İnsan Zihninin Yeni Hapishanesi-Mehmet Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Zihin terbiyesi çok zor bir şeydir. Öncelikle disiplin ister. Disiplin ve ısrarlı çalışma olmadan

  lirik şiirden matematiğe kadar uzanan tayfa asgari ölçüde dahi vakıf olmak kabil değildir.

 

1

İNSAN ZİHNİNİN YENİ HAPİSHANESİ

Bildiğimiz (daha doğrusu tahmin ettiğimiz) kadarıyla yüz binlerce yılda birbirini izleyen dokuz buz çağı ve aralarındaki ılıman dönemlerde paleolotik insanın yatay ve kaleodoskopik bir bakış açısı vardı. Bitkiler, hayvanlar ve balıklar arasında koşturup duruyor ve tabiata saygı duyuyordu.

On bin yıllık neolitik çağın zihin yapısı hızla dikeye döndü. İnsanlığın yeni uğraşı tarım meteorolojik koşullara o kadar bağlıyken açlık ile yaşam arasındaki farkın tanrıların müdahalesine bağlı olduğu düşünüldü. Dikey bir hiyerarşinin tepesinde tanrı, sonra diğer ilahi varlıklar ve altında da insan vardı ki,  o insan da kendisini diğer varlıkların arasında tanrı suretinde yaratılmış olarak özel bir yere koymuyor değildi. Bu şekilde kendisini diğer hayvanlardan ayırabiliyor ve onları kendi gereksinimleri için yaratılmış şeyler olarak görüp eziyet edebiliyordu. Bu, avına ve yaşadığı çevreye büyük saygı duyan paleolotik bakıştan çok farklıydı. Çok kısa sürede başka insanları da köle olarak kullanmayı öğrendi ve onları da kendi içindeki hiyerarşinin alt katına yerleştirdi. Varlıkların yeni hiyerarşisinde anıtsal mimarinin dikeyliği sembolikti. Ziguratlar, piramitler hep gökyüzüne tırmanıyor, kutsal ve dünyevi olan arasındaki ayırımı simgeliyordu. Kilise kuleleri ve minarelerin bundan etkilenmediğini düşünemiyorum. Bu dikey kulelerin insan zihni için bir hapishane olduğuna kuşku yoktur. Farklı düşünenlere gösterdikleri hoşgörüsüzlük çok iyi bilinir.

Bunu takiben batıda, tabiatın incelenmesi ve kontrol edilmesi, teknolojik gelişmelerin olağanüstü hızlanması mekanik bir bakışı bu ikisinin üzerine getirdi. Ölçüm ve deney “niçin” sorusunun yerine “nasıl” sorusunu öne çıkardı. Bu bilimin sorusudur.  Ama zaman geçtikçe bilimin her soruyu yanıtlayamayacağı ortaya çıktı. Mekanik bakış açısı yerini giderek kaotik bir bakış açısına bırakmaya başladı.

Her şeyin belirli bir düzen içinde yer aldığı rasyonel bir evrenin (Newton) olmadığı, bunun yerine kaotik bir durumun içindeki nispi istikrarı düzen sandığımızı gördükçe düşünce tekrar bunalıma girdi. Kuantum fiziği bunun yolunu açtı. İşte insan düşüncesi şimdi bu düzensiz-irrasyonel evrenin içinden çıkılmaz post-modernist tuzağına hapsolmuş durumda. Bu hapishane eski tapınakların veya ortaçağ manastırlarının çilehanelerinden de daha dar. Gerçi, bilim pratik sorunların çözümünde başarılarına yenilerini katıyor sürekli, ama toplumlar kendilerine bir gelecek projesi oluşturamıyor artık. Bu nedenle post-modernist bakış kapitalizm için alternatifsizlik zırhı oluşturuyor.

İşin bir başka tarafı daha var. Zihnin bütün aşamaları aslında iç içe ve üst üste. Nasıl ki üst beyin alt beynin güdülerini denetime alıyorsa, putperestlik ve dikey hiyerarşik din anlayışı da modern toplumda pozitivizm ve post-modernizm ile birlikte yaşıyor. Bunu derken sadece Andaman adalarındaki avcı-toplayıcı kabileleri kast etmiyorum. Tek tek her bireyin zihninin bir köşesinde de yaşıyor ve bazen hortlak gibi öne çıkıyor.

Post-modernist tuzak zihinleri tutsak ettikçe durum devam edecek, ne var ki bunu mekanik pozitivizmle aşamayacağımız da açık. Yüz sene sonrasını çok merak ediyorum.  Düşüncenin nereye gideceğini şimdiden bilemeyiz. Ama bugün yapmamız gereken zihnin bütün aşamaları boyunca biriktirilmiş olan değerlerin sosyal bilimlerden koparılmasına karşı çıkmak ve ayrıca kaçınılmazlığı öngören (teleolojik) tüm düşüncelerden kurtulmaktır. Bunun için biraz bilim felsefesi üzerinde durmak gerekiyor…

2.

YARATILAN ŞEY “YENİ BİR ALGILAMA ya da KAVRAYIŞTIR”

Hans Zinsser 1960 yılında yayınlanan ve mikropların insan yaşamını ve aynı zamanda siyasi tarihi nasıl değiştirdiğini anlatan “Rats, Lice and History” (Fareler, Pireler ve Tarih) adlı fevkalade eserinin giriş bölümlerinde bilim ve sanat arasındaki ilişkiye dikkat çeker.

“Bilim insanları ve sanatçıların en yüksek başarıları, daima var olmuş olan şeyleri yeniden anlamaktır. Daha net bir “algılama/kavrayış/idrak sağlarlar.”

“Zekanın sınırları infra-emotional (“duygualtı” desek?)ile ultrareason (“en üst mantık” desek    

“mantıkötesinden” daha anlamlı gibi duruyor, felsefeci arkadaşlar ne der acaba) arasında uzanan bir nevi tayf oluşturur.”

“Duygualtının bulunduğu uçta müzik ve lirik şiir tarafından harekete geçirilen algılar/kavrayışlar bulunur. Zıt uçta -ki saf mantığın bulunduğu yerdir- matematik için kavrayış kapasitesi yer alır. İkisi arasında sanatın bilimsel ve bilimin sanatsal olduğu büyük çakışma alanları vardır. Nesir anlamındaki edebiyatı ortaya koyabiliriz, sola doğru epik ve anlatımcı şiiri, sağa doğru da psikoloji, biyoloji ve matematiğe doğru giden diğer bilimleri yerleştirmek mümkündür.”

Pekala bu algılamanın sınırları nedir?

Zinsser belli bir sınırın ötesinde (bunu 10 üzeri eksi 10 olarak tanımlar) algının olanaksızlaştığını ve bilimin yerini inanca bıraktığını ifade ederek daha çok şey keşfettikçe hayatın (ve varlığın) köklerini ve amaçlarını keşfetme konusundaki umutsuzluğumuzun o ölçüde büyüdüğüne işaret eder. (Aradan elli küsur yıl geçtikten sonra değişen birşey yok).

“Sorabilmeye bazen muktedir olduğumuz ama yanıtlarını nadiren verebildiğimiz soruları gündeme getiriyoruz” der.

Buradan da hayatın kökenleriyle ilgili antik anlayışlara değinerek bilimsel bakışlara geçer.

…..

Sezgiler sanat kadar bilim için de önemlidir. Büyük bilim adamlarının çoğunun sanatla yakından uğraşmaları veya ilgilenmeleri tesadüf değildir. Sanat sezgileri geliştirir çünkü hayata farklı açılardan bakma olanağı verir. Gelişkin bir sezgi bilimsel buluşların ilk adımıdır. Hipotezler ölçümle doğrulanır (ve daha önemlisi yanlışlanır) ama ilk başta sezgiyle formüle edilirler. Olgular çoğu halde hep ordadır ama görmek için başka bir bakış gerekir.

Zihin terbiyesi çok zor bir şeydir. Öncelikle disiplin ister. Disiplin ve ısrarlı çalışma olmadan lirik şiirden matematiğe kadar uzanan tayfa asgari ölçüde dahi vakıf olmak kabil değildir.

3.

BİYOLOJİK EVRİM, KÜLTÜREL EVRİM….

Biyolojik evrim ihtiyatlı bir yol izler. (Burada bir süje varmış gibi ifade ediyoruz, mesela diyoruz.) Nasıl bir yol izleyeceğini, daha doğrusu nasıl bir örgü ya da model içerisinde gelişeceğini seçmeden önce uzun süre geçer (adeta düşünür!).

Kültürel evrim ise inanılmayacak kadar aceleci, düşüncesiz ve deli cesaretine sahip bir “şey”dir. (Olgu mu deseem, süreç mi deseem, üç zamana kadar evrim geçireceksin diyeyim bari). Bu evrim son derece kuşkulu yollara girer ve tahripkârdır. Son birkaç milenyumda yok olan homo sapiens kültürlerinin haddi hesabı yoktur. Ayrıca, siyasi-sosyal modellerde başarısızlık da son derece yaygındır. Birkaç “insan bireyi” hemcinslerini inanılmaz modelleri denemeye ikna edebilir. Emsali görülmemiş felaketler sürükler. Diğerlerinin iknaya bu kadar hazır olması şaşırtıcıdır. Üstelik bu bazen zorlamasız, hatta büyük zorlamalara karşı direnerek gerçekleşir.

Kültürel evrim kuşkusuz ki iklimden teknolojiye kadar bin bir olgudan etkilenir. Buz çağlarının ya da ateşin kontrolünün evrim üzerindeki etkisini inkâr edeni -yaygın sosyal kültürümüzün ve içgüdülerimizin emrettiği üzere – “eşşek sudan gelinceye kadar” dövmek istiyoruz. Ama dövemiyoruz, başka sosyal kısıtlamalar (ya da gücümüz, kuvvetimiz) buna izin vermiyor. Diğerleri de evrim diyenleri hemen öldürüyor, fırsatını bulunca tabii. Eşitsiz kültürel evrim bazılarımızın vahşi içgüdülerini serbest bırakırken, diğerlerini gemliyor. Herhalde seçici bir evrim süreci var, acaba bende hangisi daha çok işliyor. Bunda genetik ve sosyal etkilerin payı nedir? Şiddetsiz kültüre nasıl geçilir? Ya da bazı inanç sistemleri şiddet kültürünün yaşamasında ne kadar etkili? Sanırım epey etkili. Vaaz ettiklerini karşılaştırmalı.

Doğada olduğu gibi toplumda da evrim yumuşak ve tedrici bir şekilde cereyan etmiyor. Sıçramalar ve kesiklerle sürüyor, her ne kadar süreçler çok farklıysa da. (Bu konuda büyük alim Stephen Jay Gould’un “punctuated equilibrium” konusundaki yazılarını ilginç bulacağınıza eminim.)

 

Sonuçta, kültürel evrimin inanılmaz hızlandığı, dolayısıyla birçok kültürün tasfiye platformuna girdiği bir çağı yaşıyor gibiyiz. Çağa ayak uyduramayan kültürler kendilerine benzeyenlere eziyet ederek boğuluyor. Bu bataklıktan kurtulmak isteyen benzerlerini de eteklerine yapışıp felakete çekmeye çalışıyorlar. Arz ederim.

4.

UZUN BİR HAMİLELİK

26 yıl öncesinden bir not.

Yevgeni Yevtushenko ile bir mülakat yapılmış. Şunları söylüyor:

“Günümüz dünyasında idealizm yokluğunun nedenlerinden bir tanesi yeni bir felsefenin olmayışıdır…  (idealistlere egzantrik, hayalci ve hatta deli dendiğini de söylüyor ileride bir yerde)…

20. yy’ın bütün trajedilerini toparlayıp özetleyecek yeni bir felsefeye ihtiyacımız var, yeni ve nihai bir trajediyi ancak böyle önleyebiliriz…

Bu felsefe insanları bölmekten çok birleştirici, yeni bir ahlak anlayışı geliştirmeli. İnsanlık içeriden tekmeleyip duran bu felsefeye gebedir… ” vs.

Yevtushenko’ya sormak isterdim. Bu ne uzun hamilelikmiş diye. Acaba konu üzerinde bugün ne diyor? Ve 20. yy’ın trajedileri dediği şey ülkesi Rusya’nın acıları mı? 38 duruşmaları, Gulag’lar, Hitler’in saldırılarıyla yanıp yıkılan Avrupa ve tabii ki hem sağcıların hem de solcuların işkence ettiği Marksizm’in kıvranışları mı? Yoksa aklında başka şeyler mi vardı? Sizin aklınıza ne geliyor?

Ne var ki, biraz düşününce tarihte bazı düşüncelerin hamilelik sürelerinin gerçekten çok uzun olduğunu görebiliriz. Örneğin aydınlanmacılık. Bacon, Descartes, Newton üzerinden 18. yy’a ulaşması yüzlerce yıl almıştı. Ya da Aziz Augustin Hıristiyanlık düşüncesini toparlayıp yeni bir yön vermeseydi, dünya tarihi nasıl değişirdi, ki Paulus’tan neredeyse üç buçuk asır sonradır. Belki Marksizm de asırlar sonra yerleşecek olan bir anlayışın sadece ilk adımlarından birisidir.

Günümüzde sorun böyle bir felsefenin ya da felsefelerin olup olmaması mıdır, yoksa güç teşkil edecek bir kesim tarafından kabul edilmiş bir felsefenin mi olmamasıdır. Aslında felsefeden geçilmiyor. Yarışma konusu olsaydı, insanlığın yeni felsefesini ortaya attığını iddia edenlerin sayısı “yetenek sizsiniz” dekiler kadar olmasa da, ona yakın olurdu. İsa zamanında da her kasabada bir peygamber vardı ama onu lanse eden Paulus bir taneydi. Belki kapitalizm bir gün yeni felsefenin de promosyonlu yarışmasını yapar. 70 ülkede aynı anda vizyona girer ve Türkiye jürisine Acun, Hülya Avşar ve diğerlerini siz seçin… Yeni felsefemizi lanse ederler. Yarışmacılar önceden ayarlanmıştır tabii.

Muhtemelen sorun felsefe eksikliği değil, ya da en azından ana sorun bu değil.

Günümüzde idealizm de var, felsefe de, ama insanlığı bir girdaba çeken demografik selin kapitalist tüketim modeliyle birleşmesi, idealleri (ve idealistleri) köşelere süpürüp duruyor. Kanser gibi çoğalan hücreler önlerine çıkan her şeyi yiyip bitiriyor. Hatta ideaları bile yiyorlar. Bunlar yenmez demeyin. Nelerin yiyip bitirildiğini düşünün. Peki, n’oolcak?

Naçizane kanaatimize göre, doğaya ve insana sermayeden daha fazla değer veren ve zaten var olan felsefeler ancak kapitalist talanın büyük felaketlere yol açmasıyla güce dönüşecektir. Ne yazık ki bunlar çok uzakta değil gibi. Keşke felaketsiz olsa, ama insan çoğunluğunun sınırsız tüketim hırsları buna izin vermiyor.

5.

GÖKKUŞAĞINA BOYANAN MERDİVENLER ACABA ZİHİNLERİ AÇAR MI?

Sadece siyaset yapmanın değil, birçok alanda güzellikler yaratmanın yollarını bulamıyoruz. Beton ve motorlu teneke yığınları arasında ruhlarımızı boğuyoruz.

Daha iyisini göremiyor muyuz, yaratıcı mı değiliz? Örneğin, yapıların ezici çoğunluğunun çirkinliğine bakınca, mimarlarımızın ortalama yetenek düzeyini ve çözümleme gücünü hiç düşünmüyor musunuz. Paradan söz etmeyin bozuşuruz. Bizden daha fakir olup çok daha güzel sokaklarda, daha güzel evlerde yaşayan nice toplum var.

Acaba başka bir şey mi var bizde, zihnimizi ve bakışımızı kısıtlayan.

Çok kelime ve kavram bilmek, çok sesli müzik dinlemek, sanat dalarıyla ilgilenmek, dil öğrenmek, bilimsel gelişmeleri izlemek her nasıl zihni geliştirirse, tekdüze gri bir ortamın yerine gökkuşağının renklerini getirmek de mutlaka bir fark yaratacaktır. Gözler yeni açılar bulacak, farklı ışıklarda tonların nasıl değiştiği anlaşılacak, zihin perspektif oyunları oynayacak ve arayışlara girecektir. Bu bir umuttan ibaret değildir. Çocukluğunuzda, ışık ve renklerden nasıl etkilendiğinizi hatırlamıyor musunuz?

Renkler sadece siyasi bir meydan okuma değildir. Çok daha fazlasıdır.

Dama, satranç, zeka oyunları, matematik, şiir, hikaye, resim ve renk olmadan olmuyor. Kentlerin, kasabaların ağaçsız, parksız sokaklarında yetişen her yirmi çocuktan ancak birisi ya da ikisi çevresini aşıyor. Çoğunluk zevksizliği yeniden üretiyor. Alternatif aramıyor. Bunun illa parayla da ilgisi yok. Sofraların (yaklaşık üçte ikisinin) özensizliği hala Türkiye’nin en büyük sorunlarından birisidir. Düzgün bir sofraya oturmayan (aynı zamanda doğru beslenmeyen) milyonlarca çocuk arasında etrafına bakıp ta kafasını geliştirecek olanlar yüzde onu bulmaz. Gayrete gelen bu azınlığın dışında kalanlar birkaç yüz ya da en iyi olasılıkla birkaç bin kelimelik hazneyle nasıl düşünecek. Çoğunluğun düşünce kapasitesi basit kurnazlıklardan ibaret kalacaktır. Ama değişim de kendini zorluyor.

Gökkuşağının renkleri kimilerini doğaya ve etrafına yeni bir gözle bakmaya itecek, doğadaki ahenkten etkilenerek güzel ve çirkini ayırt etmeye başlayacak. Belki başını bilgisayar oyunlarından kaldıracak. Dokuzuncu seviyeye gelmek için kaç kişiyi öldürmek gerektiğini hesaplamak yerine başka şeyler düşünecek. Daha önce görmediklerini görmeye, ilgilenmeye, araştırmaya başlayacak. Yüzde on yüzde yirmi olunca çok şey değişecek.

Gökkuşağının sokaklara yansıması elbette tek başına her şeyi çözecek değildir ama olumlu yöndeki değişime küçümsenmeyecek bir katkıda bulunması çok muhtemeldir.

Boyayacak bir merdivenimiz yoksa, hiç değilse bir çocuğa boya takımı ya da resim kitabı alalım. Gerisini renklere bırakalım.

6.

SENTETİK BİR TARİH ANLAYIŞININ MUTLAKLAŞTIRILMASI TOPLUMCU PRATİĞİ HALA DİNAMİTLİYOR…

Toplumcu düşünce 19. yy’da kapitalizmin yarattığı korkunç sefalete tepki olarak doğdu. Bu yüzyılın ikinci yarısında sol hareketler daha çok sendikalizm veya ütopik sosyalizm şeklinde tezahür etti. Sendikalizm, bu dönemde prestij kazanan Marksizmi kendisine göre yorumlayarak 20. yy başında başta Almanya olmak üzere parlamenter sosyal demokrasi içerisinde siyasi ifadesini buldu. Anarşizm ise gene bu dönemde burjuvaziyi korkutuyor ama kendi öfkesi içerisinde boğuluyordu.

Birinci Dünya Savaşı sosyal demokrasiyi parçalarken daha sonra Komintern’e tabi olmayanlar aforoz edildi. Bu dönemde her ülke için beş evreli standart bir tarih anlayışı, el kitabı düzeyinde yaygınlaştırıldı. Hâlbuki her ülkenin geçmişi ve koşulları farklıydı. Varsayılan, idealize edilmiş “halk” hiçbir ülkede yoktu, ya da, her ülkede çok farklıydı. Nitekim hemen hiçbir zaman beklendiği şekilde davranmıyor, toplumcuları şaşırtıyordu. Üstelik kapitalizm bütün geleneksel ekonomileri yıkıyor ve her geçen gün dünyanın en uzak köşelerini bile hâkimiyetini alıyordu.

Şematik bir materyalizmin empoze edilmesi tüm dünyada üç ya da dört nesil solcuyu yaktı. Judea-Hıristiyan geleneğin pozitivist döneminin bir ürünü olan Marksizm, bir bakış açısı olmaktan çıkartılıp formüller bütünü haline getirilince taşlaştırıldı, dogmatikleştirildi. Sözde bilimsel ve kaçınılmazlık öngören siyaset tezleri ortaya atıldı. Halbuki siyaset (ve sosyal bir rejim) asla bilimsel olamaz. Tamamen tercihlerin eseridir. Bilimden yararlanır, o başka. Öte yandan sözde bilimsel dogmalara karşı çıkan çok oldu elbet ama her solcu her şeyi Marksizm sancağı altında yapmayı sürdürdü. İş mezhep meselesine benzer bir hal aldı. Kimse dinden çıkmış görünmek istemiyordu. Biz de on yıllar boyunca her eleştiriye ” Marksizm iyidir, güzeldir, şöyledir, böyledir ama bunlar anlamamış demek ki” diye başladık, aman çocukları kırmayalım, başka tartışmalar açmayalım diye. Aslında bu çok da yanlış değildi, gerçekten anlayan çok azdı. Bunun için gereken altyapı yoktu. Gene de daha açık söylense iyi olur, inancın yerine eleştiri getirilirdi. Bize inanan değil düşünen insan gerek. Bugün bize inanmış gibi yapan yarın başkasına inanmış gibi yapar. Nitekim, ne biçim yaptılar. İnsanlar az oportünist değildir.

Toplumcu düşünce hala “MUTLAKLAŞTIRMA” eğilimlerinin esiridir. Yalnız, dönemler itibariyle (günün ihtiyaçlarına göre) mutlaklaştırılan kavramlar değişiyor. Mutlaklaştırma öne çıkınca zihinler de yavaşlıyor. Toplumların özgünlükleri kavranamaz oluyor. Şemalarına uymayan şeyler için abuk sabuk yorumlar uyduruldu yıllar boyunca. O “halk”ın uyanıp safları doldurması adeta mistik bir inançla bekleniyor, bu bekleyiş içerisinde siyaset yapılmıyor, siyaset yapılır gibi yapılıyor. Her şey o varsayılan halkın varsayılan taleplerine göre düşünülüyor. Sanki tarih bir özneymiş de cilve yapıyormuş gibi bakılıyor. Tarih özne olsaydı ancak dalgasını geçerdi.

Mehmet Tanju Akad

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir