Kapitalizm, ulus, ulusal mücadele, UKTH’nın ortaya çıkışı-Saffet Bilen

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Kendi kaderini tayin etme fikrinin Batı endeksli dünyada İlk ABD de ortaya çıktığı söylenebilir. Ama bunu söylemeye devam edebilmek için, Amerikan Kızılderililerinin günümüzde de insan statüsüne sahip olmadığını kabul etmek pahasına yapıldığı unutulmamalıdır. Amerikan tarihini beyazların ayak bastıkları tarih ile başlatan bir tarih kurgusuna dayalı olarak ileri sürülebilir bu önerme. Baştan Avrupa’nın yarattığı bir dünyanın tartışma zemini olarak kabulü ile başlar, anlatılan öykü. İleri doğru akan tarih ırmağının şanslı insanları olan Avrupalıların dışında Kıta yerlilerinin bir önemi yoktur. Bu temelde oluşturulmuş oldukça büyük bir külliyatın cüzlerinden biridir. Ve ilk handikabı budur bu teorinin. Bu hakka sahip olabilmenin koşulu böyle çizilir. Çıtanın altında kalanlar, tarihin kendilerine de ilerleme fırsatını vermesini beklemek zorundadırlar.

Bu gerçek ilk başta da böyledir, günümüzde de.

Günümüz Ortadoğu’sunda yaşananlar, Araplar, önce Filistinliler, sonra Iraklı, en sonda Suriye Arapları, bu konumdadırlar. Kürtler ise çıtanın üstüne tırmanabilmek için, kendilerinin Batının demokratik değerlerinin yılmaz savunucuları olduklarını yüksek sesle ve her fırsatı değerlendirerek dillendirmeye çalışıyorlar.

Bu konuda temel ilke, Emperyalizmin, yayılmanın, baskı ve sömürünün varlığı koşullarında, her etnik, dini vb. insan topluluklarının kendi kaderlerini tayin etmelerini savunmak olmalıdır, istisnasız.

Süreçle ilgili her değerlendirme mutlaka Amerika yerlilerinin başına gelenlerden başlamak zorundadır. Bu adım atılmadan ikiyüzlü bir durumdan kurtuluş mümkün değildir. Ve Beyazlar Kuzey Amerika’ya altın, gümüş ve doğal kaynakların yağmalanması için çıkmışlardır. Yaşayan kıta sakinlerinin malları, canları pahasına ilerlemiştir süreç.

Teorinin kurulduğu Kapitalizm evresi kabul edildiği halde bile, araya konan epeyce kademe ve anlatım çarpıklığı vardır. Uluslaşma süreci başlığında anlatılanlar ve öneriler iki bölge için farklıdır. Merkezde etnik kimliklerin merkezi bir devlet çatısı altına erimesi esastır. Çevrede ise ayrılma teşvik edilir. Bunun ana sebebi ise, kapitalizmin zenginliğin toplandığı dar merkez, yağmalanacak geniş çevre zemininde örgütlenmiş bir sistem oluşudur. İkili yapı, teoride de ikili bir savunu getirir. Ve teori merkezin ihtiyaçlarına uygun değişikliklere uğrar çevreye doğru gittikçe.

Bu yazı Amerika özgülünde bu öyküyü anlatmayı amaçlıyor.

Kıtaya ayak basan İngilizler ile öncelleri İspanyollar arasında bir farklılık yoktur.

Çıktıkları bölgede yağmalanacak yerleşik uygarlığın olmayışı, Kızılderililerin işbirliğine yatkın olmamaları, gelenleri zorlu yaşam koşullarında yaşamaya zorlamış, neredeyse askeri koşullarda bir yaşam egemen olmuştur, ilk İngiliz yerleşiminde. Koloni içinde sorun çıkaran ve sözleşmesi biten yerleşmeciler genellikle Kızılderili yerleşimlerine yakın yerlere yerleştirilerek, hem bu insanlardan ve sorunlarından, hem de Kızılderililerin dizginlenmesinde başarılı olan bir istila programı, sonuçta başarılı da olmuştur.

ABD de ki sonrasında ki gelişmeleri İngiliz sömürge siyasetinin serencamından bağımsız değerlendirmekte başka hatalı bir bakış açısı olur kanaatimce. Hindistan ekonomisinin çökertilmesinin arka bahçesidir, Kuzey Amerika. Pamuk burada üretilmiş ve tüm dünyaya işlenerek pazarlanmıştır İngiliz tüccar ve sanayiciler tarafından. ABD ekonomisinin yükselişinin temeli budur. Dış satım.

ABD egemen çevrelerinin, bu geniş toprakların giderek tek hâkimi olma iddiasıdır bağımsızlık, ilanı.

Bulunduğu toprak parçasında egemenliğini pekiştiren bu güç dışa açılmaya yakın çevresinden başlamıştır. İlk ağızda önlerine gelen, Latin Amerika da İspanyol egemenliğine direnen sömürge karşıtlarına destek vermek olmuştur. Ama bir yandan da buralarda birleşik devletlerin oluşmasını engellemek için ellerinden geleni yaptıkları da, askeri müdahale dâhil, söylenmelidir.

Yani ilk bu politikanın, sömürge ulusların ayrılıp küçük devletler kurma mücadelesini formüle edenler Amerikalılardır gerçekten. Ve bu haliyle teori yayılmanın etkin olmasının da aracıdır. ABD başkanlığı yapmazdan önce İspanya da elçi olarak görev yapan Monroe tarafından ilan edilen bu anlayış, baştan beri ABD yayılmacılığının temel düsturudur.

Süreç içinde yıldızı bu politik tavrının katkısı ile de parlayan ABD nin, 20 yy ın ikinci yarısında eklentileri ile birlikte Dünya hegemonyasının en temel araçlarından biridir, bu önerme.

19 yy ın lider emperyalisti İngilizler tarafından da oldukça başarılı bir şekilde değerlendirilmiştir bu ilke. Osmanlının parçalanması bu ilke temelinde gerçekleşti esasen. Birinci savaştan hemen sonra, aralarında nasıl bir ayrım var sorusunun hala muallakta olduğu Arap coğrafyasında neden bir sürü devlet ortaya çıktı sorusunun cevabı da bu yöntemdedir. Emperyalistlerin elinde bu önerme bölmenin, parçalamanın adıdır.

İşin bir de hala ne yapacakları konusunda net önermelerin olmadığı ezilen uluslar ne yapacaklar bölümü var. Tek tek etnik homojenliğe dayalı, olabilecek en küçük coğrafya da devlet kurmalarına izin verilen çevre ülkeleri 20 yy da sömürge olmaktan kurtulmanın, ezilen olmaktan kurtulmaya yetmediğini yaşayarak öğrendiler.

Geçmişin deneyi bize kapitalist çerçevede, onun ön kabulleri ile bir çıkışın olamayacağını anlatıyor özetle. Sömürülen bölgeler, belki birleşerek geniş bir iç pazara dayalı bir çıkış arayabilirlerdi. Ama bu hem düşünsel planda hem de pratik olarak engellendi esas olarak.

Bugünün dünyasında, kapitalizmin kendi ağzından sıkıntı da olduğunun ilanı koşullarında geniş bir pazara dayalı bir ayağa kalkma stratejisinin anlamı var mı ciddi tartışma götürür bir konudur.

Üzüntü verici olan başka bir şey ise zayıf ülke aydınlarının hala bu gerçeğin farkında olmadan, ulusal boğazlaşmaların arkasında durur oluşudur.

Öyküye devam edersek;

Beyazların, Amerika kıtasına ayak basmalarından kısa süre sonra, Portekiz’e ait olan Brezilya dışında, Güney Amerika bütünüyle İspanyolların elindeydi. Portekiz, İspanyolların eline geçtikten sonra, Brezilya’da İspanya’nın denetimine girdi.

İspanyollar Kuzey Amerika’yı da yokladılar. Ama orada aradıkları altını ve gümüşü bulamadılar. Missisipi’ye kadar geldiler, kılıçlarını suya batırıp, toprakları ilan ettiler. Ama Meksika’nın kuzeyinde altın bulamamışlardı. Ne tarım ürünleri vardı, ne de baharat. Bu topraklar İspanyollar için cazip değildi ve İspanyollar Kuzey Amerika’ya sırt çevirdiler.

Sonraki süreçte, Kıtanın kuzeyi dışında bütün topraklar, İspanyol kültürü ile şekillendiler. Ekonomik, sosyal ve siyasal olarak.

Bugün, İspanyolca konuşan ülkeler; Meksika, Panama, Guetalama, Nikaragua, Honduras, Kosta Rika, El Salvador, Porto Riko, Küba, Dominik, Kolombiya, Venezuela, Ekvator, Bolivya, Peru, Şili, Arjantin, Paraguay, Uruguay’dır. Neredeyse Latin Amerika’nın tamamı.

Birleşik bir Latin Amerika ulus devletinin ortaya çıkması için sayılabilecek bütün unsurlar vardı. Ortak bir dil, Aynı kültürle yoğrulmuş bir nüfus, Zenginlikleri yağmalana, yağmalana bitirilemeyen kocaman topraklar, Eh Avrupalılıksa Avrupalılık, yani Rönesans kültürü, ticaret, girişimcilik gibi özellikler, her şey vardı. Bu anlamda Latinler, zamandaşları Osmanlı’dan daha şanslıydılar. Ama sonuç birleşik bir Latin Amerika devletinin kuruluşu mümkün olmadı.

Neden olmadı?

Üzerinde durulması gereken bir sorudur.

Napolyon’un İspanya’yı işgali sonrasında, gevşeyen merkezi otorite, sömürgelerde bağımsızlıkçı eğilimleri de ortaya çıkardı.

Askeri bir eğitim alan Simon Bolivar önderliğinde Latin Amerikalılar, uzun uğraşlar sonunda, 1821 yılında içinde Venezuela, Ekvator, Kolombiya, Panama ve Peru’nun bulunduğu, o zamanlar Büyük Kolombiya olarak adlandırılan bölgede İspanya’dan bağımsızlığını ilan ettiler. Yeni kurulan devletin ilk başkanı Simon Bolivar oldu. Fakat bu devlet yaşamadı.

Başarısızlığın altında ne yatıyordu?

Bu sonucun nedenleri arasında, Simon Bolivar’ın sıkıştığında nereye gittiği sorusu ile bağlantılı cevaplar düşünülmeli bence. Sığındığı iki yer var. Birincisi Fransız sömürgesi Haiti, İkincisi ise İngiliz sömürgesi olan Jamaika.

Bir not daha eklenmeli; ‘Amerika Amerikalılarındır’ sloganı ile kıta çapında faaliyet yürüten, bağımsızlığını yeni kazanmış, emperyalist eğilimleri güçlü girişimleri ile ABD.

Bu iki durum bize kıta Avrupası ile yükselen kapitalist bir ülke olan ABD nin konuya ilgisiz olmadıklarını, kendilerine rakip olabilecek, bölgesel birleşik güçlü bir devletin kurulmasını engellemek için ellerinden geleni yaptıklarını, İspanya’dan bağımsızlık, ama birleşik değil, küçük parçalara ayrılmış devletçiklerin kurulmasına yol verdiklerini anlatır.

Birde, Latin Amerikalı siyasal, askeri önderlerin de birleşik bir Latin Amerika devleti fikrinin arkasında duramadığını.

Denizaşırı genişleme fikri ABD açısından bağımsızlığın hemen ardından dile getirilmeye başlanmıştı. Monroe Doktrini ile Güneyde epeyce bir girişim gündeme geldi. 1823 ‘te Latin Amerika ülkeleri birbiri ardına bağımsızlıklarını ilan etmeye başlayınca, Kıta Avrupa’sı devletleri, Latin Amerika’nın ABD’nin nüfuz alanı olacağını anlamakta gecikmediler. ABD silahlı kuvvetleri deniz aşırı baskınlar düzenlemeye başladı. Birleşik devletler 1798 ve 1895 yılları arasında diğer ülkelerin içişlerine 103 kez müdahalede bulunmuştu.

Bunlardan bir kaçı;

1852-53- Arjantin. Bir devrim esnasında Amerikan çıkarlarını korumak üzere deniz kuvvetlerine ait gemiler, Buenos Aires’te demirlemiş ve bir süre burada kalmışlardır.

1853- Nikaragua. Siyasal kargaşalıklar sırasında Amerikalıların yaşamlarını ve çıkarlarını korumak üzere silahlı kuvvetler gönderilmiştir.

1854- Nikaragua. San Juan del Notre( Nikaragua’ya giden bir Amerikalı bakana yapılan hakaretin intikamını almak için Greytown kenti tahrip edilmiştir)

1855- Uruguay. Montevideo’da girişilen bir devrim hareketi sırasında Amerikan çıkarlarını korumak için Birleşik devletler ve Avrupa donanmaları birlikte hareket ederek karaya çıkmışlardır.

1894- Nikaragua. Bir devrim sonrası Bluefields’teki Amerikan çıkarlarını korumak için müdahale edilmiştir. (Bilgiler ABD dışişleri bakanlığının resmi belgesindendir.) ( Akt. H. Zinn ABD halklarının tarihi. s. 316)

Monroe doktrini( Amerika Amerikalılarındır) ve pek çok askeri müdahalelerle Latin Amerika ABD’ nin tek başına at koşturduğu bir toprak parçasına dönüştü. Kolombiya’ya karşı bir devrim düzenlemiş ve Panama ‘bağımsız’ devletini yaratarak kanalı inşa etme ve denetleme işini üstlenmişti. 1926 da Nikaragua’ya karşıdevrim için beşbin deniz piyadesi göndermiş ve bu gücü 7 yıl orada tutmuştu. 1916 da Dominik Cumhuriyeti’ne dördüncü kez müdahale etmiş ve sekiz yıl orada kalmıştı. 1915 Haiti’ye ikinci kez müdahale etmiş ve ondokuz yıl orada asker bulundurmuştu. 1900 ve 1933 yılları arasında ABD Küba’ya dört kez, Nikaragua’ya iki kez, Panama’ya altı kez, Guatemala’ya bir kez ve Honduras’a yedi kez müdahale etmişti.

1924 yılında yirmi Latin Amerika ülkesinin yarısının hesapları bir ölçüde ABD tarafından yönetiliyordu.

1935 yılında ise ABD’nin ihraç ettiği çelik ve pamuk ürünlerinin yarısından fazlası Latin Amerika ülkelerinde satılıyordu.

İşin ilginç yanı, ABD’nin bütün bunlar olurken, kendini başka ülkelerin içişlerine karışmayan bir ülke olarak sunmasıdır. Saya geldiklerim, ABD’nin çaresiz ülke ve ulusların koruyucusu ve hamisi rolünü her zaman başarı ile oynadığını gösterir.

Bu yargı günümüzde de yaygın kabul görür durumdadır. Üstelik bir zamanlar onun en amansız muhalifi olanların bir kısmı bu yargıyı açıktan savunur, bir kısmı ise susarak, görmezden gelerek onaylamaktadır.

Bu sonucun ortaya çıkmasının ana nedeni ise, bu muhalif kesimlerde ki giderek belirginleşecek olan çürüme eğilimidir.

Tüm bu yaşananların başarılı bir algı yaratma operasyonu olduğu da hesaba katılmalıdır.

Bunun yanı sıra muhalif düşünsel yapının kendi ön kabullerinin bu kabullenişi arttırdığı, sorgulamanın önüne set çektiği de söylenmelidir.

Bu ön kabullerin başında, toplumların çizgisel bir gelişme seyri izlediği ve kapitalizmin şimdiye dek görülen tüm toplum biçimlerinin en üstünde yer aldığı doğması gelir. Hele de bu ilk sömürgeciliğe karşı devrimini gerçekleştirmiş bir ülke (ABD) ise, gözler rahatlıkla başka taraflara çevrilebilir.

İki hatalı yaklaşımın değiştirilmesi gerektiği söylenmelidir.

Birincisi, UKTH Wilson tarafından 1916 da formüle edilen bir politika değildir. Bu doktrini ortaya atan ABD başkanlarından James Monroe’dur. Yıl 1823 tür. İkisi arasında ki temel fark zaman ve mekân farkıdır. Monroe doktrini, Amerikan kıtasındaki gelişmelere ve 19’yy a aittir. Wilson ilkeleri ise Asya ve Ortadoğu’ya, giderek Dünyaya yayılmaya ve 20 yy’ a aittir. Öz değişmeden durur. Her şey merkezin ihtiyaçlarına uygun yürümelidir.

İkincisi kapitalizmin ilerici bir rol oynadığı tezi doğru bir tez değildir. ABD örneğinden gidilirse bile bu böyledir. ABD de devrim sonrasında ülke yönetici sınıflarında hiçbir değişikliğin olmaması bunun en önemli kanıtıdır.

ABD yönetici eliti, İngilizlere karşı bağımsızlık savaşının verilmesi yanında, ülke içinde ve dışarıda yayılma politikasına sahip bir yönetici elittir.

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir