İç Çatışmalarla Ülkelerin Biçimlendirilmesi-Haluk Başçıl

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

ABD’deki farklı düşünce grupları ‘soğuk savaş sonrası uygulamaya konulan küreselleşme

 politikalarının ulus devletlerin yaklaşık 300 yıldır oluşturduğu ulus üst kimliği zayıflatması’ düşüncesinde hemfikir iken sadece bunun neden ve sonuçlarında farklılaşıyorlar.

Ulus devlette bir üst kimlik olarak farklı etnik ve dini inanç gruplarını bir arada tutan vasıflar zayıflarken varlığını sürdüren alt kimliklerin harekete geçmesi etnik, kültürel ve dini farklılıklara bağlı çatışmaları önemli ölçüde arttırıyor. Bütünleşme ayrışma diyalektiğinde ayrışma dinamiklerini güçlendiriyor. Küreselleşme politikalarının harekete geçirdiği etnik ve dini kimlikler aynı zamanda, küreselleşme politikalarına tabi kılınarak yeniden biçimlendiriyor, formüle ediyor.
Küreselleşme politikalarının yol açtığı devlet içi çatışma dinamiklerine ilişkin yürütülen tartışma başlıklarını kısaca değinmek yaşananları bir bütünlük içinde anlamayı kolaylaştırabilecektir.
1. Ulus Devlet içinde Eşitsizliklerin Artması
Küreselleşmenin yeni liberal ekonomi programı hem ülke içinde hem de ülkeler arasında var olan eşitsizlikleri daha da arttırıyor. Eşitsizlikleri ortaya koyan çok sayıda çalışma bulunuyor. Bu çalışmalardan elde edilen verilerden bazıları sıralanacak olursa:
•    Dünyanın en zengin ülkelerinde yaşayan insanların ilk %20’inin gelir düzeyiyle en yoksul ülke ülkelerinde insanlarının ilk %20’sinin gelir düzeyi arasındaki oran, 1960’ta 30’da 1 iken, 1997’de 74’e 1 yükselmiştir.   
•    Küreselleşme, fakir Güney ile zengin Kuzey arasındaki mesafeyi daha da açmış,  son 30 yılda az gelişmiş ülkelerin sayısı 25’den 49’a çıkmış, dünyadaki kesin yoksullaşmış nüfus da 5 yıl öncesine göre 1 milyardan 1 milyar 200 milyona çıkmıştır.
•    The Economists’de 2001 yılında yayınlanan bir çalışmada: ‘Ülkeler eşit olarak kabul edildiğinde (nüfuslarına göre değerlendirilmediğinde) ve gelir, satın alma gücü karşılaştırmalarına göre ölçüldüğünde, dünyadaki gelir dağılımına ilişkin eşitsizliğin son yirmi-otuz yıl içinde çok arttığını’ belirtiliyor.  
Küreselleşme politikaları yalnızca ülkeler arasındaki eşitsizlikleri arttırmıyor. Aynı zamanda ülke içindeki gelir dağılımını da bozarak, eşitsizlikleri tüm alanlarda çoğaltıyor. Ülke içindeki sınıflar, bölgeler, cinsiyetler hatta etnik yapılar arasında giderek büyüyen gelir ve yetenek uçurumlarını küreselleşme politikalarının teşvik ettiği, ekonomik büyümeye rağmen yoksul kesimlerin sayısını arttırdığı verilerle ortaya koyuluyor. Yapılan çalışmalar insanların büyük bir kısmının temel ihtiyaçlarını tam ve dengeli olarak karşılamakta güçlük çektiğini ve bu kesimler ekonomik ve sosyal haklarını elde tutmada da zorlandıklarını gösteriyor.
Özellikle kamu hizmetlerin özelleştirilmesi; insanların sağlık, eğitim, barınma, enerji vb temel ihtiyaçlarına ulaşımını güçleştiriyor. Bu hizmet alanlarının ticarileştirilmesi ve sürekli fiyatları, geniş toplum kesimlerinin bu temel hizmetlere ulaşımını daha da zora sokuyor. Ticarileştirilen sağlık, eğitim vb hizmetlerin niteliğinin düşmesi insanları daha nitelikli hizmet arayışına yöneltiyor. Bu alanlara yönelik yaptıkları her harcama sınırlı gelirlerini tüketiyor ve yoksullarını daha da arttırıyor. Zengin ile yoksul arasındaki fark tüm ülkelerde büyüyor, eşitsizlikler, adaletsizlikler her açıdan artıyor. Nitekim 1988’de dünyanın en zengin 3 milyarderinin sahip olduğu toplam varlık, dünyanın gelişmemiş ülkelerinde yaşayan 600 milyon insanın toplam gelirinin üstündedir•.  
İktidara gelen hükümetlerin bu olumsuz gidişe seyirci kalması, hatta kamu hizmet alanlarını daha da daraltmaları, tasarruf adı altında bütçede kısıntıya gitmeleri insanların temel ihtiyaçlarını karşılamalarını daha da zora sokuyor. Toplumsal hoşnutsuzlukları arttırıyor. Tüm bu gelişmeler, mali kriz ve ekonomik durgunluk gibi istikrarsızlık dönemlerinde, ortak bir toplumsal ülkünün olmadığı koşullarda ülke içinde etnik, dini, kültürel çatışma dinamiklerini de güçlendiriyor.
Kısacası küreselleşmenin yeni liberal ekonomi politikaları devletlerin kendi toprakları üzerindeki ekonomik-politik kararlar alabilmelerini engelliyor. Sosyal politikaları güdükleştirip, kamu yararı ilkesinin göz ardı edilmesini getiriyor. Hükümetlerin egemenlik alanlarını daralırken devlet -vatandaş, devlet -toplum arasında var olan yabacılaşma daha da artıyor.  
2. Ulusal, Etnik/Dini Kimliklerin Hareketlenmesi
Ulus devletin küresel politikaların aracı haline dönüştürülmesi, toplumun ekonomik-sosyal ve politik alanlardan dışlanmasını, toplumun devletle ilişkisini de zayıflatıyor. Ulus üst kimliğin, yani vatandaş olmanın sağladığı olanakları tahrip ediyor. Küresel güçler (ABD-AB ve onların ulus üstü şirketleri) karşısında ulus devletlerin en temel özelliği olarak ifade edilen egemenlik hakkının aşınıyor ve vatandaşlık hak ve hukukunu (kamunun yurttaşlarına sağlamakla yükümlü olduğu hizmetler) anlamını yitiriyor. Eski ABD Başkanı Jimmy Carter’in Ulusal Güvenlik Danışmanı, aynı zamanda ABD’nin en önemli stratejistlerinden birisi olan Z. Brzezinski* ve Eski ABD başkanları George H. W Bush ve Gerald Ford’un Ulusal Güvenlik Danışmanı, Richard Nixon’ın da Askeri Danışmanı olarak görev yapan, Brend Scowcfoft ‘in  yanı sıra H. Kissinger’e kadar ideologun ulus devlet ile ilgili görüşleri oldukça açıklayıcıdır.
H. Kissinger, ‘‘… politik sorumluluğun bir birimi olarak kalan ulus-devlet, dünyanın birçok bölgesinde görünüşte çelişen iki eğilim esasına göre, etnik bileşenlerin parçalanması veya kendilerini daha büyük bölgesel gruplarda eritmeleri esaslarına göre yeniden yapılandırılmaktadır.
Brend Scowcfoft ‘‘ … Uluslar arası ortamda tarihte ilk defa bu denli hızlı bir değişim yaşadık, geniş küreselleşme başlığı altına giren temel bir değişim.… Önemli olan ulus devletin statüsünü ve insanlara nasıl hizmet verdiği, vatandaşları için genel sorumluluklarını değiştiriyor olması. Her ne kadar (ulus devlet) hâkim olsa da hâkimiyetini sürdürse de, ulus-devletin rolü sürekli olarak azalıyor. Bence seyrettiğimiz olayların merkezinde bu var’’  
 Z. Brzezinski ‘‘ …sorun ulusal egemenliğin yeniden tanımlanması. Aynı zamanda insanın bu konuyu düşünüyor bile olsa, çok erken dile getirmeye başlama konusunda dikkatli davranması gerekiyor. Çünkü egemenlik, benzersiz şekilde güvenli ve izole ortamlarda birkaç yüzyıl yaşamış ve egemenliği kendi kimliği ile eşit gören demokratik halk arasında reaksiyona yol açabilecek tahrik konularından birisidir. Bu küresel sorunlarla uğraşmak egemenliğin yeniden tanımlanması ya da yeniden düzenlenmesini getirecektir. Ancak bu sorunları çözmek için egemenliği feda etmeyi erken konuşmaya başlarsak, büyük ihtimalle her hangi bir çözüme engel olacak ulusçu bir reaksiyonun doğmasına neden oluruz’’  
Z. Brzezinski’ninde dediği gibi küreselleşmeye karşı birçok ülkede ortaya çıkan ‘milliyetçi özellikler içeren‘ tepkililer giderek artıyor. Günümüzde devlet, ulus ya da ulus devlet gibi terimlerin çoğu zaman birbiri yerine kullanılması, küreselleşmeden bağımsız ele alınması insanların aslında ne demek istediklerinin anlaşılamamasına, hatta kafa karışıklıklarına yol açabiliyor. Küreselleşme politikalarına karsı (pozitif ulusçuluk) ile milliyetçi-ırkçı (negatif ulusçuluk) aynı kefeye konabiliyor. Bu tür toptancı yaklaşımlar, devletlerin egemenliklerini, bağımsızlıklarını zayıflatma, hatta ortadan kaldırmaya girişimlerine, diğer bir ifadeyle de küreselleşme politikalarına desteğe dönüşebiliyor.  Küreselleşme politikalarına karşı en geniş toplumsal bir birliğin oluşmasını da zora sokabiliyor.
Ortak ulus kimliğinin zayıflaması insanların sahip oldukları – aile, köy, etnik grup, din vb- alt kimlikleri harekete geçiriyor.    Günümüzde 200 civarında ulusal devletin bünyesinde yaklaşık 10 bin etnik yapı ve dil grubunun bulunduğu söyleniyor.  Sadece 2 ülkede yurttaşların ezici bir çoğunluğu tek etnik özellikler içeriyor: Japonya’da yaşayanların %98,5’i etnik Japon’dan, Kuzey ve Güney Kore’de yaşayanların daha yüksek bir oranı etnik Koreliden oluşuyor.   Geride kalan ülkelerin hemen hepsi çok etnikli bir toplumsal yapıya sahiptir.    
Etnik bakımdan homojen olmayan bu ulus devletlerdeki etnik, mikro milliyetçi ve farklı inançlara sahip toplulukları hareketlendiren dinamiklerin güçlenmesi ulus devletleri derinden sarsıyor. Post Vestfalyan yaklaşımla etnik yapı ve dine bağlı olarak devletlerin yeniden biçimlendirilmesi, bu toplulukların zenginliklerin paylaşımına dönük sınırlarda değişim istemi  – diğer bir deyişle kaderini tayin hakkı ya da kendine ait bir devlet kurma talebi- ulus devlet yapısında olduğu kadar uluslararası düzeyde de önemli değişikliklere yol açabilecektir. 

Haluk Başçıl

Devam edecek

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir