Kürtler ve Akiller- Av. Mehdi Bektaş

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

 “Devlet teröristle görüşmez (!)”, “Görüşüyor diyenler şerefsizdir (!)” diyenlerin, yıllardır

PKK’lılarla görüştüklerinin, seçim dönemlerinde çatışmazlık ortamı sağlayarak oyunu artırdıklarının anlaşılması, istihbarat birimi devreye sokularak yabancı istihbaratçıların huzurunda pazarlık yaptıklarının internete düşmesi, ortalığı karıştırır.

Muhalefet “ihanet” derken; iktidar, “ben görüşmedim devlet görüştü” savında bulunur;  sanki devleti kendileri yönetmiyormuş gibi…  

Bu olaylar yaşanırken PKK ile düşünsel birliktelik içinde olan BDP, “Emek, Barış, Özgürlük Bloğu” adıyla 12 Haziran 2011 Milletvekili Seçimlerine katılır, Kürtlerin yoğun yaşadığı yerlerden 36 milletvekili çıkarır, hedefini genişletir, söylemini yükseltir. “BDP’li milletvekilleri, belediye başkanları, partiye yakın sivil toplum örgütleri, gazeteci ve kanaat önderlerinden” oluşan Demokratik Toplum Kongresi, 14 Temmuz 2011 tarihinde Diyarbakır’da toplanır.  “Türkiye’nin idari yönden 22 bölgeye ayrılmasını” ister, “Demokratik Özerklik” ilan eder. Milletvekili Leyla Zana, “Özerlik sorunu çözmez bağımsızlık gerekir” der.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesinde bulunan, PKK ile mücadelede öne çıkan, kendilerini dokunulmaz sanan(!), genelkurmay başkanları, kuvvet, birlik komutanları ve subaylar, çete kurmak, hükümeti silahla devirmeye teşebbüs etmek, gizli bilgileri açıklamak, suikast düzenlemek gibi kimi savlarla gözaltına alınır; özel yetkili mahkemelerce tutuklanır. Bu kişiler, “Ergenekon”, “Balyoz”, “Poyrazköy”, “Casusluk vs.” adları verilen davalarda yargılanır; ceza alanlar, uzun süredir tutuklu kalanlar, milletvekili seçildiği halde bırakılmayanlar,  zulmüne dönüşen tutukluluğa katlanamayıp yaşamını yitirenler olur.

Yapılanları, Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı saldırı olarak yorumlayarak komuta kademesini bırakanlar görülür. Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak, kuruluş felsefesini ve ilkelerini savunmakla yükümlü olduğu varsayılan silahlı kuvvetler, susturulur, sindirilir, PKK ile ilişki kurma kolaylaşır.

TBMM’nin cemiyetler meclisinden cemaatler meclisine dönüşmesinden, cumhurbaşkanlık makamının bir cemaatçiye teslim edilmesinden; silahlı kuvvetlerin sindirilmesinden, ülkenin kurucusu siyasi partinin ilkelerini savunmayı savsaklamasından, revize etmeye kalkmasından; sosyalist parti ve hareketlerin ayrılıkçı hareketin etkisi altında anti-kapitalist, anti-emperyalist sınıfçı mücadele ruhunu örselemesinden, ikircikli davranmasından, sendikaların, meslek kuruluşlarının, demokratik kitle örgütlerinin etkisizleşmesinden cesaret alan, “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu” Anayasa Mahkemesi’nce saptanan siyasi iktidar, ataklarına hız verir, PKK liderini muhatap alır, “barış” adı altında bir projeyi uygulamaya koyar.   

“Yeni Osmanlıcılık” adı da verilen bu projenin, AB-D’nin bir projesi olduğunu, uygulanmasının Türkiye Cumhuriyeti’nin dağılmasına, bölünmesine yol açacağını, hayalci iktidarın AB-D emperyalizminin bilerek ya da bilmeden taşeronluğunu yaptığını, ülkede iç savaş riskini arttırdığını vurgulayanlar;  PKK’nın silahlı unsurlarının Suriye’nin çözülmesinde, İran’ın vurulmasında kullanılacağını savlayanlar, iktidarın izlediği iç ve dış politikayla bu savun örtüştüğünü saptayanlar olur.

Akil’lerin harekete geçirilmesi, PKK’nın silahlı unsurların Türkiye’nin sınırları dışına çıkmaya başlaması, ülkede bir iyimserlik havası estirir; Kürt kökenlilerin yoğun olduğu yerlerde bayram coşkusu yaşanır; “silahlar susacak, ölümler bitecek, analar ağlamayacak, barış olacak” inancı yaygınlaşır.

PKK, “Türk-Kürt Savaşını biz engelledik”, “Türklerle kader birliğimiz var, savaşta ve barışta birlikteyiz” der, silahlı unsurlarının sınır dışına çekilmesi sırasında “keşif uçaklarının izlemesini”, “koruculuğun devamını”, “yeni karakolların yapılmasını”, “askeri harekâtlılığın sürmesini” engel sayar. Kuzey Irak Bölgesel Kürt yönetim alanı içinde “Medya Savunma Alanı”na çekildiklerini, “kimseye tehdit olmadıklarını” anlatır. (Bahoz Erdal’la söyleşi, 17–21.05.2013 tarihli arası, Birgün Gazetesi, Ertuğrul Mavioğlu)

BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, “AKP sözünü tutsa da tutmasa da silahlı mücadele döneminin geri gelmeyeceğini biliyoruz” der, “Suriye’deki Kürt oluşumu, Lazkiye’yi içine alırsa Kürtlerin büyük bir sorunu ortadan kalkar. Denize ulaşır ve Türkiye’ye tam bağımlılık ortadan kalkar” saptamasında bulunur.

 

Demirtaş’ın, Suriye’de Nesturilerin (Arap Alevilerin) yoğun yaşadığı Lazkiye’yi alma niyeti,  bağımsız devlet olma düşüncesinin dışa vurumudur. Bilindiği gibi denize kıyısı olmak bir devletin için olmazsa olmazdır; kimseye muhtaç olmadan açık denizlere çıkabilmek, dünya ile ticaret yapabilmek, dışarıdan yardım alabilmek ancak denize kıyısı olan devletlerin yapabileceği iştir. Kürtlerin “Kürdistan” dediği bölge denize kapalıdır.  Dünyada denize kıyısı olmayan devlet çok azdır. Asya’da Afganistan, Tacikistan, Özbekistan, Kırgızistan, Moğolistan, Avrupa’da İsviçre, Çek, Slovak, Macaristan, Avusturya, Afrika’da Nijer, Çad, Zambiya gibi ülkeler bu durumdadır ve denize kıyısı olan ülkelerce kuşatılmışlardır. Bazılarını ırmaklardan yararlanma olanağı varsa da çoğunluğunun bu olanağı da yoktur.     

Kürtlerin denize kıyısı olan bir bölge oluşturmasına ya da devlet kurmasına bölge ülkelerinin (Türkiye, Suriye, İran, Irak) ne diyeceği, izin verip vermeyeceği, bu ülkeler izin vermeden Kürtlerin bağımsız bölge/devlet yaratıp yaratamayacağı, emperyalizmin (AB-D) desteği ile bunu başarıp başaramayacağı, başarsa da kalıcı olup olamayacağı belirsizdir…      

Hayallerin gerçek olması, somut koşullara, zamana ve mekâna (yere) bağlı olmasının yanında, tarihsel gerçekliğe de uygun olmasıyla olanaklıdır. Kürtlerin tarihine bakarak, yaşananlardan kesitler sunarak, Kürt hareketinin özlemleri doğrultusunda bir çözüm olup olamayacağını, akillere inanıp inanmayacağını anlayabilir, çok net olmasa da bir sonuca varabiliriz!        

Kürtler

Kürt adını tarihte ilk kez, X yüzyılda yaşayan (d.9 YY Bağdat, öl. 957. Fustat -Eski Kahire-, Mısır) Arap coğrafyacılardan Mesudi kullanır; “konargöçer topluluklar olduklarını” belirtir. Kürdistan sözü de ilk kez Büyük Selçuklu Sultanı Sencer  (MS.1115) zamanında yazılmış eserlerde geçer. 

Sümer yazıtlarında yer alan Karda (Garda) sözcüğünün Kürtleri ifade ettiği belirtilir ve böylece Kart Kurt sözünün nereden çıktığı da anlaşılır(!)

Yenisey’deki Göktürk kitabelerinde (Orhun anıtlarında/ Elegeş yazıtı) Bengütaş’ta, Hitit İskit-Saka uruğundan olan ve 39 yaşında ölen Alp Urgu’nun “Ben Kürt ilhanı Alp Urgungu’yum” sözü yer alır.

Bitlis Emiri Şeref Han tarafından 1597’de kaleme alınan Şerefname’de, Kürtlerin Oğuzhan soyunda geldiğinden söz edilir. Bu sözden ve Alp Urunga yazıtından yola çıkanlar, Kürtlerin Oğuzların bir kolu olduğu savındadır.  

Araplar, Kürtlere “Ekrat” der.

Osmanlı kayıtlarında Ekrat, göçebe anlamındadır.

Rus tarihçi Lazerev’e dayanarak Kürtlerin atalarının M.Ö. 4–3 bin yıllarının sonlarında Önasya’da ortaya çıktığını, bunların Huriler, Lulabalar, Kasisler, Karduklar gibi boylar olduğunu savlayanların yanında Lolaların (MÖ.2800), Gütülerin (MÖ.2700), Medlerin (MS.712) birer Kürt oluşumu olduğunu savunanlar, MÖ.1000 yılın ortalarında Kürtlerin dolaysız atalarından söz edilebileceğini söyleyenler vardır.

Kürt etnik sentezinin Halaf kültürüyle Kuzey Mezopotamya’da ortaya çıktığı, Yunan Komutan Ksefenoda’nın MÖ 500 yıllarında yazdığı “Anabisis” adlı eserde Kürtlerin yaşamından söz edildiği, Yunan, Rus, İngiliz tarihçilerinin beyanlarına dayanarak Kürtlerin Medlerin varis olduğu, Ağrı Dağı ile Urimiye Gölü doğrultusunda çizilen hattın batı yakasındaki Kızılırmak, Kızıldağ, Beydağı sınırına dayanan, Dicle ve Fırat nehirleri ile Zagoros Dağları arasındaki alanda yaşadıkları vurgulanır.

Tarih, antropoloji, fizyoloji, etimoloji bilimlerinde Kürt teriminden pek söz edilmez; ancak Kırmançi (Kurmançi), Sorani, Gürani gibi lehçeleri olduğu, Kırmançi’nin en çok konuşulan lehçe olması nedeniyle, Kürt dili olarak öne çıktığı, Zazacanın farklı bir dil olduğu savunulur.   

Kürtlerin yaşadığı bölgeyi egemenlikleri altına alan Perslerin, Arapların, Türk kökenli Karakoyunluların, Akkoyunluların, Safevilerin, Selçukluların, Osmanlıların, Eyubilerin, Arap kökenli Emevilerin, Abbasilerin, Arapça, Farsça, Türkçe ağırlıklı diller kullandığı düşünülürse, Kürtçe lehçelerin, şivelerin, yerel olmaktan öteye gidemediği, bilimsel ve eğitimsel bir işlevi olmadığı söylenebilir.

 

Bir halkın varlığı, yaşadıkları savlanan coğrafi alanlardaki mezarlardan, mezar taşlarından, heykellerden, yazıtlardan, kazılarda ortaya çıkan tarihi eserlerden, söylencelerden, destanlardan, folklör gibi geleneksel görsellerden kanıtlanır. Kürtlerin ne zaman ortaya çıktıkları ve hangi coğrafyalarda var olduklarına ilişkin bu tür kanıtlar çok değil, foklörün dışında hemen hemen yok gibi…

Kürtlerin yaşadıkları ilk yerin, bugün İran toprakları içinde bulunan Urmiye Gölü ile Zagoros dağları arasındaki alan olduğu tartışmasızdır. Burada, göçebe bir yaşam sürdükleri, ağırlıkla hayvancılıkla uğraştıkları, Anadolu’nun doğusu, güneyi ve Mezopotamya’nın kuzey doğusuyla bağlantılı yaşadıkları söylenebilir.  

Kürtlerin İran Horasanı’nda, Kafkaslarda, Anadolu’da var olmalarını,  İslam’ın yayılmasına, Orta Asya’dan batıya, Ön Asya doğru yaşanan kavim göçlerine, akınlara bağlayanlar vardır. Akıncı, fetihçi bir karakter taşımayan kavimlerin, bulunduğu coğrafyadan, açlık, kıtlık, itme, sürme olmadan bir başka bölgeye gidebileceğini söylemek pek de mümkün görülmemektedir.  

Kürtlerin, Türk boylarıyla ortak bir coğrafyada yaşamaktan, kimi yörelerde Alevi/Sünni karşıtlığı olsa da İslam içinde bulunmaktan kaynaklanan bir duygudaşlık içinde olduklarını, birbirlerine karşı düşmanlık beslemediklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. . 

Kürtlerinde yaşadığı topraklarda, Asurisinden, Sümerine, Arabından, Farsına kadar pek çok kültürünün yoğun ve iç içe yaşadığı bir gerçektir, Kürtlerin bunda etkilenmemesi de düşünülemez.

Kürtlerle Türk boyları arasındaki ilişki çok eskiye dayanır, Bizans’a karşı yapılan 1071 Malazgirt Savaşı,  Türk kökenli Safevilere karşı yapılan 1515 Çaldıran Savaşı bu ilişkinin somuta yansımalarıdır.

Malazgirt Savaşı, Anadolu’nun Türk boylarına açılmasına, Çaldıran Savaşı Sünniliğin Anadolu’da egemen kılınmasına yol açar. Kürtler, hem Türk boylarının Anadolu’ya yerleşmesine hem de Anadolu’nun Sünnileşmesine katkı koyar.  

Kürtlerin 1071 Malazgirt Savaşı’ndaki ilişkisi eylemsel, 1515 Çaldıran Savaşı’ndaki ilişkisi hem eylemsel hem de hukuksaldır ki, 1514 Amasya Antlaşması’na dayanır.

Moğol istilasından sonra Anadolu’ya gelen Karakoyunlular, 1389’da Tebriz’i alarak başkent yapar, batıya yönelir. 1400 yılında Timur’un ordularına yenilirlerse de Timur ölümünden sonra 1406 yılında Tebriz’i yeniden ele geçirerek Azerbaycan’ı zapteder, varlıklarını korur.

Oğuzların Bayındır boyundan Akkoyunlular, XIV. yüzyılın sonlarında Horasan’dan gelerek Azerbaycan, Harput, Diyarbekir arasındaki bölgeyi yurt tutar. 1350 yılında Karayülük Osman Bey, Akkoyunluların başına geçer, 1398’de Sivas’ı ele geçirir, Timur’un Anadolu seferinde öncülük eder,  Timur’un izniyle Diyarbakır’da Akkoyunlu Beyliğini (1402) kurar. Osman Bey’in ölümü üzerine Diyarbakır’a girerek iktidarı ele geçiren Uzun Hasan (1453–78), 1469 Tebriz’i alır, başkent yapar, Karakoyunlu Devletini yıkar.   

13 Yüzyılda İran’ın kuzeyindeki Erdebil’de ortaya çıkan Saffevi tarikatının önde geleni Şah İsmail, 1502 yılında Tebriz’i ele geçirir, Akkoyunlu Devletine son verir, Saffevi Devleti’ni kurar; İran, Horasan, Irak, Gürcistan, Azerbaycan, Dağıstan, Türkmenistan, Doğu Arabistan ve Doğu Anadolu’nun bazı kısımlarını egemenliği altına alır.

Saffevi Devletinin desteğindeki Erdebil Ocağı, Anadolu’nun birçok yerinde ocaklar açar, Hz. Ali yandaşlığını yayar, Anadolu Türkmenler için bir çekim merkezi olur. Şah İsmail’in Anadolu’ya doğru genişleme duygusu, tutkuya dönüşür.  

Osmanlı, Safevilerin Anadolu’ya doğru yayılmasını durdurmak, Türkmen boylarıyla ilişkisini kesmek için, dağınık Kürt aşiretlerini bir araya getirerek bir tampon bölge oluşturmaya karar verir.    

Safeviler ise, dağınık halde yaşayan, sürekli birbiriyle çatışan Kürt aşiretlerine Şiiliği dayatır, Karakoyunlular Akkoyunlular gibi, kendi atadığı şeflerle aşiretleri yönetmeye çalışır. 

Akkoyunluların başkenti Diyarbakır’da Uzun Hasan’ın Saray kâtibi olarak çalışan Bitlisli Şeyh Hüsamettin Ali ölünce, yerine oğlu İdiris-i Bitlisi geçer.  Safevilerin Akkoyunlu Devletinin yıkması üzerine de İdris-i Bitlisi İstanbul’a kaçar, II. Beyazıt’a sığınır, hizmetine girer.

 

Babasını zorla tahtan indirerek padişah olan Yavuz Sultan Selim, İdris-i Bitlisi’yi Kürt aşiretlerle görüşmek üzere görevlendirir. 1514 yılının başlarında İdris-i Bitlis’i Kürt beyliklerini ayrı ayrı ziyaret eder, Yavuz Sultan Selim’in önerilerini anlatır. 25 kadar Kürt beyi, Amasya’da,  Padişah Yavuz Sultan Selim’le bir araya gelir, görüşür, anlaşır.

Anlaşmaya göre:

Osmanlı, Kürt beyliklerini tanıyacak; beylikleri dış saldırılara karşı koruyacak; yöneticiliğinin veraset yoluyla (babadan oğula geçme) el değiştirmesine, “kendi adlarına sikke bastırıp, hutbe okutmasına” onay verecek, yönetim ve sınır değişikliklerini padişah fermanıyla yapacaktır.

Kürt beylikleri ise, Osmanlıya vergi ödeyecek; Osmanlının girdiği savaşlara milis verecek; Osmanlının onayı olmaksızın sınır değişikliği yapmayacak, beyliklere ve komşulara savaş açmayacaktır.   

Böylece, Mardin, Urfa, Diyarbakır çevresindeki Sünni Kürt beylikleri ve bölge, savaşsız Osmanlı egemenliğine girmiş ve tampon bir bölge oluşmuştur.

Padişah Yavuz Sultan Selim, İdris-i Bitlisi’ye, “Kürt beyleriyle görüş, bir ‘Kürdistan Beylerbeyi’ seçsinler” derse de beyler, bu öneriye yanaşmaz. Bunun üzerene önce İdris-i Bitlisi, daha sonra da Bıyıklı Mehmet Paşa beylerbeyi atanır.

Yavuz Sultan Selim, Çaldıran Savaşı’ndan sonra Kürt beylerinden Saffevi kalıntılarının temizlenmesini ister. Bu, Saffevi destekçisi Türkmenlerin temizlenmesi anlamındadır. Kürt beylikleri, Alevi Türkmenleri ya imha ederek ya da Sünnileştirip Kürtleştirerek bu istediği yerine getirir. 

Osmanlı’nın buna destek olduğu, Alevi Türkmenlerin öldürülmesine, Kürtleştirilerek asimle edilmesine göz yumduğu iddiası, bazı tarihçilerce sıkça dile getirilir. 

Osmanlı, Kürt beyliklerini idari yönden, tam özerk, yarı özerk, sıradan beylikler (Sancaklar) olarak yapılandırır; geleneksel yönetici aileleri güçlendirir, kendisine bağlar; bağımlı kıldığı yöneticiler aracılığı ile aşiretlerin içişlerine karışır; halifelik sanını kullanarak, paşalık, mirlik, emirlik gibi unvanlar vererek, muhtariyetin içini boşaltır.

Kürt Beylikleri, Osmanlı-İran sınırını kesinleştiren 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması’na kadar, Amasya Antlaşması’nın kendilerine biçtiği tamponluk görevini yerine getirir, kısa aralıklarla sürüp giden Osmanlı-İran savaşlarında Maku’dan Musul ve Bağdat’a kadar aşılması imkânsız “kaleler zinciri” oluşturur. 

19 YY başlarına kadar, güneyde Osmanlıya bağlı olarak, Süleymaniye merkezli Baban, Revanduz merkezli Sorhan, Amediye merkezli Behdihan, Çölemerik merkezli Hakkari, Cizre merkezli Bothan, Garzan, Şirvan, Bitlis, Hoşaf merkezli Mahmudi, Hizan merkezli Müküs beylikleri hüküm sürer. 

Osmanlı, 18 yüz yılın sonlarına doğru, gevşek bağlarla bağladığı bu beylikleri, merkezileşme yönündeki gelişmelere bağlı olarak, daha sıkı bağlarla bağlamak ister; genel kuralın dışına çıkar, Süleymaniye ve çevresinin yönetimini Babani Emir İbrahim Paşa’nın ölümü üzerine varislerine değil rakip aşiretten Halit Paşa’ya verir, “Emir” olarak atar. 1805 yılında, Abdurahman Babani Paşa, veraseten emir olması gerektiğini ileri sürerek, başkaldırır. Bu başkaldırı, Kürt beyliklerinin Osmanlıya karşı ilk başkaldırısıdır…

Bundan sonra, 1812’de Ahmet Babani Paşa, 1814’te Solhan Beyi Mir Muhammet, 1835’te Cizre Botan Beyi Bedirhan, 1878 Şeyh Ubeydullah, 1895 Şeyh Abdülselam Barzani, 1913 Şeyh Şahabettin ve Molla Selim, 1914’te Şeyh Ahmet Barzani, Osmanlıya karşı bayrak açanlardır.

1919’da Şeyh Mahmut Berzenci Heyet-i Temsiliye’ye;  1921’de Koçgiri Millet Meclisi hükümetine; 1925’te Şeyh Sait, 1925’te Raçkotan ve Raman, 1925 ve 935’de Sason, 1926’da Koçuşağı, 1926, 1927,1930’da Ağrı, 1927’de Mutki, Bicar, 1929’da Asi Resul, 1929’da Tendürük, 1930’da Savur, Zeylan, Oramar, Plümür, 1937–1938’de Dersim ve 1984’den itibaren de PKK, Türkiye Cumhuriyeti’ne bayrak açarak, çatışanlardır.

Bunların içinde isyan olarak nitelenebilecek 1921 Koçgiri, 1925 Şeyh Sait isyanıdır, diğerlerini isyan saymak, oluş ve içerik açısından olanaksızdır.   

PKK’nın yürüttüğü mücadele ise, açık çatışmadan kaçınan, vur kaçlarla, baskınlarla, sabotajlara, tuzaklarla çeşitlenen, bağımsızlığı amaçlayan, “düşük yoğunluklu savaş” olarak adlandırılan, milis örgütlenmesi ve kitle desteği olan, politik içeriği bulunan bir mücadeledir.

 

30 yılı aşkın süredir süren mücadele sonunda PKK, siyasi liderini kaptırmış, birçok yöneticisini kaybetmiş, binlerce gencin ölümüne, cezaevlerine düşmesine neden olmuş, bağımsız devlet kurma hedefini askıya almak zorunda kalmış, “ortak vatan” vurgusu yaparak, federatif bir yapıyı kabul etme noktasına gelmiştir… Ülkede ve bölgede yaşananlar, bu kabulle bağlantılıdır.

Kürt hareketinin, Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı büyük bir meydan savaşı kazanmış gibi sunulması (!), yapılanların abartılması (!), gerçekle örtüşmediği gibi gerçekleşmesi olanaksız beklentileri artıran, toplumu ayrıştıran, tahrik eden bir söylem denilebilinir. Böyle bir söylemin sorunu çözebileceğini düşünmek, iyimserlikten öte bir anlam içermez; çünkü, sorunlar hayallerle değil, gerçeklerle çözülür (!)

Yeri gelmişken, Alevi Zazaların yaşadığı Dersim’e de kısa bir bakış sunmak yararlı olabilir.   

Dersim

Kürt sorununda Dersim’in ayrı bir yeri olduğu yadsınamaz. Dersim, Anadolu’nun ortasında, Alevi inançlıların yaşadığı bir alandır, inanç ve Zazaca önemli bir ayraçtır. Dersim, Aleviliğin hoşgörüsü içinde laik bir yaşam tarzı içinde yaşarken, Güneydeki aşiretler Sünni inançlı olmanın da ötesinde, ağırlıkla Nakşibendî tarikatındandır.     

Dersim tarihi, bilenebildiği kadarıyla, Milattan önce Etilerin, Urartuların, Sümerlerin, Asurluların, Perslerin, Lidyalıların, Sakaların (İskitler), Kimerlerin, Hunların, Romalıların, Arapların; Milattan sonra Bizanslıların, Selçukluların, Osmanlıların ve Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi içindedir.    

Araplar, İslamiyet’in yayılmasına, İslam devletinin büyümesine bağlı olarak, Hz. Ömer döneminde (634–644) Dersim’e kadar ulaşır; ancak bölgeye tam egemen olamaz. Bizanslılarla Araplar arasında süren mücadelede de sık sık el değiştiren Dersim,  Abbasi halifesi Harun Reşit döneminde Erzincan bölgesiyle birlikte Arapların eline geçerse de Arap-Bizans mücadelesi bölgede kesintisiz sürer.

Türk boyların Anadolu’ya ilk gelişinin MÖ.2000’ler Sakalarla olduğu, MS. 363–367 yıllarında Hunların Kafkasya yoluyla Anadolu’ya girdiği, Urfa’ya kadar ilerlediği; MS. 466 yılında Hunlara bağlı Ağçeri Türk boylarının (tahtacıların) ikinci göçü gerçekleştirdiği; üçüncü bir Türk göçün Sibirler’ce yapıldığı ve bunların Şamanî Hazar Devleti’nin kuruluşunda etkin rol oynadığı; Türkistan, Horasan bölgesinden gelen Türk boylarının Anadolu’ya girdiği, Abbasi halifelerin Anadolu’nun İslamlaşması için bu boylarından yararlandığı; Malazgirt Savaşı’ndan önce Bulgar, Peçenek, Kuman, Uz ve Avar Türklerinin Anadolu’da yer edindiği, Dersim’e de yerleştiği savlanır.

1071’de Selçuklu hükümdarı Sultan Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diojen arasında Malazgirt’te yapılan savaş, bir dönüm noktasıdır. Bu savaştan sonra Anadolu ve Dersim Türk boylarının etkinliği altındadır. 

1087’de Çubuk Bey, bölgedeki kısmi Bizans hâkimiyetine son verir, Dersim ve Harput’ta hâkimiyetini kurar.  

Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu, Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlı beyliklerin yönetimindedir. Dersim, Erzincan, Sivas çevresi ile Mengücek Beyliği’nin; Nazimiye ve civarı da Saltuklu Beyliği’nin egemenliği altındadır.

Anadolu Selçuklu Sultanı Alaatin Keykubat döneminde, Türkistan ve Horasan’dan gelen Türkmen boylarının bir kısmı başta Dersim olmak üzere Erzincan, Erzurum ve Malatya’nın dağ eteklerine yerleşir.   

Moğolların Anadolu’ya akınları sırasında, Türk boyların büyük çoğunluğu, Dersimin, Erzincan’ın, Erzurum’un sarp, yalçın dağlarına, kuytu mağaralarına, sık ormanlarına sığınır. Moğolların önünden kaçan Harzimşahlar Devleti Hanı Celalettin Harzimşah, kuvvetleriyle birlikte Dersim’in yalçın dağlarına sığınır,   çarpışarak ölür, mezarı Dersimdedir.

Dersim’in kuzeyinde bir set gibi duran Munzur dağları, genişliği Yüz (100) km, derinliği Otuz (30) km olan sıra dağlar silsiledir; denizden yüksekliği alçak yerlerde bin metreye, yüksek yerlerde 3–4 bin metreye uzanır.

Dağ kitlesinin kuzey ve güneyinde birçok dere yatakları ve vadicikler vardır. Vadiciklerin yamaçları sarp ve diktir. Dere yatak ve tabanlarında geçit olanağı bulunur; ancak bu geçitler Temmuz-Ekim aylarında yol verir, diğer aylarda kar, sel, taşkın su nedenleriyle kapalıdır.

 

Dersimin bu doğal yapısı, Dersimliyi cesaretlendirir, bir direnme ve sığınma alanına dönüştürür. Kalan, Abbasan, Kırgan, Bahtiyar ve Beyti gibi aşiretler sıkışınca bölgenin en sarp vadisini oluşturan Kutu deresine sığınır, binlerce kişiyi alacak mağaralarda saklanır…

Dereler, vadiler, yaylalar arasında, araç kullanımına olanak tanımayan doğal geçitlerin, yetersizlik, engellemelerle zor yapılabilmiş dar yolların kapladığı, yerel, bölgesel, merkezi güçler arasında çatışmaların yoğun yaşandığı, sorunlu bir alandır Dersim.

Dersim aşiretlerinin MS.1.300 yıllarında Horasan’dan geldiği, başlıcalarının Şeyhhasanlı, Kureyşanlı, İzoli, Hormekli (Erzincan/Gümüşhane), Şeydanlı, Karsanlı, Millanlı ve Bamsur aşireti olduğu yörede yaygın bir kanıdır.

Bu aşiretlerin Horasan’dan gelmiş oldukları savı, Türk olduklarının bir kanıtı olarak da sunulur…

Dersim, 1500 yıllarında, Osmanlı devletinin eline geçer. Dersim aşiretlerinin Alevi inancı, bölgenin Osmanlı ile Safeviler arasında bir mücadele alanı, kaçma, göçme, sığınma yeri olmasına yol açar. 1590’da Osmanlı Saffevi anlaşmasıyla mücadele alanı olması durursa da göçme, kaçma, sığınma durumu sürer.

Osmanlının güney bölgelerinde görülen, aşiretleri esas alan bir beylik sistemi Dersim’de görülmez. Dersim, bütün şarkta (doğu) sıkça görülen derebeylik sisteminin etkisi altındadır. Halk, ağaya, beye bağlıdır, merkezi otoriteye karşı dışlanmışlıkla karışık bir isyan duygusu taşır.

Osmanlıyı Dersim’de temsil eden yöneticiler, ilk başlarda Osmanlının ilişki kurduğu yerel ağalar ve beylerdir. 

Şekavet, yol kesmedir, köy basmadır, hırsızlıktır, malını verenin malını, vermeyenin canını almadır.

Osmanlı, Kürtlerin yerleşik olduğu doğu ve güneydoğu bölgelerinde şekavet olaylarını genellikle kuvvet kullanarak bastırmaya çalışır, Dersim’de ise idareyi maslahatçı bir tutum takınır, kolay harekete geçmez ya da geçemez!

Osmanlının bu tutumu, aşiretleri cesaretlendirir; açlıktan, yoksulluktan, otorite boşluğundan kaynaklanan şekavet olayları yaygınlaşır, Dersim’in dışına taşar, Harput, Malatya, Sivas, Gümüşhane, Bayburt’a kadar uzanır…

Osmanlı, 1826’da Bektaşi inançlı Yeniçeri Ocaklarını dağıtıp Nizam-ı Cedit (düzenli askerlik) düzenine geçince, Dersimliyi de askere almak ister. Bunun için yöredeki ağaları aracı kılar; bunlara nişan, rütbe ve hediyeler verir, bey yapar, gönüllü askerlik için iknaya çalışır.   

1860 yılında Erzurum Müşiri Samih Paşa ve Bölge Kumandanı İsmail Hakkı Paşa, Dersimin güvenlik sorununu ele alır; Dersim içinde müstahkem (korunaklı) karakollar yaptırarak, bunları birbirine bağlayarak güvenliği sağlamayı düşünür. Dersim, Şah Hüseyin’in eylemli (fiili) yönetimi altında, Gülabi, Mansur ve Şeyh Süleyman ağların denetimindedir. 

Bölge kumandanı İsmail Hakkı Paşa ile Erzurum Müşiri (Mareşal) Samih Paşa, Dersimin ileri gelen ağlarını Erzurum’da toplar, güvenlik, vergi ve askerlik konularını görüşür; ancak, bir sonuç alamaz.

Samih Paşa’da ağların bölgedeki etkinliğini kırmak için Şah Hüseyin’i yakalatır, Vidin’e sürer. 1863 yılında Vidin’den kaçan Şah Hüseyin Dersim’e gelir ve yeniden aşiretinin başına geçer. Osmanlı, baş edemediği Şah Hüseyin’i 1875’te Plümer (Pülümür), Gülabi Bey’i de Mazkirt (Mazgirt) kaymakamı olarak tanır.

1839 yılında ilan edilen Tanzimat’tan sonra Dersimdeki idari teşkilatlarda görev yapan kaymakamlar ve memurlar, genellikle, Dersimin ileri gelenlerinin çocuklarıdır. Şah Hüseyin’in ölümü üzerine oğlu Ali Ağa geçer; Osmanlıyla iyi ilişkiler kurar, Erzincan’a yerleşir.

Hozat civarında Şeyh Süleyman da etkinliğini pekiştirir.

1875 yılında Ahmet Muhtar Paşa, vergi (tekafil) ve asker vermeye yanaşmayan Dersim’in ileri gelenlerini ikinci kez Erzurum’a davet eder. Plür (Pülümür) Kaymakam’ı Şah Hüseyin ile Mazkirt Kaymakam’ı Gülabi Bey Erzurum’a gelir, Mansur Ağa ve Şeyh Süleyman davete uymaz…

 

Ahmet Muhtar Paşa’nın önerilerine Plür (Pülümür) kaymakamı Şah Hüseyin itiraz eder, Mazgirt kaymakamı Gülabi Bey destekler ve dönünce Mazgirt’te çalışma başlatır, ancak bu girişim öldürülmesine neden olur.

Gülabi Bey’in öldürülmesiyle Mazkirt Kaymakamlığı’na Pülümür Kaymakamı Şah Hüseyin atanır. Dersim’de etkinlik ise, Hozat ve çevresinin hâkimi Mansur Ağa’nın eline geçer.  

1877’ye doğru Osmanlıyla Rusların arası açılır, savaş çıkma olasılığı artar. Bunu hisseden Dersim ağalarının, Erzurum’daki Rus Konsolosuyla ilişki kurduğu ve Osmanlıya karşı yardım önerisinde bulunduğu savlanır…   

1877–1878 Osmanlı Rus Savaşı nedeniyle Hozat ve Mazgirt’te bulunan askeri birlikler Erzurum’a nakledilir; Bunu fırsat bilen bazı aşiretler, Dersimdeki kışlaları basar, yerleşim merkezlerini yağmalar. Savaş sürerken aşiretlerin şekavetti artar. Şekavete karşı ilk tedip ve tenkil hareketleri de bu dönemde görülür.

Osmanlı, 93 harbi denilen, 1877–78 savaşında Ruslara yenilir; Erzurum’u, Kars’ı, Batum’u Ruslara bırakmak zorunda kalır ve Erzurum’da kalan kuvvetlerini Erzincan-Sivas üzerinden İstanbul’a ulaştırmayı kararlaştırır; aslında kuvvet denilebilecek bir şey kalmamıştır.

Padişah II. Abdülhamit, Erzurum’da kalan askeri İstanbul’a getirmek için kayını Almus Paşa’yı görevlendirir. Koçgiri Aşireti’nin ağası Alişan Bey’in oğlu Mustafa, Kızıldağ’a bakan Paci Geçidi’nde Almus Paşa’nın perişan halde yürüyen askerlerini görür, koşa koşa babasına gelir, durumu anlatır, “saldırayım, silahlarına el koyayım” der. 

Alişan Bey, Osmanlı ile ilişkileri iyi olan, bölgeden asker toplamasına ve Ruslara karşı yapılan savaşa yardımcı olan bir ağadır. Oğluna, “Oğlum askerlerin silahına el koyacağına getirip karınlarını doyursana” diye karşılık verir.

Mustafa’da gider, Almus Paşa’yı ve askerleri konağa davet eder. Almus Paşa, askerin karnı doyunca, ayrılmak ister. Alişan Bey, “Hava koşulları kötü, bu koşullarda bir yere gidemezsiniz, havalar düzelene kadar burada kalın, biz ne yersek siz de onu yersiniz” diye ısrar eder. Kış koşullarını da düşünerek öneriyi kabul eden Almus Paşa, yaklaşık üç ay askerleriyle birlikte Alişan Bey’in konağında kalır; hava koşulları düzelince askerleriyle birlikte yola çıkar İstanbul’a ulaşır; Alişan Bey’in konuk severliğini Padişah II. Abdülhamit’e anlatır, övgüler düzer.

Padişah, bu hizmeti karşılıksız bırakmamak için, Alişan Bey’i Saraya davet eder. En iyi atına binerek Koçgri’den yola çıkan Alişan Bey, saray’ın yolunu tutar, İstanbul’a varır, Padişahın huzuruna çıkar.

Padişah, “kış koşullarında ordumu felaketten kurtardın” diyerek Alişan Bey’i över, karşılığında “Heybeli Adayı vereyim” der. Alişan Bey, Dersim’den ayrılmayı düşünmediğini belirterek bunu kabul etmez. Öyleyse sizi Koçgriye paşa olarak atayalım derse de yaşlıyım, yürütemem diye buna da karşı çıkar; oğlu Mustafa’nın Koçgiri’ye paşa olarak atanabileceğini söyler.

Padişah, Alişan Beyin oğlu Mustafa’nın yetiştirilmesi için İstanbul’a gönderilmesini irade buyurur. Mustafa İstanbul’da eğitilir. Eğitimin bitiminde Padişah’la birlikte fotoğraf çekilmektedir. Padişah, Mustafa’yla çektirdiği fotoğrafın altına, “Koçgirili Mustafa benim yularsız aslanım” diye yazar.  Erzincan’a gelerek kısa bir süre daha askeri eğitim gören Mustafa, Zara’ya paşa olarak atanır, babasının öğütlerini tutarak bölgenin en etkili, yetkili kişisi olur.

Alişan Bey’in ölümüyle aşiretin lideri Mustafa Paşa’dır. Paşanın, babasının adını koyduğu Alişan ile Haydar adlı iki oğlu vardır. Haydar, Ümraniye (İmranlı) nahiye müdürü; Alişan’da Zara kaymakamıdır.

Mustafa Paşa, İmranlı’nın Hesanlar Aşireti’nden, 1873 doğumlu Alişer’i (Bazı kaynaklarda Alişir =Aslan Ali olarak adı geçer) yanına kâtip olarak alır. Padişahın isteği üzerine Sivas’a giderken yolda zehirlenir, 1892’de Sivas’ta ölür; vasiyeti üzerine Koçgiri Aşireti’nin liderliği Alişer Efendi’ye verilir.

Alişer Efendi, Mustafa Paşa’nın oğlu Alişan ve Haydar beylerle birlikte aşireti ve bölgeyi yönetmeye başlar. Osmanlı, Alişer’i yönetici olarak tanımaz; hakkında düzenli bilgi toplar.  

 

Aşiretlerin şekavetlerinin artması, Kemaliye ve Çemişkezek yörelerinin talan edilmesi üzerine, Eğinli (Kemaliye) Kaymakamı Osman Bey, Harput’tan (Elazığ) bir nizamiye (piyade) taburu getirtir, Koçuşağı ve Ferhatuşağı aşiretleri üzerine yürür; Ferhatuşağı aşiretinin lideri Alişan Bey ile adamlarını yakalar, Sinop’a sürer.

Aynı yıl Kırgan Aşireti Hozat’ı basar, yağmalar. Alay Komutanı Ali Bey, bir nizamiye taburu ile Kırgan Aşireti üzerine 15 gün süren bir hareket yapar. Aşiretlerin birlikte hareket etmek için görüştükleri bilgisini alınca da harekete son verir.

Aynı yıl Koçuşağı ve Şamuşağı aşiretleri birleşerek büyük gruplar halinde çevreyi yağmalar. Hozat’ta bulunan Alay komutanı Ali Şefik Paşa, iki nizamiye taburu ile aşiretler üzerine yürür, çıkan çatışmalarda bir miralay (albay), bir doktor ve 50 asker ölür.

Ali Şefik Paşa yardımcı kuvvet ister, ancak Harput (Elazığ) Valisi Nasuhi Paşa kuvvet gönderemez; aşiretlerin dehaletlerini (pişmanlıklarını) kabul eder, olayı kapatır.

1893–1895 yılları arasında Dersim’de yeniden karışıklıklar olur, hükümet çok zor duruma kalır. Arapkir ve Kemah halkı, Padişaha, Babıâli’ye (Hükümet) can ve mal güvenliklerinin kalmadığını dile getiren telgraflar çeker.

Saray, Babıâli, Seraskerlik (Başkomutanlık), Anadolu Genel Müfettişi Müşir (Mareşal) Şakir Paşa ile 4. Ordu Komutanı Zeki Paşa’dan bilgi alır. Paşalar, durumu özetler, yapılması gerekenleri belirtir. Şakir Paşa’nın görüşü doğrultusunda harekete geçilmesi, ıslahat yapılması kararı alınır; ancak, Zeki Paşa buna itiraz eder; İdari-i maslahatçılığın, hareketsizliğin, kararsızlığın duruma hâkim olduğu yorumları yapılır.

1907 yılına kadar hükümet olaylara seyircidir, çaresizdir; Çemişkezek, Kemaliye, Arapkirlilerin yakınmalarına kayıtsız kalır, göz yumar, kulak tıkar.

1907 Mayısı’nda havalar ısınınca, dağlarda karlar erir, sular geçit verir ve şekavet olayları yeniden başlar; Dersim çevresindeki köylere, kasabalara saldırılar artar.  

Nazmiye’nin Kureyşanlı Aşireti’nden Ali Çavuş, iki bin kişilik silahlı bir kuvvetle Kiği (Kığı) köylerine; Hozat’ın Koçuşağı, Şamuşağı ve Resikuşağı aşiretleri silahlı adamlarıyla Kemah, Çemişkezek köylerine baskınlar düzenler.

Yağma, yaralama ve öldürme olayları günlük olaylar haline gelir, köylüler can ve mal güvenliğinin kalmadığını görerek kasabalara göçe başlar. 

Olaylar karşısında hükümet kuvvetleri yetersizdir; bundan cesaret alan aşiretler, eylemlerini daha da artırır, saldırılarını daha da yoğunlaştırır. Erzurum Valiliği, halkın ızdırabını dile getirir, daha vahim durumlar olmadan kıştan önce tedip (uslandırma hareketi) yapılmasını ister. Sadaret (başbakanlık), 4. Ordu Komutanı Zeki Paşa’yı hareket için görevlendirir.

Zeki Paşa, 600 redifi (terhis edilmiş asker) silâhaltına aldırır. Harput Livası Redif Komutanı Neşet Paşa, 4 tabur, iki topçu müfrezesi ile 9 Kasım (Teşrin-i Sani) 1907’de dört koldan harekete geçer. Rastladıkları aşiret kuvvetleriyle çatışır, aşiretlerin direncini kırar, dört beş gün içinde aşiret kuvvetlerini dağıtır. Çeşitli mıntıkalarda 20.000 aşkın silahlı aşiret kuvvetti bulunduğunu, bunları dağıtmak için en az 20 tabur askere ihtiyaç olduğunu, şu anda bu kuvveti toplamanın mümkün bulunmadığını, kış koşulları nedeniyle karların dağları ve geçitleri kapattığını, hareketin zorlaştığını saptayınca hareketi durdurur.

Hareketin durması aşiretleri cesaretlendirir. Koçuşağı, Şamuşağı ve Resik aşiretleri, intikam almak için diğer aşiretlerle birleşme girişimi başlatır. Koçuşağı Reisi Halil Ağa’nın oğlu İsmail’in tutuklanması, aşiretlerin elde ettikleri erzak ve hayvanlara el konulması, buğday alım yasağı aşiretleri galeyana getirir.     

Aşiretlerin birleşmeye çalıştıkları, dışarıdan silah ve cephane teminine uğraştıkları, havalar açıldıktan sonra karakollara, kışlalara taarruz edecekleri, köyleri, kasabaları basacakları, ilçeleri talan edecekleri yolunda söylentiler yayılır.

4. Ordu Müşiri (Mareşal) Zeki Paşa, “Esaslı bir tedip yapılmazsa, Dersimliler, Ermenilerle beraber, bu sahayı fesat ocağı haline getirecekler” diye İstanbul’u uyarır.

Nisan 1908 ortalarında Koçuşağı çevreye saldırıya başlar, Pülümür aşiretlerini toparlar. Mayıs ayının başlangıcında Karaballı Aşireti Reisi Kongo zade Mehmet, Ferhatuşağı Reisi Diyap zade Süleyman, Diyap Ağa, Zeyno zade Mustafa, Alişar zade Kefo, Cemşit, İdare Hüseyin ve Seyit adlı reisler, Kango zadenin evinde toplanır. Üç gün devam eden toplantı sonunda, hükümet kuvvetlerine silahlı saldırı için ahit (anlaşma) yapılır, misak (yemin) edilir.

 

10 Mayıs 1908’de Alişar zade Kefo ve kardeşi, Hozat ve Soğuksu arasında askere erzak götüren katırlara el koyar; bundan sonra bu tür hareketlere devam edeceklerini komutanlarına iletilmesini sürücülerden ister. Posta kervanına da aynı tür eylem yaparlar. 

Karaballı Aşiretinden 50 kadar silahlı kişi, Şuvak Köyü Jandarma Karakolu’nu basar, askerin silah ve cephanesine el koyar. 18 Mayıs sabahı Ferhatuşağı’ndan Diyap Ağa ve Seyit Han, Koçuşağı’ndan İdare Hüseyin ve Timur oğlu Hüseyin, Şamuşağı- ndan Alo, Resik Uşağı’ndan Bekir, 500 silahlı adamla Çemişkezek’e saldırır.

Silahlı aşiretlere karşı bir müfreze gönderilir; çıkan çatışmada iki zabit (subay) yedi nefer (asker) yaralanır. Müfreze kasabaya (Çemişkezek) geri çekilmek zorunda kalır; silahlı aşiret üyeleri de Erkek Köyü’ne yerleşir. Saldırılara karşı koyacak, aşiretlerin silahlanmalarını önleyecek hazır bir kıt’a henüz ortada yoktur.

19 Mayıs 1908’de, 2.000 kadar silahlı aşiret üyesi, Kakbil (Kakpir) müfrezesine saldırır, iki asker ölür, yedi asker yaralanır, dördü de kaybolur, iki zabit (subay) ise esir düşer. Asiler, müfrezenin bütün silah ve cephanesine el koyar, 25 neferi çırılçıplak soyar, serbest bırakır.  

Aynı gün Diyap Ağa, adamlarıyla Çemişkezek’e baskın düzenler, Pertek ve çevresindeki köyleri abluka altına alır, Pertek ve Dersim geçidini tutar, çevredeki tepelere yerleşir, telgraf hatlarını keser. Kuvvet zayıflığı nedeniyle, 25 Mayıs’ta harekete ara verilir. 

1. Haziran 1908’de Erzurum’dan Karahisar, Hamidiye, Koç- hisar taburları, Dersim’e hareket eder. Birleşen kuvvetler, 2 Haziran’da Hozat’a 30 Km (6 saat) uzaklıktaki cevizlik mevkiinde 700 asiyle çatışır; iki gün içinde asi mevzilerini tek tek ele geçirir, 3 Haziran’da Hozat’a girer; ancak, Çemişkezek, Hozat ve Ovacık yöresinde sayıları 10.000 aşan asi kuvveti karşısında kalıcı bir başarı elde edemez.

2 Temmuz’da Yenihan Taburu Eğin’e (Kemaliye); Erzincan Taburu Kemah’a; Refahiye, Tercan ve Kiğı taburları Plümere (Pülümür); Arapkir Taburu Dersim’e; 36. Hamidiye Alayı da Ovacık’a gelir. Taburların Dersim’e gelmesi çatışmaları hızlandırır. Birkaç gün süren çatışma sonunda ağır kayıplar veren Aşağı- Abbas, Bahtiyar, Karaballı, Ferhat uşağı aşiretleri, dehalet (pişmanlık) eder, silah bırakır.  

Kuvvet takviyesi ile 17 Temmuz 1908 sabahı başlayıp 28 Temmuz 1908’de durdurulan tedip hareketi, 17 aşiretin dehalet etmesi ve silah bırakmasıyla sonuçlanır. Tedip kuvvetleri direnişleri kırmağa çalışırken 4. Ordu Müşiri (Mareşal) Zeki Paşa, “Meşrutiyetin ilanı sebebiyle Dersim’de kan dökülmesinin caiz olmayacağını, aşiretlerle anlaşmak suretiyle harekete nihayet verilmesini” ister, hareket durur.

20 Temmuz 1909’da Dersim’de hareket yeniden başlar, Sarp geçitlerin, dik kayalıkların, derin vadilerin, ince uzun derelerin, yüksek tepelerin olduğu, altmış yıldan beri devlet kuvvetinin giremediği Haydaranlı Aşireti’nin bulunduğu bölge ele geçirilir, yüzden fazla asi ölür, hükümet kuvvetlerine sığınma artar, 2 Eylül 1909’da hareket son verilir. Dersim silahsız ve saldırısız bir döneme girer.

1911 yılında Pülümür mıntıkasında yeni ve büyük bir şekavet olayı yaşanır. Olay üzerine Keçel, Haydaran, Bal, Aşgirik, Lolanlı ve Abbasuşağı üzerine yeni bir hareket yapılır. Aşiretler, iki aylık bir direnmenin ardından, dehalet eder; yeni direnişler görüşme ve anlaşma yoluyla önlenir. 

1912’de yaşanan Balkan Savaşları sırasında da Dersim’de olaylar durmaz, I. Dünya Savaşı’na kadar devam eder.

I. Dünya Savaşı’nın patlak verdiği 1914’te Kırgan Aşireti, Sin Nahiyesi müdürünü kovar; Kav, Arslan, Bezgar, Yukarı Abbas ve Bahtiyar aşiretlerinin yardımıyla Kırgan Aşiret Reisi Süleyman Ağa vurulur; aşiret pişmanlık gösterir, çatışma durur. 

Harbi umumide (I. Dünya Savaşı) şekavet azalacağı yerde artar. Kureyşen Aşiret Reisi Ali Ağa, Şarki (doğu) Dersim aşiretleriyle birleşerek Nazmiye’yi işgal eder, Elaziz’e yürür; Mazgirt, Pertek ve Çarsancak havalisinden geçerek Hozat Mutasarrıflık (kaymakamlık) binasını kuşatır.

Bu sıralarda Ruslar, Bitlis, Muş, Hınıs, Mamahatun (Tercan) ve Rize’yi işgal eder, Dersim’e yaklaşır, isyana kışkırtır, kimseye dokunmayacakları, istiklallerini tanıyacakları propagandası yapar; Balabanlı ve Kureyşanlı aşiretlerinin bir alay kurmasını, Osmanlı kuvvetleriyle çatışmasını, bağımsızlık için hazırlanmalarını ister.

 

Rus Kazakları, Pülümür içlerine dalar, Şah Hüseyin zade Mustafa Bey’in evine saldırır, cariyelerini taciz eder ve tecavüzde bulunur. Bu olay, Mustafa Bey’in, Pülümür yöresinde Ruslara karşı cephe almasına yol açar.

Ruslar, Erzincan’ı işgal eder, garba (batıya) doğru ilerler. Halit Paşa ve Hayri Bey komutasındaki Osmanlı kuvveti bu ilerlemeye karşı koyarsa da Ruslar, Kemah, Refahiye, Pülümür sırtlarına dayanır, orada kalır; Dersim’e giremez.

Rusların Tercan’a doğru ilerlemesi sırasında, Rusların da kışkırtmasıyla bazı aşiretler, Osmanlının yıpranmış, zayıflamış kıtalarına saldırır, 36. Fırka’yı (Tümen)  dağıtır, silahlarına el koyar.

Erzurum’daki küçük zabit mektebi (asker okulu), Kemah Kardağı ve Sultan Seydi mevkileri Caferi Aşireti’nin taarruzuna uğrar.  Savaş ortamında aşiretler çok sayıda silah ve cephaneyi ele geçirir. Silah almak için Ruslara nakliyecilik hizmeti verdikleri rivayet olunur.    

Savaşın gidişatına bakan Alişer Efendi, 1916 yılında silahlı adamlarıyla Dersim dağlarına çıkar; Ruslarla işbirliği arar, görüşür; bölgede “Özerk Kürdistan” yönetimi tanımaları karşılığında Ruslara destek sözü verir.

Ruslar, Koçgrili Alişan ve firari Binbaşı Mustafa Bey aracılığı ile Dersim ağalarını Erzincan’a getirtir, şeker, kahve, sabun ve para gibi hediyeler verir, nahiye müdürlüğü ve kaymakamlığı vaadinde bulunur.

1916 yılında, doğu Dersim aşiretleri, Dersim’deki hükümet konaklarını işgal eder, yakıp yıkar, Elaziz’e doğru saldırılar düzenler. Ruslar,  Erzincan’a kadar gelir.

Alişer Efendi, hem Rusların Dersim’e girmesini engel olmak hem de Osmanlının etkinliğini kırmak için Dersim’in çevresini kuşatır; Ovacık’ta bulunan Osmanlı birliğini dağıtır, göndere Özerk Kürdistan bayrağı çeker ve bir yönetim oluşturur.

Bu yönetim, Seyit Rıza ve aşiretlerin önderliğinde 1937’ye kadar sürecektir.

Lenin’in önderliğindeki Bolşevikler 1917 yılında Rus Çarlığı’nı devirir, Rusya’da Sosyalist Devrimi gerçekleştirir; savaşan tüm devletlere barış çağrısı yapar; ordularını kendi doğal sınırları içine çeker. Böylece doğu Anadolu’daki Rus işgali kalkar.

Rus işgali bitmesine karşın Alişer Efendi, Dersim dağlarından inmez! Alişer’in Ruslarla işbirliğini ihanet olarak yorumlayan Osmanlı, bölgedeki ilişkileri düzeltmesi için Vehip Paşa’yı görevlendirir.

Vehip Paşa, Ruslarla işbirliği yapan Alişer görüşür, Alişer ve adamlarına af çıkartılmasını sağlar. Dersim dağlarından inen Alişer, önce Zara’da bulunan Alişan Beyi ziyaret eder, sonra da İmranlı’da bulunan Haydar Bey’in yanına gider. 

4 Mayıs 1918’de İstanbul’da, Şura-ı Devlet (Danıştay) Başkanı Seyit Abdülkadir Efendi başkanlığında kurulan Kürdistan (Kürt) Teali Cemiyeti örgütlemeyi hızlandırır. İmranlı şubesini açar. Haydar Bey başkan, Alişer Efendi yazman (sekreter) olur.                                                                         

Koçgiri de bunlar yaşanırken, 4 Temmuz 1918’de VI. Mehmet adıyla tahta çıkan Mehmet Vahdettin, 4 Ekim 1918’de İtilaf devletlerinden(İngiltere, Fransa, İtalya) barış ister. 30 Kasım 1918’de mütareke (ateşkes) imzalanır.

Mustafa Kemal, Samsun havalisindeki gayrimüslimlere azınlıklara yönelik saldırıları önlemek, bölgede huzuru sağlamak için İstanbul Hükümetince Samsun’daki 9. Ordu Müfettişliğine atanır.

Samsun ve çevresindeki mülki ve askeri idarelere emir verme yetkisini kapsayan bir talimatnameyi düzenletip imzalatmayı başaran Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkar. Olayları araştırır, işgalcilere güvenen gayrimüslim azınlıkların Müslüman halka baskı yaptığını saptar, padişaha ve hükümete durumu bildirir, ordu birliklerine ve mülki idarelere yönergeler yayınlayarak Anadolu’nun işgaline karşı çıkılmasını, protesto gösterileri yapılmasını ister, milli kurtuluş sürecini eylemli olarak (fiilen) başlatır. 

Emperyalist işgale karşı Anadolu’da Milli Mücadele hazırlıkları, örgütlenme çalışmaları sürerken, Koçgri’de hareketlilik artar.

1893 yılında Ovacık’ın Bornak Köyü’nde doğan, ilk ve orta öğrenimini bölgede yapan, İstanbul’daki Baytar mektebine (Veteriner Okulu) okuyan Mehmet Nuri Dersim’i, öğrenciyken faaliyetlerine katıldığı Kürdistan (Kürt) Teali Cemiyeti’nin girişimiyle, Koçgiri’ye baytar olarak atanır.

 

Kangal, Divriği ve Gürün bölgesinde baytarlık yapan Nuri Dersimi, bölgede Kürt Teali Cemiyeti’ni örgütlemeye başlar.

Koçgrili Mustafa Paşa’nın oğlu Haydar Bey ise, bazen İstanbul’a giderek, bazen kurye göndererek Kürdistan (Kürt) Teali Cemiyeti’yle olan ilişkisini geliştirir.  

1919’ın yılının sonbaharında Haydar Bey, Dr. Nuri Dersim’i İstanbul’dan, Alişan ve Alişer beyler Dersim’den yola çıkar, Boğaz-veran’daki Alişan Bey’in konağında buluşur; durumu değerlendirmesi yapar, bağımsız bir Kürt yönetimi oluşturmak için Dersim ve Koçgiri’de bulunan aşiretlerin bir araya getirtilmesi kararı alır.

Alınan karar doğrultusunda Zara, İmranlı, Kangal, Hafik, Divriği ve Refahiye bölgelerinde örgütlenme hızlandırılır; Beypınar, İmranlı, Celali, Sincar, Hemo, Zmara ve Domurca’da Kürdistan (Kürt) Teali Cemiyeti’nin şubeleri açılır. Alişer Bey ise, Ovacık, Hozat, Refahiye ve Dersim şubelerinin kuruluşunda öncüdür.

Mustafa Kemal önderliğinde yükselen milli mücadele, Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas kongreleri, açılan Büyük Millet Meclisi, kurulan milli hükümet, emperyalist işgale karşı olmanın yanında, Misak-ı Milli sınırları içinde bağımsız ya da özerk herhangi bir oluşumun karşısında olduğunu açıkça ilan eder. 

Alişer Efendi, bunu, bir şiirinde şöyle dile getirir: 

“Sarı paşa

 Çetelerden sonra girip savaşa

 Geçmiştir başa.

 Ankara’da otağa kurulup

 Bizi oyalamakla

 Başlamış işe”

Dr. Nuri Dersimi, bir ihbar üzerine 20 Aralık 1919’da yakalanır, Sivas cezaevine konur.

Seyit Rıza, “Dr. Nuri Dersimi serbest bırakılmazsa büyük bir askeri güçle Sivas’a hareket edeceğini Mustafa Kemal’e” bildirir.

21 Ocak 1920’de, Elaziz Vilayeti’nce İstanbul’a çekilen bir telgrafta, “Hükümetin zaafı ve bazı hainlerin tahriki ile Dersim civarına, Eğin, Çemişkezek, Arapkir ve Pertek köylerine tecavüzler olmuş, ağnam (koyun) ve mevaşi (hayvan) gasp edilmiş ise de jandarma ve ahalinin mukavemeti ve mevsim koşulları nedeniyle tecavüzler men edilmiştir” denir.

Bu olaylar artarken Mustafa Kemal, Alişan Bey’le bir görüşme yapar, milletvekilliği önerisinde bulunur. Bu öneriyi önce kabul eden Alişan Bey, Koçgiri’de ileri gelen bazı ağaların karşı çıkmasıyla vazgeçer, meclise giren 72 Kürt kökenli milletvekilini de eleştirir.

Böylece, Alevi inançlı Koçgiri, bir anlamda, Kuva-yı Milliye’ye karşı tutum alır.

Alişan Bey, kardeşi Haydar Bey, Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’ne ve Paris’teki barış görüşmeleri heyetine telgraflar çeker, çektirir:

“..Mecliste bulunan milletvekillerinin Dersimi temsil hakkına sahip değildir” denir;

“Dersimin bağımsız bir idare istediği… Konfederasyon şeklinde meclisle iş birliği yapabileceğini…” bildirir.

Mustafa Kemal’in mebusluk önerisi, Sivas Cezaevi’nde tutuklu bulunan Dr. Nuri Dersimi’ye de yapılır.

Dr. Nuri Dersimi, Mustafa Kemal’in isteği üzerine serbest bırakılır, Koçhisar’da kendisine verilen Süleymaniye Çiftliğine yerleşir, uzun bir süre sonrada öneriye olumsuz yanıt verir.

Alişer Efendi’yle herhangi bir görüşme olmaz, herhangi bir öneride de bulunulmaz.

Hozat’ın Şam-Şemuşağı (Şeyh Hasanlı) reislerinden Hasan Hayri Bey, Mustafa Kemal’in istemi üzerine yerel giysileriyle meclise gelir, Türklerle Kürtlerin kardeşliği üzerine bir konuşma yapar.

Kangal’a bağlı Yellice’de bulunan Hüseyin Abdal Tekkesi’nde bir araya gelen Alişer Efendi, Nuri Dersimi, Alişan Bey, Haydar Bey, Mahmut Bey, Azimet Bey, Yüzbaşı Sadık, Direjan, Canbegan, Kurmeşan ve bazı aşiret reisleri, durum değerlendirmesi yapar, Diyarbakır, Van, Bitlis, Elazığ, Erzincan, Malatya, Dersim ve Koçgri’yi içine alan bağımsız bir Kürdistan kurmak için silahlı ayaklanma kararı alır.

Karar sonrası Sivas, Elazığ yöresinde bulunan Koçgiri Aşireti’nin silahlı adamları, Kuva-yı Milliye güçleriyle çatışmaya girer.

Alişer Efendi, aşiretler arasında kalıcı bir ittifak kurulmasını sağlamak için 200 kadar silahlı adamıyla Dersim dağlarını aşar, Hozat’a geçer.

 

Kuruçay, Kemah, Ovacık üzerinden Hozat’a ulaşan Alişer Efendi, bir toplantı yapar.

Seyit Rıza, “Hozat aşiretlerine güvenmiyorum!..” diyerek toplantılara katılmaz.

15 Kasım 1920’de yapılan toplantıda, bağımsız bir Kürdistan’ın kurulması amacıyla, 1921’in ilkbaharında ayaklanmak için yemin edilir, Ankara hükümetine asker vermeme, karakol ve cephanelerine el koyma, Dersimdeki hükümet kurumlarına ve askeri varlığına son verme kararları alınır ve “Hozat Muhtırası” hazırlanır.

Hozat’taki Abbasan Aşireti Reisi Meço Ağa (Mustafa Ağa), “24 saat içinde cevap verilmezse gözlerini oyarım” diyerek muhtırayı Dersim Mutasarrıfı Rıza Bey’e verir. Rıza Bey’de, Elazığ’dan çektiği telgrafla Ankara’ya iletir.   

Muhtırada, “İstanbul Saltanat Hükümeti’nin Kürdistan Muhtariyet İdaresine muvafakatine dair kararının Ankara hükümetince tanınıp tanınmayacağının bildirilmesi, Elazığ, Malatya, Sivas ve Erzincan ve bölge hapishanelerindeki Kürt tutukluların hemen serbest bırakılması, Türk memurlar ile Koçgri bölgesine gönderildiği haberi alınan askeri birliklerin derhal geri çekilmesi” istemleri yer alır.

Ankara Hükümeti, sorununun çözümü için Elazığ’da oluşturulan bir heyet gönderir, ancak bu heyet yetersiz kalır, Elazığ’a geri döner.

Ankara Hükümeti, Koçgri ve çevresine asker ve cephane yığmaya başlar, sorunu uzlaşmayla çözmek ister, Anadolu ve Rumeli işgal altındayken bunları konuşmanın sırası değildir der.

Görüşmelerden bir sonuç çıkmaz, Koçgri Aşireti’nin silahlı adamaları, Giresun’dan Eğin’e (Kemaliye) gitmekte olan ordu birliğine saldırır, cephane ve silahlarına el koyar.

Olayların silahlı kalkışma noktasına ulaşacağını öğrenen ve anlayan Ankara Hükümeti, Dersim’e yeni bir “Nasihat Heyeti” gönderir.

Elazığ Valisi’nin başkanlığında oluşturulan Nasihat Heyeti, Dersim ve Koçgri aşiretlerinin ileri gelenleriyle görüşmeler yapar; Abbasan Aşireti’nden muhtırayı gönderen Meço Ağa ile Ferhatan Aşireti Reisi Diyap Ağa’nın, Şemuşağı aşiretinden Osmanlı binbaşısı Hasan Hayri ile Ahmet Remzi Bey’in Dersim mebusu olarak Büyük Millet Meclisi’ne girmelerini sağlar. Meço Ağa, aşiretini Dersim ittifakından çeker. Bu gelişmeler ayaklamanın önderlerini ikna etmez.

Ayaklanmanın önderliği, “Sevr Muahedesi (anlaşması) gereğince Diyarbakır, Elazığ, Van, Bitlis, Dersim vilayetlerinde müstakil (bağımsız) bir Kürt devleti oluşumunu” ister, “…aksi takdirde silahla bu hakkın alınacağını” belirtir. 

Meço Ağa’nın, Diyap Ağa’nın, Ahmet Remzi ve Hasan Hayri beylerin Dersim mebusu olarak Büyük Millet Meclisi’ne girmeleri, başta Seyit Rıza olmak üzere aşiret reislerinin tepkisine neden olur; mebus olanları ihanetle, Ankara Hükümeti’ni de hilecilikle suçlarlar.

Dersim mebusu olanlar, ayaklanmanın liderlerine ihanet etmediklerine ilişkin mektuplar yazarlarsa da ikna edemezler.

İsyandan yana aşiretler, Seyit Rıza’yı aşiretlerin silahlı gücünün başına getirir. Seyit Rıza, yüzlerce silahlıyla Dersim merkezini işgal eder, bir yönetim kurar. Mebus olanların Dersim’i temsil edemeyeceklerini Ankara’ya telgraflarla bildirir.

Bu gelişmeler Dersim mebuslarını Mustafa Kemal’e daha da yakınlaştırır… 

Ayaklanma tarihi, Dersim dağlarının geçit vereceği ilkbahar aylarıdır. Ayaklanmanın liderleri Alişan ve Haydar beylerdir, askeri sorumlular ise Alişar Bey ve Baytar Nuri Dersimi’dir. 

Ankara Hükümeti, bahar aylarını beklemeden harekete geçer.

13 Şubat 1921 günü Miralay Halis Bey’e Ümraniye’ye (İmranlı) girmesi emredilir. İsyancılar da baharı beklemeden harekete geçer, isyan  başlar; Hükümet’in de istediği budur!… 

Miralay (Albay) Halis Bey, aşiret reislerine silahlarını teslim etmelerini, aksi takdirde tenkil (silahla dağıtma) edileceklerini duyurur.

İsyancılar, bu tehdide Sivas’tan Zara’ya gönderilen Jandarma Taburu’nun önünü keserek, tabur komutanını ile askerleri tutsak ederek yanıt verir.

Önceden Zara’ya yerleştirilen 6. Süvari Alayı ise, İmranlı’ya doğru hareke eder. İmranlı’daki isyancılar Dersimli aşiretlerden yardım ister. Ankara, İmranlı Nahiye Müdürü Haydar Bey’i azleder.

4 Mart 1921’de İmranlı’ya giren Miralay Halis Bey komutasındaki kuvvetler isyancıları tutuklar, bir birlik refakatinde Zara’ya askeri merkeze gönderir.

Bir aşiret kuvveti bu birliğin önünü keser, çatışma çıkar, askerler rehin alınır, tutuklu isyancılar serbest bırakılır, birliğin elindeki top, tüfek, at ve katıra el konulur.

6 Mart 1921’de Koçgri Aşireti’nin silahlı adamları, Ümraniye’ye saldırır, bir günlük kuşatmanın ardından şehri ele geçirir; Haydar Bey’in görevden alınma kararına karşı göndere “Kürdistan bayrağı” çekilir.

8 Mart 1921’de Dersim Ovacık aşiretlerinden oluşturulan 2.500 kişilik bir kuvvet, hedik ve lakak denilen kalburlarla karlı dağları aşar, isyancılara destek vermek için Kemah’a ulaşır, İmraniye’ye doğru ilerler, Fırat Nehri üzerindeki Şeytan Köprüsü’nden geçer, Kuruçay’ı, Refahiye’yi, Celalli ve Koçhisar’ı ele geçirir. 

10 Mart 1921 tarihinde Büyük Millet Meclisi, Elazığ, Erzincan, Sivas’ın Zara, Divriği ilçelerinde sıkıyönetim ilan eder; sıkıyönetim komutanlığına da Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa (Sakallı Nurettin Paşa), Sivas valiliğine de Cemal Bey’i getirilir.

11 Mart 1921’de, Koçgiri Aşiret liderlerinden Mahmut, Taki, Alişer, Dersim aşiret liderlerinden Mustafa, Seyithan, Muhammet ve Munzur, Büyük Millet Meclis’i başkanlığına bir telgraf çeker; Zara hariç olmak üzere Koçgri kazası ile Divriği, Refahiye, Kuru- çay ve Kemah kazlarından oluşan bir vilayet oluşturulması ve vilayete bir Kürt vali atanmasını ister.

Dersim dağlarının batısı, Munzur dağlarının kuzey yamaçları ile Kızılırmak arasındaki bölgede, Nurettin Paşa komutasındaki kuvvetler aşiret kuvvetlerini kuşatır,

Ayaklanma, Alişan Bey’in teslim olduğu 17 Haziran 1921’e kadar sürer.

Ayaklanma sonrası sağ ele geçirilen 400 isyancıyı Yozgat’tan gönderilen İstiklal Mahkemesi Sivas’ta yargılar. 15’i yüze karşı, 95’i yokluğunda idama, 180’ni de 5 yıl ile ömür boyu hapse çarptırılır.

Mustafa Kemal, isyanın askeri sorumluları Alişer Efendi ile Baytar Nuri dışındakileri bir af yasası ile asılmaktan kurtarır.

Koçgri ayaklanması bir Alevi Zaza ayaklanmasıdır, Sünni Kürt aşiretler arasında ve Kürt Teali Cemiyeti içinde yeterli destek bulamaz; Erzurum mebusu dışında tüm bölge mebusları da tenkil hareketini onaylar, durağan bir dönemin başlangıcı olur…

Böylece, 1921 Alevi Zaza Koçgri isyanını milli mücadeleyi engelleme, bölme; 1925’te Sünni Zaza Şeyh Sait isyanını laik düzen karşıtı ve ülkenin siyasi birliğini parçalama girişimi olarak;  bunlar dışındaki Raçkotan ve Raman (1925), Sason (1925, 1935), Ağrı (1926, 927,1930), Mutki, Bicar (1927), Asi Resul (1929), Tendürük (1929), Savur, Zeylan, Oramar (1930) ile Koçuşağı (1926), Pülümür (1930), Dersim (1937–1938) olaylarını, milli devletin inşası süreci içinde yaşanan şekavetti önleme, ağalık, şeyhlik düzenini yıkma, feodal düzenin bağımlılığından kurtarma, devlet otoritesini sürekli ve kalıcı kılma amaçlı, tedip ve tenkil olarak değerlendirebiliriz.(*)

Bütün bu tarihsel yaşanmışlıklardan sonra, Kürtlerin, Türkiye’den ayrılacak bir devlet oluşturmanın zorluğunu bildikleri, federatif bir yapı içinde dar bir bölgeye sıkışmanın anlamsızlığını gördükleri, AKP’nin barış adı altında sürdürdüğü, Sünni İslami referanslı, bölgeyi karıştırıcı, laiklik karşıtı, muhafazakâr, despotik politikalarını anladıkları kanısıyla,  ne yaptığını bilmeyen, akıntıya kürek çeken, iktidar yandaşlığıyla tescillenmiş, Taksim Gezi Parkı olayında halkın ayrımsız tepkisine şaşırmış Akillere,  çoğunlukla, inanmayacağından kuşku duymuyorum!  

Av. Mehdi Bektaş

 (*Olayların detayı, aşiretlerin durumu, şekavet, tedip ve tenkil hakkında geniş bilgi için, bakınız: :Kürt Sorununda Dayatma Barış mı Savaş mı? Mehdi BEKTAŞ, Su Yayınları,  Mart 2012)

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir