 yenilgisi döneminde ve 1917 devrimlerinde Bolşeviklerin lideri hep Lenin ve çevresindeki kadrodur. Mücadelenin bütününe Lenin öncülüğündeki bu ekip önderlik etmiştir. Çin’de bütün halk savaşı sürecini Mao’nun liderliğindeki kadro yürütmüştür.  Küba’da devrim süreci yenilgisiyle, başarılarıyla hep Kastro ve bir grup arkadaşının liderliğinde sürdürülmüştür. Devrimin gerçek liderliği Kastro ve Che başta olmak üzere bu önderlerdir. Vietnam’da hem Fransız emperyalizmine karşı hem de ABD işgaline karşı yürütülen savaşlar Ho Şi Minh ve Giap’ın önderlik ettiği kadronun sürekli liderliği altında cereyan etmiş ve başarıya ulaşmıştır. Bizde ise hareketi yaratan lider kadro 12 Mart döneminde yok edildi. 12 Mart sonrasında onların yerini doldurabilecek kapasitede bir önderlik ortaya çıkarılamadı. Liderlik yapacak kadroların ideolojik, politik ve pratik önderliğinin ne kadar önemli olduğu devrim yapan ülkelere bakınca daha iyi anlaşılmaktadır.

Bizim kuşağın devrimcileri olarak, önderliğin sürekliliğini yaşayamadık. Biz 1980’den sonra yenilgiyi yaşadık ama sonrasında bu yenilgiyi başarıya doğru götürecek bir liderlik de yaratamadık. Özellikle son 20 yıldır, (bunun ilk beş-on yılında sol için dünyadaki gelişmelerin olumsuz etkileri oldu ama son on-onbeş yıldır dünyada emperyalizme karşı sol adına olumlu gelişmeler de oldu, Latin Amerika’da olduğu gibi), “ülkemiz solu”ndaki gelişmelerin, olumlu seyretmesi bir yana hem ideolojik hem politik hem de kitlesellik anlamında olumsuz seyrettiğini belirtmeliyiz. (Gezi’nin başarısı farklı bir kapsamda ele alınmalıdır.) Bu olumsuzluğun temelinde emperyalizme ve onun bölge politikalarına açıkça karşı çıkmamak ve hatta bir kısım “sol”un bu politikalara uyum sağlaması yatmaktadır. Ve hatta denebilir ki, Türkiye solunun kendi ülkesiyle olan duygusal bağı büyük ölçüde köreltilmiş ve son tahlilde bunların bir bölümünün Türkiye’yi imha edecek emperyal politikalara sempatiyle yaklaşması sağlanmıştır.

Bugün Mahir’in, Hüseyin’in yolundan yürüdüklerini söyleyen herkes kendi konumunu, izlediği yolun sonuçta hangi kesimin işine yaradığını geldiğimiz yere, düşürüldüğümüz durumlara bakarak bir kez daha gözden geçirmesi gerekir. Dökülen kanların, verilen canların ve çekilen acıların karşılığı, bugün geldiğimiz yer ve karşı karşıya kaldığımız/bırakıldığımız vaziyet mi olmalıydı?

Mehmet Ali Yılmaz

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir