Misak-ı Milli, Lozan ve Musul- Av. Mehdi Bektaş

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

             “Reis” bir şey söylüyor ortalık karışıyor. Gündemi değiştirmek için yapıyor diyenler var. Ne için yapıyorsa yapsın bu sözler öyle rastgele söylenen sözler değil, bilinçli, hedefli sözler. 2002’den beri iktidardalar, Cumhuriyetin kurucusu ile Lozan kahramanına “iki ayyaş” diyenler; yurttaşı kul yapmaya çalışanlar, dini mekânları siyasi alana dönüştürenler, camii açılışları yapanlar,  her cuma konvoy eşliğinde siyasi namaz kılanlar,  “dindar ve kindar nesil”  yetiştireceğiz diye eğitimin altını üstüne getirenler, 4+4+4 sistemiyle milletin geleceğini karartanlar, imam hatipleri temel eğitim kurumlarına dönüştürerek laik eğitimin temelini dinamitleyenler, eleştirel akıl yerine dogmayı dayatanlar, ülkeyi etnik ve inançsal temelde ayrıştıranlar, devlet yapısını bozanlar, orduya kumpaslar kuranlar,  ülkenin dağlarını, derelerini, yer altı yer üstü servetlerini yabancıya, yandaşa satanlar, hırsızlık, yolsuzluk batağına batanlar, dinci ve ayrılıkçı hareketlerin gelişimine göz yumanlar, şeriatçıların ordudan atılmasına şerh koyanlar, ülkeyi kan gölüne çevirenler, Anayasa’da “Laiklik ilkesi olmasın” diyenler, ülkeleri parçalayan “Büyük Ortadoğu Projesi”nin eşbaşkanı olanlar, Suriye’ye girip “Emevi Camii’nde” namaz kılmaya kalkanlar, bunları Esat çağırmış gibi “Sizi Saddam mı çağırdıydı” diye soranlar, Musul’da pay kapmaya kalkanlar, boş konuşup, boşa çalışıyorlar.

Zafer kazanmadan başkomutan olanlar, cumhuriyetin birikimlerini sata sata saltanat sürenler; bir milleti ayağa kaldıran, emperyalizme diz çöktüren, bu toprakları tarihi ekonomik, sosyal, siyasal bağlardan kurtaran, “İstiklali Tam” Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ve dosta düşmana kabul ettiren Lozan Antlaşması’nı beğenir mi?

Bizi Lozan değil “misak-ı milli” bağlar diye nutuk atanlar, Ege adaları Lozan’da kaybedildi diyenler, Ege’deki Türkiye Cumhuriyetine ait adacıklarını nasıl Yunanistan’a peşkeş çektiklerini anlatıyorlar mı? Bunların tarihten coğrafyadan haberleri yok herhalde.  Reis konuşmaktan vakit bulup okuyamıyorsa, danışmanları da mı okumuyor? Okudukları okullarda tarih, coğrafya dersi yok muydu? Hep ahretle uğraşıp dünya malı götürmeye kalkmanın, tarih, coğrafya, felsefe, sosyoloji gibi bilimlere uzak durmanın, laik eğitime karşı çıkmanın sonucu budur, ya cahil kalırlar, ya aldatılırlar ya da aldanırlar. Kendileri cahil kalsa, aldansa, adatılsa hiç gam değil, ama hamaset nutuklarıyla milleti, halkı, insanları aldatmaları sakıncalı.

            Bir yandan laik cumhuriyeti dinci cumhuriyete dönüştürmeye, cumhuriyetin kurucusu laik liderlerini halkın gönlünden, kafasından silmeye çalışıyorlar, öte yandan sıkışınca laikten daha laik, Atatürk’ten daha Atatürkçü oluyorlar? Bu numaraları bu millet bilmiyor mu sanıyorlar?

Bunlar, emperyalizmin Türkiye şubesidir. 14 yıldır ülkeyi yönetiyorlar, ülkeyi getirdikleri duruma bak. Aklısıra Osmanlıcılık yapıyorlar, Ocaklar kurup Osmanlının şanlı tarihine sahip çıkıyorlar. Osmanlının şanlı tarihlerine sahip çıkmalarına elbette bir şey denilemez, ancak Osmanlının fetihçi dönemini döne döne anlatıp, duraklama, gerileme, çökme dönemlerini bilmezden gelme cehalet değilse, topluma ve gelecek kuşaklara ihanettir.

Bunların kafalarında büyük Fatih’in gerçekleştirdiği İstanbul’un fethi var (1453), ama 1529, 1683 Viyana bozgunları, toprak kaybının yaşandığı 1699 Karlofça, 1718 Pasarofça antlaşmaları, 1535’te Fransızlara tanınan kapitülasyonu, Mısır Hıdivi Kavalalı Mehmet Ali Paşanın isyanını bastırmak için Ruslardan yardım dileyen 1833 Hünkâr İskelesi antlaşması,  iç pazarı yabancı malların istilasına açan 1838 Balta Limanı Antlaşması, Kars, Batum ve Ardahan’ın elden çıktığı 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı (93 harbi), devlet gelirlerinin devredildiği 1881 tarihli Duyun-u Umumiye idaresi yok!

Yine bunların kafasında 1538 Preveze Deniz Zaferi var, ancak Osmanlı donanmasını yok edildiği 1571 İnebahtı, 1770 Çeşme, 1827 Navarın, 1853 Sinop baskınları yok! Piri Reis’in 1513’te çizdiği dünya haritasıyla övünürler,  ama 1575’te kurulan rasathanenin 1580’de donanmadan atılan top atışlarıyla yıkılmasını, 1727 açılan matbaanın 1730’da Patrona Halil isyanıyla yakılmasını, Abdülhamit’in korkudan donanmayı Haliç’e zincirleyip çürütmesini hiç akıllarına getirmezler. Çok kimlikli, çok dilli, çok dinli, çok kültürlü bir imparatorluk olan Osmanlı’nın hangi zihniyetin emperyalizme yem ettiğini düşünmezler, sorgulamazlar, cumhuriyete ve kurucularına saldırıp dururlar.

 Bunlar, İngilizlerin, Fransızların, Rusların 23 Mayıs 1916 Sykes-Picot, 26 Nisan 1916 Petesburg anlaşmalarını, Osmanlıyı mezara gömme, Türkleri Anadolu’dan sürme kararını da bilmiyorlar, adaları cumhuriyeti kuranlar verdi diye konuşup duruyorlar, ancak Lozan Antlaşmasının hangi koşullarda nasıl gerçekleştiğini nedense düşünmüyorlar. Sevr’in bir dayatma Lozan’ın bir antlaşma olduğunu bir türlü kavrayamıyorlar, atıp, tutuyorlar.

 

 

Lozan Antlaşması

 

Herkesin bildiği gibi Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletlerinin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu resmen kabul etmek durumunda kaldığı Lozan Konferansı, iki dönemli bir süreçtir.

Birinci dönem, 20 Kasım 1922 – 4 Şubat 1923 tarihleri arasında yaşanır. Bu dönemde, TBMM Hükümeti, Mudanya Ateşkesi’nin imzalanması ve saltanatın kaldırılmasından sonra, Mudanya Ateşkes antlaşmasında alınan karar doğrultusunda Barış Konferansı’nın İzmir’de yapılmasını ister. Böylece Başkomutan Mustafa Kemal’in doğrudan doğruya görüşmelere karışması düşünülür.

Ancak, devletlerarası geleneklere göre, barış görüşmelerinin tarafsız bir ülkede toplanması gereği belirtilince Hükümet, konferansının Lozan’da toplanması önerisini uygun bulur.

Bu önemli toplantıda TBMM Hükümeti’ni kimlerin temsil edeceği sorunu ortaya çıkar. Çünkü konferansa gönderilecek kurul, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan ve I. Dünya Savaşı’ndan bu yana sürmekte olan sorunları çözecek, Misak-ı Milli sınırları içinde bağımsız bir devletin kurulmasını gerçekleştirecek, güçlü devletlere bunu kabul ettirecek, barış antlaşmasını imzalayacak irade ve gücü kullanacak bir kurul olma zorunluluğu vardı.

Rauf Orbay ve Kazım Karabekir Paşa’nın bu görevi üstlenmeye niyetleri olmasına karşın Mustafa Kemal Paşa, seçimini Mudanya Mütarekesi görüşmelerini başarıyla sürdürüp sonuçlandıran İsmet Paşa’dan yana kullanır.

Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey istifa eder. TBMM, Hariciye Vekilliğine 26 Ekim’de İsmet Paşa’yı seçer. Meclis, 1 Kasım’da Saltanatı kaldırırken Lozan’a gidecek Türk Delege Heyeti’nin İcra Vekilleri Heyeti’nce (Bakanlar Kurulu) belirlemesini kararlaştırır.

Hükümet, 2 Kasım 1922’de Hariciye Vekili (Dışişleri Bakanı) İsmet Paşa’yı baş delege, Sağlık Bakanı Dr. Rıza Bey’i (Nur) ikinci delege, eski İktisat Bakanı Hasan Bey’i (Saka) delege olarak seçer.

Görüşmede gerekli olacak tarihi, hukuki, teknik bilgilerin toplanıp hazırlanmasında yardımları olacak uzmanları belirler, görevlendirir.

İsmet Paşa, Lozan’a gitmeden önce SSCB Büyükelçisi Aralof’la görüşerek, “Türkiye ile savaş içinde bulunan devletlerle bir barış antlaşması yapmak amacında olduklarını; Sovyetlerle imzalanan Moskova antlaşmasına bağlı bulunduklarını, Barış konferansında Misak-ı Milli sınırları dışına çıkılmasının söz konusu olmayacağını, Boğazlar meselesi konuşulurken ilişki içinde bulunmak istediklerini” söyler, mutabakat sağlamaya çalışır.

Konferansa katılacak delege heyeti, 4 Kasım 1922’de Ankara’dan hareket eder. 8 Kasım’da Sirkeci Garı’ndan Doğu Ekspresi ile büyük bir törenle Lozan’a uğurlanır, 11 Kasım’da Lozan’a varır. İlk öğrendikleri, İsviçre’ye kendilerinin dışında henüz hiçbir heyetin gelmemiş olmasıdır. İsmet Paşa, 13 Kasım’da toplanılacak konferansa, kendilerinden başka bir heyetin gelmemiş olmasını İsviçreli gazetecileri toplayarak, toplantının belirlenen tarihte başlamamasından yakınır: “Müttefiklerimizin sözüne inanıp hareket halinde bulunan ordularımızı durdurduk; barış akdetmek (yapmak)  üzere buraya geldik; fakat burada kimseyi bulamadık,” der.

İsmet Paşa basına bu açıklamayı yaptıktan sonra, Türkiye’nin Paris temsilcisi Ferit Tek’i kaldığı otele çağır, Ferit Tek’i beklerken Fransız konsolosu otele gelir ve Fransız sefirinin akşamüzeri görüşmek istediğini bildirir. Fransız elçisiyle görüşen İsmet Paşa, Fransız Hükümeti’nce Paris’e davet edilir.

15–16 Kasım’da Paris’e geçen İsmet Paşa, Avrupa ve Amerika’da bulunan bütün eski Osmanlı Konsolosluklarını geçici olarak Türkiye’nin Paris temsilcisi Ferit Tek’e bağlar. Paris’te Başbakan Mösyö Poincaré ile bir görüşme yapar. Barışı, sınırları, Musul’u, İstanbul ve boğazların boşaltılmasını, azınlık sorununu ve kapitülasyonları görüşür.

Barışın gerçekleşeceğini, İstanbul ile Boğazların boşaltılacağını, azınlıklar sorununun yaşanmayacağını söyleyen Başbakan Mösyö Poincaré, “kapitülasyonların tümden kaldırılmasına razı olamayacaklarını” bildirir.

İsmet Paşa, Misak-ı Milli sınırları içinde özgür ve bağımsız bir ülke yaratılması konusunda görüş birliği oluşturmaya çalışacaklarını söyleyerek, “Kapitülasyonlar bizim baş sorunumuzdur, bu çözülmedikçe barış olmaz,” der.

Fransız düşünürü Mösyö Franklin Boulin’le bir akşam yemeğinde bir araya gelen,  Mösyö Poincaré ile konuştuklarını Franklin Boulin’e anlatan İsmet Paşa:

Her mesele hallolsa da yalnız kapitülasyonlar meselesi askıda kalsa, yine sulh olmayacaktır. Onun için konferansta, kısa bir zamanda bütün meseleler ortaya koyup münakaşa etmeliyiz. Ne hal olunabilir, ne hal onulmaz, o meydana çıkmalı. Eğer endişelerimde haklı olduğum anlaşılırsa, konferansı kesip memlekete gideceğim,” der.

Mösyö Franklin Boulin de:

“Mutlaka zaman kazanmalısınız.  Çünkü sizi tanımıyorlar. Anadolu’yu bilmiyorlar. Yaptığınız işi her yerde olan bir askeri ayaklanma gibi görüyorlar. Bunlar, birinci derecede devlet adamıdırlar.  Fakat sizin hakkınızdaki genel anlayışları böyledir.  Büyük adamlar büyük dava peşindedirler. Türkler de büyük davalar peşindedirler, düşüncelerinde ciddidirler, samimidirler. Bunlar hakkında bu kişilerin hiçbir fikirleri yoktur, kendinizi mutlaka onlara tanıtmanız, öğretmeniz lazımdır. Bunun için zaman kazanmalısınız. Konferansta uğraşa uğraşa, yıprata yıprata bütün bu gerçekleri anlatacaksınız” diyerek samimiyetle, ümit ve cesaret verici tavsiyelerde bulunur.  (1/.73)

İsmet Paşa, Konferansın başlamasından önce, mağrur, kibirli, çalımlı ve gösterişli bulduğu İtalya Başbakanı Musolini ile de görüşür. İstanbul, Boğazlar ve Oniki Adalar konusundaki düşüncelerini öğrenmeye çalışır. (1/74)

Musolini, “İstanbul ve Boğazlar boşaltılacak, Gelibolu’da kimse kalmayacak” yolunda açıklamalarda bulunur; ancak, adalar konusunda “halledilmiş meseledir” diyerek konuşmaktan kaçınır.

Konferansın 20 Kasım 1922’de başlayacağı, İsviçre Cumhurbaşkanının açış konuşması yapacağı yazılan bir program hazırlanır, Türk heyetine de verilir.

İsviçre Cumhurbaşkanının konuşmasından sonra Lozan Konferansı adına konferansa katılan heyetlerden birinin cevap verebileceği de söylenir.

İsmet Paşa, konferans hazırlıklarını sürdüren Fransızlarla ilişkiye geçerek, “İsviçre Cumhurbaşkanından sonra başka birisi konuşursa, ben de konuşacağım,” der.

Fransızlar, İsviçre Cumhurbaşkanından başka kimse konuşmayacaktır diye cevap verirler. İsmet Paşa da, “hiç kimse konuşmayacaksa benim de söyleyecek bir sözüm yok, ben de konuşmam” der.

Ancak İsviçre Cumhurbaşkanın konferansı açacağı, İngiliz Hariciye Nazırının teşekkür konuşması yapacağı söylentisi yayılır. Bunun üzerine İsmet Paşa, “ben de cumhurbaşkanına teşekkür eder ve konferanstan beklentilerimizi kısaca söylemek isterim,” der.

İsmet Paşa’yla görüşen Mösyö Poincaré:

“Ne yapacaksın?”

İsmet Paşa (İnönü):

“Ben de konuşacağım”

Mösyö Poincaré:

“Niçin, ne lüzumu var?”

İsmet Paşa:

“Böyle şey olmaz, bir taraf konuşacak, biz konuşmayacağız, buna razı olamam!  Biz burada eşitlik üzerinde duruyoruz, hemen konuşacağım…”

Mösyö Poincaré:

“Ne konuşacaksın?”

İsmet Paşa:

“Yazdığım metin cebimde hazır”

Mösyö Poincaré:

“Görebilir miyim?”

İsmet Paşa:

“Buyurun bakın!”

Mösyö Poincaré:

“İşte daha başlarken şikâyet ediyorsunuz. Bunların hepsi arkada kaldı. Şimdi konferansa iyi bir hava ile gidelim. Bundan vazgeç…”

İsmet Paşa:

“Konferansa iyi bir hava ile gidelim. Biz de bunu istiyoruz, şüphe yok. Ama konferansa eşit haklarla ve eşit durumla başlayalım. Biz buraya böyle geldik.”

Bunun üzerine Mösyö Poincaré, “Peki, bazı yerleri düzeltelim” deyince İsmet Paşa da “Tamam, anlaştık, biri konuşursa ben de konuşacağım” diye cevap verir.

20 Kasım 1922 günü Lozan’daki Mont Benon Gazinosu’nun salonunda konferans toplanır.

Toplantıya;

“Konferansa çağrı yapan devletler: İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya.

  Bütün görüşmeler için çağrılan: Türkiye, Yunanistan, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti (Yugoslavya).

Gözlemci: Amerika Birleşik Devletleri.

Boğazların statüsü için çağırılan Karadeniz’e kıyısı olan devletler: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Bulgaristan.

Ticaret ve Yerleşme sözleşmelerine katılmak için çağrılanlar: Belçika, Portekiz” katılmaktadır. (2/44)

İsviçre Cumhurbaşkanı kürsüye çıkar, nazikâne hoş geldiniz der, hemen ardından kürsüye İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon çıkar ve İngilizce bir teşekkür konuşması yapar. (1/80)

Lord Curzon kürsüden iner inmez yerinden fırlayan İsmet Paşa, hemen kürsüye çıkar ve tarihi konuşmasını yapar:

“Efendiler,

Dört yıl önce Wilson Prensipleri’ne göre yapılmış bir ateşkes antlaşması (mütareke), Osmanlı İmparatorluğu’nun girişmiş olduğu savaşı durdurmuştur. Barışın kazanımlarından yoksun bırakılan Türk Milleti, o tarihten beri hak ve adaleti sağlamak için yaptığı birden çok barış girişimlerinin yetersizliğini ve yararsızlığını görerek, hiçbir kurtuluş ümidi kalmadığını anlayarak, varlığını korumaya ve bağımsızlığını sağlamaya yönelmiş ve bunda da başarılı olmuştur. Birçok acılara katlanmış, sınırsız fedakârlıklarda bulunmuştur.  Hür milletler, bu duruma gözleriyle tanık olmuştur.  Her yaşta Türk insanı, kadınıyla, çocuğuyla bu savunma savaşına katılmıştır.  1918’den itibaren Türk milletinin uğradığı sonsuz saldırıları ve acıları burada hatırlatmaktan kendimi alamıyorum. Gerek bu saldırıları ve acıları, gerekse hiçbir askeri zorunluluk olmaksızın Türkiye topraklarının en zengin ve en gelişmiş kısımlarını, yalnızca mahvetmek ve yıkmak düşüncesiyle, düzenli yapılmış yıkımı hiçbir biçimde hoş göstermek kabul edilemez.

Bu dakikada bile hala bir milyondan fazla masum Türk’ün, Küçük Asya ovalarında evsiz, ekmeksiz, serseri gibi dolaştıklarını hatırlatmak isterim. Türk milleti, bu insanüstü özverilere katlanarak, medeni insanlar arasında derin bir hayat kudretine sahip milletlere özgü varlık ve bağımsızlık hakkı ile barışı ve huzuru kazanmıştır.

Türkiye Büyük Millet Meclisinin kesin amacı, barışı ve huzuru korumak ve güçlendirmektir. Son yıllarda meydana gelen olaylar, insanlığın vicdanında genel barış ve huzurun, devletlerin birbirlerinin haklarına ve özgürlüklerine saygı göstermedikçe gerçekleşemeyeceği kuralına göre, bu olayların hatırasını gelecek için barış ve huzuru sağlayacağını ümit ederim.

Düşünülebilecek derecede iyi niyetle donanmış bulunan Türk heyeti delegeleri ile diğer heyetlerin delegelerinin aynı iyi niyetle hareket edeceğini ve bu suretle konferans çalışmalarının memnuniyet verici bir sonuca kavuşacağı umudunu taşıyorum.

Efendiler,

Çok ıstırap çektik, çok kan akıttık… Bütün uygar milletler gibi hürriyet ve bağımsızlık istiyoruz! (2/45)

ABD delegesi John Grew, bu konuşmayı geleneksel diplomatik kuralların dışına taşma olarak niteler.

Mösyö Bombart, “Anlaşılıyor, çekeceğimiz var,” der.

Konferans,  21 Kasım’da Uşi’deki Şato Otel’de toplanır. İlk toplantıda, çalışma yöntemlerine ilişkin yönetmenlik görüşülür.

Yönetmenlik taslağında, konferansın adı, “Şark İşleri Konferansı” olarak yazılmıştır. İsmet Paşa buna itiraz eder ve ısrarları sonucu konferansın adı “Barış Konferansı” olur.

Konferans işlerinin yürütüm ve düzeni için Mösyö Massigli adlı bir Fransız Kongre Genel Sekreterliğine seçilir.

Konferansta konuşulacak dilin Fransızca ve İngilizce olduğu belirtilir.

İsmet Paşa, “Bir de Türkçe konuşulacak” der.

Bu söz şaşkınlık yaratır. Lord Curzon, “Hepimiz Fransızca biliyoruz” diye yanıtlar.

İsmet Paşa, “Gerekirse Türkçe konuşacağım” diyerek itirazını kaydettirir.

            Konferansta üç büyük komisyonun kurulması konuşulur.

Bu komisyonlardan:

“Askerlik ve sınırlar Komisyonu”na İngiliz,

“Mali ve iktisadi Komisyon”a Fransız,

“Azınlıklar ve diğer hukuki sorunlar Komisyonu”na İtalyan baş delegelerinin başkanlık yapacağı söylenir.

İsmet Paşa buna da itiraz ederek, komisyonlardan birine başkanlık etmelerinin hakları olduğunu ileri sürer.  Müttefik devletler delegeleri, biz “davetçi devletleriz” diyerek bu isteğe karşı çıkar. İsmet Paşa’da,  “Bizim de davetçi devlet sayılmamız gerekir” diye ısrarını sürdürür ve itiraz geri alınmaksızın konu geçilir.

Konferansta önce sınırlar konuşulur. Sınırlara, askerlik işlerine ve Boğazlar sorununa bakacak birinci komisyon, İngiliz baş delegesi Lord Curzon başkanlığında toplanır. Lord Curzon, Trakya sınırlarının konuşulacağını açıklar ve ilk sözü İsmet Paşa’ya verir.

İsmet Paşa, Doğu Trakya sorununun Mudanya Mütarekesi ile kısmen çözüldüğünü, Doğu Trakya’nın müttefiklerce boşaltılarak Ankara yönetimine teslim edildiğini anımsatarak, “Trakya’da Balkan Savaşı’ndan sonra 1913’te Bulgarlarla yapılan anlaşmaya göre çizilen sınırı esas aldıklarını ve Batı Trakya için de halk oylaması (plebisit) istediklerini,” söyler.

İsmet Paşa’dan sonra söz alan Yunan Baş delegesi Venizelos, “ Batı Trakya’da Türklerin çoğunlukta bulunmadığını” ileri sürer, Yunanistan’ın müttefik devletlere yaptığı hizmetleri dile getirir, “savaşın sorumluluğunu yüklenemeyeceklerini, hiçbir fedakârlığa katılamayacaklarını” açıklar.

Trakya sınırı konuşulurken Türk Heyetinin karşısında, müttefik devletler, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya bulunur; Türklere karşı bir blok oluştururlar.

İkinci oturumda İsmet Paşa, Venizelos’un Osmanlı İmparatorluğu’nu savaşa sürükleyen etmenleri komisyon önüne getirerek irdelemeye kalkmasını saygısızlık olarak değerlendirdiklerini söyler, bu konuda geniş bir değerlendirme yaparak, tüm iddiaları yanıtlar.

Venizelos, “Batı Trakya’yı biz Türklerden almadık Bulgarlardan aldık,” demektedir.

Bu durum, Türk heyetinin en zayıf noktasıdır…

Lozan’daki barış görüşmeleri çok sert geçer. Balkan ülkeleri, Türklerin Meriç Nehri’nin batısına geçmesine asla yanaşmaz. Batı Trakya için Türk Heyeti plebisit (halk oylaması) isterken; Bulgarlar, buranın kendilerine ait olduğunu ileri sürerek, kendilerine verilmesini ister.

Buna çok kızan Venizelos, “Türklere mağlup olduk, Doğu Trakya’yı veriyoruz, Batı Trakya’ya ilişkin taleplerini de dinliyoruz, Bulgarlara ne oluyor da bizden toprak istiyorlar? Biz Bulgarlara mağlup olmadık ya! ” der.

Boğazlar sorunu, Aralık 1922’de görüşülür. Rusya, Gürcistan ve Ukrayna konferansa çağrılır.

İlk sözü Türk heyeti adına alan İsmet Paşa, “Boğazların ülkenin en önemli kısımları olduğunu, Boğazlar üzerindeki askeri ve siyasi egemenliğin Türkiye’ye ait olması gerektiğini, Ticaret gemilerine gece gündüz geçiş yapmaları için her türlü kolaylığı göstermeye hazır olduklarını” bildirir.

Lord Curzon, Boğazlar bölgesinin askerlikten arındırılarak Milletler Cemiyeti’nin kontrolüne verilmesine ilişkin müttefik devletlerin önerisini ortaya atar ve İsmet Paşa’dan ne düşündüğünü sorar.

İsmet Paşa, önceki sözlerini yenileyerek, Boğazların tamamen Türk egemenliğine verilmesi gerektiğini vurgular.

Komisyon’da Sovyetler adına konuşan Çiçerin, “Müttefik Devletlerin boğazlar üzerine konuşmayarak hakem rolüne soyunduğunu” dile getirir; Boğazların Sovyetler için önemini anlatır ve “Türklerden başka ülkelere Boğazların kapalı olmasını, savaş gemileri ile uçaklarına geçiş izni verilmemesini” ister. (I/97)

Romanya ise, kendi güvenliği için, “Boğazlarda uluslararası bir düzen kurulmasını, Ege Denizi’nden Karadeniz’e kadar Türk sahillerinin askerden arındırılmasını” diler.

Bulgarlar ise, “Boğazların yalnızca ticaret gemilerine açık olmasını, savaş gemilerine kapalı bulunmasını” dile getirerek Türk tezine yaklaşır.

Türk Heyeti, İngilizlerin konferansta önem verdikleri konulardan birinin Boğazlar, ikincisinin Musul sorunu olduğunu saptar, barışa varmak için öncelikle Boğazlar sorununun çözülmesi gerektiğini ve bu sorun çözülmeden barış yolunda ilerlenemeyeceğini görür, Barış için en büyük mücadeleyi İngilizlerle yapmak gerektiğine inanır.

İngilizler ise, tek başlarına Türk Heyeti ile mücadele etmenin zorluğunu görür ve diğer müttefik devletlerle bir cephe kurmayı, asıl amacını söylemeksizin onları yönlendirmeyi esas alır.

İsmet Paşa, bu politikayı sezerek, İngilizlerin diğer müttefikleri ile olan sorunlarını öne çıkaran ve bundan yararlanarak sonuç almaya çalışan bir politika izler.

İsmet Paşa’nın kimi yaklaşımından sonuçlar çıkaran Lord Curzon, özel bir toplantıda, İsmet Paşa’nın kulağına eğilerek, “Muzaffer general! Çok manevra yapmaya, bağırmaya alışmışsın; ama düşündüklerini sana yaptırmayacağım, görürsün yaptırmayacağım!” der.  (1/I,103)

Ocak 1923’te sınırlar, Boğazlar sorunu konuşulurken, Musul konusu da birincil bir sorun olarak gündeme girer ve birkaç kez görüşülür.

30 Kasım 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada İngilizler henüz Musul’a girmemişlerdir. Mütareke hükümleri Osmanlı kuvvetlerine bildirilmesine karşın, İngilizler kendilerini bildirilmemiş gibi davranarak, bir takım bahaneler yaratarak askeri harekâta devam eder ve bir olupbittiyle Musul’a girerler. Bu durum, o zaman Osmanlı Hükümeti’nce de protesto edilir. Bu durum anlatılarak, Musul sorunu çözülmeye çalışılır.

Musul konusunda İngilizlerle birkaç kez özel müzakereler yapılır; ancak, bir antlaşmaya varmak mümkün olmaz.

“Barış antlaşmasının imzalanmasından sonra bir sene içinde iki devletin karşılıklı görüşmeleriyle Musul sorununu çözmesi, sonraki dokuz aylık süre içinde bir antlaşmaya varması, bu sağlanamazsa konunun Cemiyeti Akvam’ın hakemliğine bırakılması” prensip olarak kabul edilerek konu geçiştirilir.

Sınırlar, Boğazlar konusu görüşülüp önemli ölçüde çözüldükten sonra, Azınlıklar konusu gündeme gelir. Azınlıklar Konferansında, “azınlıkların Türk yönetiminden çok şikâyetçi olduğu” ileri sürülür.

İsmet Paşa, Ankara’da acele olarak hazırlanıp gönderilmiş tarihi bir inceleme raporunu yanına alarak, konferansa katılır. (I/.I/113)

Raporda, Avrupalı devletlerin, Osmanlı içindeki azınlıkların nasyonal (milliyetçi) duygularını körükleyerek, imparatorluğu zayıflatarak, Avrupa’dan ve Asya’dan çıkarmak için yaptıkları oyunları, hileleri ortaya konulmaktadır. İsmet Paşa, uzunca bir metin olan bu raporu olduğu gibi okur.

Konferansa ara verildiği bir sırada İsmet Paşa’nın yanına gelen Lord Curzon:

“Bu konuşmayla bizi perişan ettiniz! Şimdi nasıl barış olacak, barış yapabilecek miyiz?”

İsmet Paşa:

“Elbette yapılacak ve yapacaksınız!”

Bu tartışmalarla başlayan azınlıklar konferansı, Ermenilerin Anadolu’nun herhangi bir yerinde yurt istemeleriyle hararetli bir noktaya taşınır.

Azınlıklar üzerine süren tartışmalar, Mösyö Montagna’nın başkanlık yaptığı komisyonda, Ermeni ihtilalcilerinden oluşan bir heyetin dinlenilmesi isteminin gündeme getirilmesi tartışmayı büyütür.

Komisyonda bulunan Dr. Rıza Nur Bey, buna itiraz eder; “Kimdir bunlar, ne münasebetle buraya çağırdınız? Çağıramazsınız, dinleyemezsiniz” der, ayağa kalkar.

Dinlersiniz, dinleyemezsinin tartışmaları arasında Rıza Nur Bey evraklarını toplar, komisyon salonundan çıkar.

Dr. Rıza Nur Bey, durumu,  İsmet Paşa’ya anlatır. İsmet Paşa’da, “İyi yapmışsın, seni tebrik ederim, ama hiç telaş etme, çekilmek olmaz, böyle meyus (üzgün) bir tavır gösterme, ben sorunu hallederim,” der.  (I/.I/121)

İsmet Paşa, “Konferansa dâhil olmayan insanların çağırılmasını, ilgili oldukları konuda bir oldubitti yaratılmasını yanlış bulduklarını” belirtir ve “ Üzüntü vermiş olay olmasa iyiydi ama olmuş geçmiş, sorunu kapanmış sayıyorum” der, sorun kapanır.

Türk Heyeti, azınlıklar sorununun çözümünde, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra gerek Cemiyeti Akvam’ın, gerekse ortak kabul edilmiş uluslararası antlaşmaların ortaya koyduğu yöntem ve kuralları kabul ettiğini, bunun dışında hiçbir sınırlama kabul etmeyeceği savını ortaya atar.

İngilizlerin Ermeni, Rum ve Kürt davasını ileri sürerek sert tavır almaları karşısında Türk Heyeti, İngilizlerin barış istemedikleri sonucuna varır. Azınlıklar konusunda konferansta tartışmalar çok sert olur. Bir Lord Curzon konuşur, bir İsmet Paşa!

Lord Curzon, bir ara, “Biz Cemiyeti Akvam’ın müdahalesinden korkmuyoruz; çünkü ellerimiz temizdir,” der.

İsmet Paşa ise, “Cemiyeti Akvam’a girmeyi reddetmediklerini, barıştan sonra girmeyi düşündüklerini” söyleyerek, “Biz hiçbir memlekete tecavüzde bulunmadık, hiçbir memleketi istila edip tahrip etmedik,” der ve “Türklerin elleri daha da temizdir” vurgusu yapar; “Bütün devletlerin kendi azınlıklarına tanıdığı hakları bizde aynen kabul edeceğiz, fakat istisnai kayıt kabul etmeyiz. Herhangi bir denetlemeyi, Cemiyeti Akvam’ın denetlemesini kabul etmemiz söz konusu olamaz,” der. (I/I/124)

Azınlıklar sorunu sırasında Patrikhane konusu gündeme gelir. Görüşmelerde iş Türklük-Hıristiyanlık sorunu haline dönüşür.

Türk Heyeti, “Patrikhanenin Türkler aleyhine çalışan bütün tertiplerin merkezi olduğunu, Türklerle Rumlar arasında iyi ilişkilerin kurulmasına, bir millet olarak kaynaşıp, bir devlet olarak yaşamasına engel oluşturduğunu” iler sürerek, Patrikhanenin Türkiye’den çıkarılmasını savunur…(I/II/42)

Azınlıklar konusu bu tür tartışmalar sonucu kapanır.

Gündeme, yabancı devletlere verilmiş imtiyazlar (kapitülasyonlar) konusu gelir.

Kapitülasyonların kaldırılması, her Osmanlı münevverinin (aydınının) eskiden beri düşlediği “Kutsal Bir Rüyası ve Bitmeyen Bir Davası”dır.  (I/I/126)

Konferansta önce mali sorunlar görüşülür. Mali sorunların başında da Düyunu Umumiye (Osmanlı borçları)  gelmektedir. Osmanlı İmparatorluğunun tüm borçlarını yeni Türk devletinin üstlenmesi istenmektedir.

Türk Heyeti, “Osmanlı borçlarının tamamının kabul edilemeyeceğini, borçların İmparatorluktan ayrılan devletlerarasında paylaşılması gerektiğini, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmış devletlerden birisinin de Türkiye Devleti olduğunu ” ileri sürer. (I/I/129)

Tartışmalar, borcun kâğıt parayla mı, altınla mı ödeneceği konusuna gelir, dayanır.

Müttefikler, Türkiye’nin Düyunu Umumiye borçlarını altın olarak ödenmesi isterken; Türk Heyeti, Türkiye’nin payına düşen miktarı Fransız Frangı üzerinden ödeyeceğini bildirir, günlerce tartışmalar sürer.

Amerika delegesi Mr. Child’in bulunduğu bir gece toplantısında Lord Curzon, İsmet Paşa’ya hitaben:

“Sayın General,  Konferansta bir sonuca varacağız. Ama memnun ayrılmayacağız. Hiçbir konuda bizi memnun etmiyorsunuz. Dediklerimizin makul olup olmadığına, haklı bulunup bulunmadığına bakmaksızın her şeyi reddediyorsunuz. En son şu kanaate vardık ki, ne reddederseniz hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz yıkıktır. İmar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün bir bende var (İngiliz), bir de bu yanımdakinde (Amerikalı)… Unutmayın ne reddederseniz reddedin cebimdedir… Nereden para bulacaksınız, Fransızlardan mı?”  (I/I/130)

İsmet Paşa:

“Evet…”

Lord Curzon:

“Para kimsede yok. Ancak biz verebiliriz.  Memnun olmazsak kimden alacaksınız, yıkık bir memleketi nasıl imar edip kurtaracaksınız?  İhtiyaç nedeniyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden çıkartıp birer birer size göstereceğiz…”(age)

İsmet Paşa:

“Şimdi sorunları çözelim. Para istemek için gelirsem o zaman gösteriniz…”(I/I/130 vd)

Konferans Genel Sekreterliği, yapılan müzakerelerin sonucunu Şubat 1923’ün ilk günlerinde bir antlaşma metnine dönüştürerek Türk Heyetine sunar. Birkaç gün içinde bu anlaşmanın imzalanması gerektiğini bildirir.

Davetliler, 4 Şubat 1923’te Beau-Rivage Oteli’nin salonu dolar, heyecanla antlaşmanın imzalanmasını bekler.

Antlaşma metnini eline alan Türk Heyeti, üzerinde üç aydır konuşulan, bir kısmında ortak anlaşmaya varılan konuların yanında, üzerinde hiç durulmayan, üzerinde durulup da anlaşılamayan pek çok konunun, müttefiklerin istekleri doğrultusunda kaleme alındığını, mali sorunların aynen korunduğunu, savaşın zarar ziyan hesabı yapılarak Türklerin yüklenecekleri yükümlülüklerin belirlendiğini ve bunların madde madde düzenlediğini; özellikle, adli, mali ve iktisadi konularda çok ağır yaptırımlar öngörüldüğünü; tartışmalı konularda karşılıklı görüşülerek çözümlenmiş izlenimi verildiğini, saptar.

Bu antlaşmayla,  bağımsız bir Türk devletinin kurulmasına olanak tanınmadığını, bu çabaya zarar verileceğini belirleyerek, antlaşmayı imzalamamaya karar verir.

Türk Heyeti, 4 Şubat 1923 günü imza toplantısına katılmaz. Türk heyetinin antlaşmayı imzalaması için akşam yapılan ikna toplantısında İsmet Paşa, “Konferansın devamı süresince kabul ettirmek için mücadele ettiğimiz, açıkça dünyaya ilan ettiğimiz isteklerimiz kabul edilmeden, galip devletlerin arzularına göre hazırlanmış bu metni imzalamayacağım” der. (I/.I,143)

Lord Curzon, ikide bir ayağa kalkarak, “Bineceğim trenin hareket vakti geldi, imzalayın,” diye ısrar eder.

İsmet Paşa, bu söze karşılık,  “Biz söyleyeceklerimizi söyledik, bu koşullarda bu antlaşmayı imzalamamız söz konusu olamaz,” diye yanıt verir; sinirler bozulur, karşılıklı atışmalar sürer.

İsmet Paşa, Lord Curzon’a sorar:

“Şimdi ülkenize döneceksiniz. İngiltere’ye gittiğiniz zaman size soracaklar, niçin gittiniz, niye barış yapmadan geldiniz diye. Ne cevap vereceksiniz? İngiltere için hayati olan sorunları çözmüş olmanız gerekir. Türkiye için hayati olan sorunları reddediniz, bunu kabul edemezdik.  Barışı soranlara ne cevap vereceksiniz?” (age,134)

Lord Curzon:

“Siz ne cevap vereceksiniz?”

İsmet Paşa:

“Benim vaziyetim kolay. Ben Türkiye’ye gittiğim zaman, soranlara ne cevap vereceğimi size söyleyeyim. Ben memlekete gittiğim zaman, niçin barış olmadı diye soracaklar. Bir cümle ile cevap vereceğim, Lord Curzon barış istemediği için konferans kesilmiştir, diyeceğim!” (age)

Lord Curzon:

“Katiyen olmaz, nereden çıkarıyorsun barış istemediği mi ?”

İsmet Paşa:

“Memlekete gittiğim zaman söyleyeceğim, bütün dünyaya ilan edeceğim. Lord Curzon barış istemiyordu, görüşmeleri çıkmaza sokmak için elinden geleni yaptı, konferans kesildi, yeniden savaş başlayacak diyeceğim. Sırf barış yapmamak için nerede bir bahane bulduysan onlar üzerinde ısrar ederek konferansı çıkmaza soktun. Benim kanaatim budur”. (age,135)

Lord Curzon:

“Ben barış istemiyorum da onun için mi barış olmadı, nasıl söylersin bunları?”

İsmet Paşa:

“Öyle söylüyorum, öyle söyleyeceğim. İşte bütün sorunları ortaya koyduk. Kapitülasyonlar senin için hayati bir sorun mudur?”  (age)

Tartışmalar sürer, Türk Heyeti görüşünde direterek antlaşmayı imzalamaz.

Müttefikler de kendi aralarında aldıkları karar doğrultusunda yeni bir düzenleme yapmaya yanaşmazlar.

Toplantı çözümsüz biter, heyetler kaldıkları otellere döner.

Türk Heyetinin kaldığı otele gelen aracılar, “antlaşmanın imzalanması için Lord Curzon’un trenin hareket saatini ertelediğini” söylerler.

İsmet Paşa:

“Kararımızda bir değişiklik yoktur, Lord Curzon’a uğurlar olsun…”

Türk heyetinin dönmek için hazırlıklara başladığı sırada, “Konferans kesildi mi, ara mı verildi yoksa ertelendi mi?” diye yeni bir tartışma başlar. Herkes bunu saptamaya çalışır.

Kongre Genel Sekreteri Massigilli, heyetlerin acele ayrılması karşısında, “Konferans kesilmedi ertelendi” diye açıklamada bulunur.

Türkiye’ye dönmeden önce İsmet Paşa, Mr. Child’ın ayrılmasıyla yerine atanan Amerikan delegesi Amiral Bristol’la bir görüşme yapar.

Görüşmede, Amiral Bristol, İsmet Paşa’ya, “Ankara’ya dönünce düşün, konferansta olanları bir özetle, nelerde anlaşma olmuş nerede olmamış bunları tek tek sapta, önerinizi açıkça yaz, bunu konferans yeniden toplanacağı zaman sun, çalışmayı ve karar almayı kolaylaştır,” der. (I/.I/137)

Bu öneri İsmet Paşa’nın aklına yatar.

Türk Heyeti, Romanya üzerinden Türkiye’ye dönmek için Lozan’dan ayrılır. Şubat 1923’te yoğun bir kış yaşanmaktadır. Heyet Bükreş’e kadar gelir; ancak, kar yolları kapadığı ve trenler çalışamadığı için daha fazla ilerleyemez. İsmet Paşa bir gemi gönderilmesini ister. Gemi gelene kadar Romanya’da bir iki gün kalır.

İsmet Paşa, Romanya Dışişleri Bakanı’yla görüşür. Bu arada İngiliz Baş delegesi Lord Curzon, Romanya’nın İngiliz elçiliği aracılığıyla İsmet Paşa’ya bir gizli mesaj gönderir.

Mesajda, “barış olacaktır, Ankara’da da barış için çalış” denilmekte ve “başarılar” dilenmektedir.  İsmet Paşa mesaja karşılık vererek teşekkür eder.

Türk heyeti gemi ile İstanbul’a gelir. İsmet Paşa birkaç gün İstanbul’da kalır. Bazı görüşmeler yapar. İsmet Paşa, bir mebusun sorusu üzerine, “Lord Curzon’un ne yapmak istediğini biliyor musun? Evet, o bir şey yapmak istiyordu, fakat biz onun istediğini yapmadık,” der.  (I/141)

İsmet Paşa trenle Ankara’ya hareket eder. 18 Şubat 1923 günü İzmir İktisat Kongresi’nden dönen Mustafa Kemal, Fevzi Paşa ile birlikte İsmet Paşa’yla buluşmak için Ankara’ya gidiş yolunu değiştirerek Eskişehir’e yönelir.

İsmet Paşa’nın Ankara’ya gelip hükümete ve Meclise bilgi vermeden,  Eskişehir’de Mustafa Kemal ve Fevzi Paşa’ya konferans hakkında bilgi vereceğinin duyulması tepki yaratır. Başbakan Rauf Bey, bu buluşmanın sakıncalı olacağını, telle Mustafa Kemal’e bildirilir.

Mustafa Kemal, bu değerlendirmeyi ciddiye almaz, İsmet Paşa’yla buluşmak için Eskişehir’e hareket eder.  Mustafa Kemal, Fevzi Paşa, İsmet Paşa’yla Eskişehir’de buluşur. Trenle Ankara’ya doğru gelirken Konferans üzerinde görüşme ve değerlendirme yaparlar.

Mustafa Kemal Paşa ile Fevzi Paşa, İsmet Paşa’dan aldıkları bilgilerle rahatlarlar ve “barış olacaktır” ortak kanısına varırlar.

Ankara’ya gelince İsmet Paşa, Rauf Bey’in başında bulunduğu Vekiller Heyeti (Bakanlar Kurulu) toplantısına katılır, gerekli bilgileri verir, açıklamalarda bulunur ve  “barış olacaktır” görüşü benimsenir.

Memlekette, “Barış olacak mı, olmayacak mı, savaş yeniden başlayacak mı, başlamayacak mı” konuları konuşulmaktadır. Büyük Millet Meclisi, 27 Şubat 1923’te toplanır. Gizli oturum kararı alınır, barış konferansındaki çalışmalar, gelinen durum görüşülür.

İlk sözü İsmet Paşa alır. Lozan Konferansında yapılan çalışmaları, geçirilen aşamaları, çıkarılan sorunları, çözülen konuları, çözümsüz kalanları; askerlik, toprak, kapitülasyonlar, azınlıklar, mali ve iktisadi konuları her yönüyle anlatır, açıklamalarda bulunur.

Meclisteki muhalefet, İsmet Paşa’yı amansız eleştirir, barış olmamasını İsmet Paşa’nın yanlışlarına bağlar. “Barış olmuşken İsmet Paşa buna yanaşmamıştır, hükümetin yönergesine aykırı davranmıştır,” der.

İsmet Paşa’yı hedef alanlar, bir süre sonra sözü döndürüp dolaştırıp Mustafa Kemal Paşa’ya getirir. “Mustafa Kemal’in yönetiminde barış yapılamayacağını” ileri sürerler.  Bu tartışmalar, ateşli, coşkulu biçimde uzunca bir süre devam eder. Meclis olumlu ya da olumsuz bir karar alamayacak duruma gelir.

Mustafa Kemal söz alarak, olayları her yönüyle ortaya koyar; akla gelebilecek her konuyu açıklar, “Delegeleri acımasızca eleştirmenin haklı olmadığını” söyler.

            “Delegeler Heyeti, kendine verilen görevi tam ve çok iyi yapmıştır. Milletimizin ve Meclisimizin onurunu korumuştur. Eğer barış işini iyi bir sonuca bağlamak istiyorsak Meclisçe de Delegeler Kurulunun morali artırılmalı ve çalışmalarını sürdürülmesi sağlanmalıdır. Böyle davranırsanız ciddi bir barış dönemine gireceğimizi umut edebiliriz,”   der. (3/496)

6 Mart 1923’te Büyük Millet Meclisi:

“1. Müttefiklerin sundukları barış projesini olduğu gibi kabul etmemize imkân yoktur. Zorlarlarsa kendimizi sorumluluktan kurtulmuş sayarız.

  1. Hayati sorunumuz olan Musul’un kısa bir sürede çözüme kavuşması lazımdır.

  1. Mali, iktisadi, idari meselelerde hayat ve gelecek haklarımızın güvenceye alınması koşulu ile barış girişimlerini sürdürmesi için Vekiller Heyeti’ne (hükümete) izin verilmiştir” kararını alır. (3/I/147)

Hükümet yeniden bir hazırlık dönemi başlatır.

Konferansın ilk döneminde oluşan durum, anlaşılan konular, anlaşılmayan konular saptanır, bir metne dönüştürülür ve üzerinde tartışılabilecek bir tasarı (proje) oluşumu gerçekleştirilir.

Türk Hükümeti, oluşan tasarıyı (projeyi) müttefik devletlere sunarak, “Kararlaştırılan, mutabık kalınan konulara yeniden dönmemek” koşuluyla, barış görüşmelerinin yeniden başlatılmasını önerir.

Öneri, müttefik devletlerce kabul edilir. İkinci barış görüşmelerinin 23 Nisan 1923’te toplanacağı bildirilir.

Lozan Konferansı’nın ikinci dönemi 23 Nisan – 17 Temmuz 1923 tarihleri arasında gerçekleşir.

Türk Hükümeti, ikinci dönem görüşmelerine giderken, danışmanlarının önemli bir kısmını Ankara’da bırakır. İlk dönemde ortaya çıkan sorunlarla ilgilenecek yeni bazı uzmanları danışman olarak görevlendirir:

İsmet Paşa başkanlığında Delege Heyeti, Ankara’dan İstanbul’a gelir. Bir süre İstanbul’da kalarak bazı çalışmalar ve görüşmeler yapar.

Delege Heyeti, 18 Nisan 1923’te İstanbul’dan trenle hareket ederek 21 Nisan 1923’te Lozan’a ulaşır.

Türk Heyeti ilk gelişe göre daha rahattır. Kendilerini tanıdık bir yerde beklenen konuk gibi görürler. İsmet Paşa, eşi Mevhibe Hanım’ı da yanında getirmiştir. Otele yerleşirler, daha düzenli bir çalışma ortamına kavuşurlar.

Konferans, 23 Nisan 1923 günü Uşi’deki Şato Oteli’nde yeniden başlar. İlk açılışta olduğu gibi törenler ve meraklılar yoktur. Herkesin birinci toplantıdan çıkıp ikinci toplantıya girer gibi bir durumu, alışık ve doğal davranışı vardır. Yalnız ilk dönemdeki İngiliz Baş delegesi Lord Curzon’un yerini Rumbold,  Fransız Mösyö Poincaré’nin yerini General Pellé almıştır.

Türk Heyeti, ilk döneme göre daha hazırlıklıdır. Görüşülecek konuları ayrıntısıyla incelemiş, madde madde belirlemiştir. İlk devredeki konferansta olduğu gibi bir büyük sorunu, gösterişle ortaya koyup anlatmak yerine, Müttefiklerin önerdiği anlaşma metnine karşı bir metin hazırlayarak metinler üzerinden görüşmeleri sürdürmeyi daha kolay ve çözümleyici bulur.

Görüşmeler,  yine Trakya’daki toprak ve sınır sorunları üzerinden başlar. Müttefiklerin sınır önerisi Meriç Nehri’nin sol kıyısı iken, Türk heyeti Talvegi (nehrin orta çizgisini) önerir.

Fransızlar ile Suriye sınırı yeniden konuşulur. 1921’de Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşması’nın bütün hükümleri Lozan Antlaşması’nda güvence altına alınmaya çalışılır. Fransızlar buna itiraz eder. Uzun tartışmalar sonucunda Suriye sınırına kadar olan kısım antlaşma metninde yer alır, sınır dışına ilişkin maddeler ve ekleri Fransızların yükümlülüklerini içeren bir teyit (doğrulama)  mektubuyla sorun çözüme bağlanır.

Aslında sorun, Fransızlarla yapılan antlaşma ile Hatay’ın konumunun belirlenmesidir.

Adakale ve Meis adası üzerinde ısrarla durulur. Yunan Baş delegesi Venizelos, İsmet Paşa’yı birkaç kez ziyaret eder, aradaki sorunları çözmeye, düşmanlıkları gidermeye çalışır.

Patrikhane sorunu yine gündeme gelir. Venizelos, İsmet Paşa’ya, Patrikhanenin İstanbul’dan kaldırılması durumunda Aynaroz’a taşınması konusunda büyük devletlerin karar aldığını söyler.

İlk aşamada kaldırılması ilke olarak kabul edilen kapitülasyonlar, ikinci aşamada yeniden gündeme gelir.

Türk delegasyonu, kapitülasyon denince memleketin yüz yıllardan beri mahkûm edilmiş olduğu mali ve iktisadi imtiyazları bilir. Görüşmede yapılan tartışmalardan, müttefik devletlerin asıl önem verdiklerinin adli kapitülasyonlar olduğunu anlar.

Müttefikler adli kapitülasyonlar üzerinde sonuna kadar direnirler. İsmet Paşa, bu konuda,  daha önce Mösyö Montagana’nın hazırlayıp sunduğu metni kabul ettiklerini, bu meselenin önceden kesin olarak çözüldüğünü ileri sürer.

Buna karşın adli kapitülasyon üzerindeki tartışmalar uzun bir süre daha devam eder. Sonunda, “kapitülasyonlar ilga edilmiştir” denilerek konu kökten çözülür.

Konferansta genel bir af üzerinde de durulur.

Türk heyeti, “Herkes gelebilir; ama komitacı, ihtilalci, fesatçı gibi hıyanet içinde bulunanlar gelemez. Dışarıdan geleceklerin ülkenin huzur ve güvenini bozmayacak insanlar olması esastır”  der. (I/II,55)

Genel affın karşılıklı olması koşulunu öne sürer, “ Bizim memleketimizde milli davaya zarar verenler, müttefiklerle iş birliği yapanlar aftan yararlansın; ancak, müttefik uyruğunda olup da bize yardım etmiş kimseler de yararlanmalıdır” derler; aftan yararlanılmasını istemedikleri 150 kişilik bir listeyi sunarlar. (age,56)

İmtiyazlı şirketlerin konumu üzerinde yoğun tartışma yapılır. Şirketlerin imtiyaz haklarının devam etmesi, ancak bu imtiyazların yeni iktisadi şartlara göre gözden geçirilmesi kabul edilir.

En son olarak Düyunu Umumiye denilen Osmanlı borçları ele alınır. Borçlanmanın 70 yıllık bir geçmişi vardır. İlk borçlanma (istikraz)  1854’te yapılmıştır, ikinci borçlanma 1874’de olmuştur. Ödemeler yapılmış, indirimlere gidilmiş ve 1890’da yeniden borçlanma başlamış, 1914’e kadar Osmanlı Devletinin kasasına 220 milyon lira girmiş, 170 milyon lira çıkmıştır.

Birinci Dünya Savaşı’nda borç 140 milyon liradır. Türk Heyeti, bütün çabasını,  Osmanlı İmparatorluğu’ndan miras kalan borcun ne kadarını yüklenebileceklerini saptamaya ve borcun altınla mı Frankla mı ödeneceği konusunu çözmek üzerinde yoğunlaştırır.

Tartışma sonunda bu konu, antlaşma metninden çıkarılır, barıştan sonra çözümlenecek sorunlar arasına konur.

Üç komite halinde çalışan konferans, çalışmalarını, 17 Temmuz 1923 akşamı bitirir.

Konferansın bir barış antlaşmasıyla sona ermesi herkesi mutlu eder. Baş delegeler arasında karşılıklı övücü, kırgınlıkları giderici, gönül alıcı konuşmalar yapılır.

Türk Heyeti, konferanstaki gelişmeleri günlük raporlar halinde düzenli olarak Ankara’daki hükümete bildirmektedir: Görüşmeler bitmiştir, antlaşma metni hazırlanmıştır, antlaşmanın imzalanacağı gün belirlenmiştir, imzalamak için talimat beklenmektedir.

17-18 Temmuz günlerinde Hükümetten bir cevap gelmez. Hükümet, “Görüşmeler bitmiştir, yakında imza töreni yapılacaktır” diye resmi bir tebliğ (bildiri) yayınlamasına karşın, sözleşmeyi imzalayın diye Hariciye Vekili İsmet Paşa’ya talimat göndermede duraksar, ağır davranır.

İsmet Paşa ise, talimatın biran evvel verilmesini beklemekte, sürekli tel çekip sormaktadır. Hükümetten bir cevap alamayınca doğrudan Mustafa Kemal Paşa’ya bir tel çeker:

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine,                      Lausane, 18 Temmuz 1923

Eğer Hükümet kabul ettiğimiz antlaşmadan geri dönmemiz hususunda kesinlikle ısrar ediyorsa, bunu bizim yapmamıza imkân yoktur. Benim düşüne düşüne bulduğum yol, İstanbul’daki istila Devletleri komiserlerine, imza yetkisinin bizden alındığını bildirmektir.

Gerçi, bu durum, bizim için yeryüzünde görülmemiş bir skandal olur. Fakat vatanın yüksek çıkarları kişisel düşüncelerin üstünde olduğundan, Milli Hükümet istediği gibi hareket eder. Hükümetten teşekkür beklemiyoruz. Yaptıklarımızın muhasebesi millete ve tarihe aittir.

                                                                                                                        İsmet (4/578)

Mustafa Kemal Paşa, bu tele hemen karşılık verir:

“İsmet Paşa Hazretlerine,                                                                               Ankara, 19 Temmuz 1923

18 Temmuz 1923 tarihli telgrafnamenizi aldım. Hiç kimsede tereddüt yoktur.  Elde ettiğiniz başarıyı en sıcak ve samimi duygularımızla kutlamak için imzalamanızı bekliyoruz kardeşim.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi

  Gazi Mustafa Kemal” (age)

İsmet Paşa, bu tele karşılık aşağıdaki teli çeker:

 Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine,                                                     Lausane,    20 Temmuz 1923

Her dar zamanımda Hızır gibi yetişirsin. Dört beş gündür çektiğim azabı tasavvur et. Büyük işler yapmış ve yaptırmış adamsın.  Sana merbutiyetim (bağlılığım) bir kat daha artmıştır. Gözlerinizden öperim, pek sevgili kardeşim, aziz şefim.

İsmet” (4/578vd)

Türk Heyet’i Ankara’yla görüşürken, İsviçre Hükümeti de imza töreni için özel bir çaba ve özen göstermektedir. Konferansa katılan bütün taraflar, Lozan Şehri’nin içinde Üniversite’ye verilmiş bulunan Rumini Sarayı’na davet olunur.

Türk Heyeti, saat 15 sıralarında Lozan Palastaki odalarından çıkar, kapının önünde bekleyen mahşeri kalabalık arasından sakin ve doğal adımlarla, kalabalığı selamlayarak yürür, Türk bayrakları takılmış otomobillere biner, kalabalığının arasından yavaş yavaş ilerleyerek Rumni Sarayı’nın kapısına varır ve durur.  Sarayın kapısında, protokol görevlileri, federal meclis üyeleri ve asker kişiler,  Türk Heyeti’ni karşılar. (I/.II,111)

Salona iki kapıdan girilir. Kapılarından birinden delegeler, ötekinden davetliler içeri alınır.

Kürsünün sağ tarafına İsmet Paşa, Rıza Nur Bey, Hasan Bey, Amerikan Delegesi Mister Grew oturur.  Bunların arkasında ise Bulgar delegeleri yer alır.

Kürsünün sol tarafında ise Sir Horos Rumbold, General Pellé, Marki Garrani (İtalyan), Mösyö Montanya oturmaktadır. Bunların arkasında ise, Japon delegesi,  Yunan Delegesi Venizelos, Diyemandi ve diğer bir Romen delegesi, Belçika ve Portekiz delegeleri yer almaktadır.

Kürsünün önünde, Türk delegeleri ile İtilaf Devletleri delegelerinin arasında, üzeri koyu renkli bir kadifeyle örtülmüş büyük bir masa ve bu masanın üzerinde parşömen kâğıda basılmış, kenarlarından kırmızı kurdeleler sarkan anlaşma metinleri, protokoller, göze çarpar.

İsmet Paşa, “…vakur ve ciddi duruşuyla, istediğini yapmış ve hakkını almış bir insanın huzuru ve soğukkanlılığı…” ile beklemektedir. İsmet Paşa’nın eşi Mevhibe Hanım, davetliler arasında ve ön sırada bulunmaktadır. (I/II/114)

Dr. Rıza Nur Bey, ciddi bir yüzle etrafa bakınmakta, Hasan Bey (Saka)  Mister Grew’le konuşmakta; Konferans Genel Sekreteri Mösyö Massigili, masa üzerinde duran antlaşmaları ve eklerini sıraya koymaktadır.

Bir tarafta Türkiye delegesi, diğer yanda Türkiye karşıtı yedi devletin delegesi.

Sol başta İngiltere, yanında Fransa, onun yanında İtalya, arkalarında Japonya, Yunanistan, Romanya ve Belçika, sağ yanda Türkiye…

Bir yanda mazlumlar safındaki mazlum Türkiye, bir yanda kan emici, zalim, emperyalist dünya…

Antlaşmayı imzalamak için herkes ve her şey hazırdır.

Saat 15.05’te İsviçre Federal Meclis Başkanı Mösyö Scheurer oturduğu koltuktan ayağa kalkar, antlaşmaların, sözleşmelerin, beyannamelerin, protokollerin adlarını saydıktan sonra, “Efendiler buyurunuz imza ediniz,” der.

Konferans Genel Sekreteri Mösyö Masigilli, yerinden kalkar, İsmet Paşa’ya doğru gelir: “Buyurunuz, evvela zat-ı devletleriniz imza edecektir.”

İsmet Paşa, yerinden kalkar, masaya doğru yürür, masanın tam ortasına gelince durur, iç cebinden Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın gönderdiği altın kalemi çıkarır, antlaşma ve eklerine tek tek göz atarak, 24 Temmuz 1923 saat 15.09’da antlaşmayı imzalamaya başlar.

İsmet Paşa’nın metni tek tek okuyarak imzalaması, “Dokuz ay uğraştıktan sonra galiba yeniden başa döneceğiz” esprisinin yapılmasına yol açar.

İsmet Paşa’nın attığı imzayla, 9 yıldır süren Dünya Savaşı biter, 622 yıllık Osmanlı İmparatorluğu resmen sona erer, emperyalist devletlerin tanımak zorunda kaldığı yeni bir Türk Devleti doğar. Türk Heyetinin antlaşmayı, eklerini imzalaması 7 dakika sürer.

Türk Heyetinden sonra İngiliz Baş delegesi Sir Rumbold imzayı atar. Sonra Fransız Baş delegesi General Pellé, ardında İtalyan Baş delegesi Marki Garrani, ardından Japonya Baş delegesi, Yunanistan Baş delegesi Venizelos, Romanya, Bulgaristan, Belçika, Portekiz, Yugoslavya ve Sovyetler Birliği baş delegeleri, kendilerini ilgilendiren konulara ilişkin sözleşme bölümlerini imzalar.

İmzalar tamamlandıktan sonra İsviçre Konfederasyon Başkanı Mösyö Scheure kapanış konuşması yapar.

Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra Türk Heyeti, konferansa gözlemci olarak katılan ABD ile müzakerelere başlar. ABD ile bir antlaşma imzalayarak, iki ülke arasında doğal bir ilişki kurmayı amaçlar.

Amerikalılar, Lozan müzakereleri sırasında barışın yapılması için yardımcı olurlar; fakat kapitülasyonlar sorunu gelince, kuvvetli devletlerin asırlardır izledikleri politikaya karşı çıkmazlar, desteklerler.

Ne zaman kapitülasyonlar konuşulsa, ne vakit iktisadi imtiyazlardan söz edilse Amerikalılar açık kapı politikasından yana olurlar; Amerikan uyruğunun bulunduğu her yere donanmalarıyla gitme hakkının bulunduğunu ileri sürerler. Türklere karşı sempatik görünmeye özen gösterirlerse de kapitülasyonlar konusunda tıkanırlar.

Türk Heyeti, ABD temsilcisi Mr. Joseph Grew’le yaptığı görüşmede Lozan Antlaşması’nda yer alan kapitülasyon maddesini ABD’nin de aynen kabulünü önerir. Mr. Grew, bu öneriyi kabul eder, onay almak için ABD dışişlerine yazar. Verilen cevapta, Lozan’daki kapitülasyon maddesini kabul edemeyiz derler. (I.II/74)

Bu kez Türk Heyeti, müttefiklere sunduğu öneriyi ortaya atar; bu öneri ABD yönetimince kabul edilir ise de ABD senatosundan geçmez!

Lozan Antlaşması’ndan sonra ABD Baş delegesi ile yapılan görüşmeler nedeniyle bir hafta daha Lozan’da kalan Türk Heyeti, Mustafa Kemal Paşa’nın, “acele geliniz” teli üzerine 6 Ağustos 1923’te trenle İstanbul’a doğru hareket eder.

Lozan Heyeti, 10 Ağustos’ta İstanbul’da yurttaşların büyük sevgisiyle karşılanır. 11 Ağustos’ta Darülfünun’da (Üniversite) düzenlenen bir törenle İsmet Paşa’ya Onursal Profesörlük unvanı verilir.

İstanbul’da Halife Abdülmecit’le görüşmesini önerenlere ve böyle bir ziyareti Halifenin beklediğini söyleyenlere, “Büyük Millet Meclisi karşısına çıkmadan önce hiç kimseyle görüşmem mümkün değildir,” der ve aynı gün trenle Ankara’ya hareket eder.

İsmet Paşa Ankara’ya ulaşmadan Rauf Bey,  Mustafa Kemal Paşa’yı Ali Fuat Paşa ile birlikte ziyaret eder, İcra Vekilleri Başkanlığı’ndan ayrıldığını bildirir.

13 Ağustos 1923 günü Türk Heyeti, Mustafa Kemal’in katıldığı görkemli bir törenle karşılanır. Karşılamada İcra Vekilleri Heyeti başkanlığından ayrılan Rauf Bey (Orbay) yoktur; ancak, İcra Vekilleri adına delegeleri kutlayan bir bildiri yayınlamıştır.

14 Ağustos’ta Rauf Bey’in boşalttığı hükümet başkanlığına Ali Fethi Bey (Okyar) seçilir. İsmet Paşa yine hariciye vekilidir. Lozan Antlaşması ve ekleri 15 Ağustos’ta İcra Vekilleri Heyeti’nde (Bakanlar Kurulu) görüşülür ve uygun bulunur.

Lozan Antlaşmasının yürürlüğe girmesi için, her ülkenin meclislerince kabul edilmesi ön koşul olarak yazılmıştır. Antlaşmanın yürürlüğe girişini düzenleyen maddeye göre, İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya’dan üçünün onayı ile anlaşma Müttefik Devletler yönünden yürürlüğe girecektir.

Türkiye ise, bir an önce antlaşmayı Meclisin onayından geçirmek durumundadır; çünkü İstanbul ve Boğazların boşaltılması, antlaşmanın Türkiye tarafından onayına bağlıdır.

Hükümet, Lozan Antlaşması ve eklerini, 21 Ağustos’ta Büyük Millet Meclisi’ne sunar, görüşme üç gün sürer. Yapılan tartışmalarda, Eğe Adaları, Musul ve alınan savaş tazminatı ile ilgili hükümler, kimi mebuslarca şiddetle eleştirilir.

23 Ağustos günlü oturumda söz alan İsmet Paşa, Lozan görüşmeleri, imzalanan antlaşmalar hakkında ayrıntılı açıklamalarda bulunur:

“Lozan Antlaşmasıyla:

  1. Bir bütün halinde, tek düze bir vatan;
  2. Bu vatan içinde dışa karşı doğal olmayan kısıtlamalardan ve hükümet içinde hükümet olmayı ifade eden ayrıcalıklardan kurtulmuş bir vatan;
  3. Doğal olmayan kapitülasyonlardan kurtulmuş bir vatan;

  ç. Savunma hakkı kesin, kaynakları bol ve serbest bir vatan elde edilmiştir” der.

Ve devamla;

“Bu vatanın adı Türkiye’dir. O Türkiye’yi, bu antlaşmalar tanımakta ve açıklamaktadır. Bu antlaşmayla, Türkiye bir barış dönemine girmiştir. Türk milletinin esas karakteri kavga, savaş değildir; gerçekte, bir barış ve uyuşma vadisinde ilerleyerek uygarlık dünyasında yer alma isteğindedir… Varacağımız nokta, milletlerarası toplulukta en yüksek ilerleme ve medeniyet seviyesidir.”  diye ekler. (2/62)

            Meclis, tartışmalardan sonra, Lozan Antlaşması ve eklerini, 23 Ağustos 1923’te, 14 ret oyuna karşı 213 oyla kabul ederek onaylar.

            Müttefik devletlerden antlaşmayı ilk onaylayan 11 Ocak 1924 tarihinde İtalya olur. Tüm onaylar, 6 Ağustos 1924’te tamamlanır.

            Böylece Anadolu halkı, asırlardır süren savaş ve korkusundan, her şeyini kaybettiği eziklik duygusundan, kurtulur; yaşama dört elle sarılan bir döneme girer.

Bunları bilmeden konuşmak kolaydır.

 

Misak-ı Milli

 

            Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı, Mustafa Kemal’in önceden hazırlattığı, Misak-ı Milli metnini görüşmek üzere 28 Ocak 1920’de gizli bir oturum yapar ve metni görüşerek kabul eder.

            Misak-ı Milli (Milli Ant), Erzurum ve Sivas Kongrelerinde alınan kararlar doğrultusunda oluşturulmuş altı maddelik bir metindir:

“    1.İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının güvenliğinin sağlanması şartı ile Boğazların dünya ulaşım ve ticaretine açılması için bizimle birlikte, ilgili devletlerin verecekleri kararlar geçerli olmalıdır.

  1. Arap topraklarının geleceği burada yaşayan halkın vereceği oylar ile belirlenmelidir.

  1. Kars, Ardahan, Artvin, Batum ve Batı Trakya’nın hukuki durumunu belirlemek için halk oylamasını kabul ederiz.

  1. Ülkemizdeki Hıristiyan azınlıklara, komşu ülkelerdeki Müslümanlara tanınan haklardan fazlası verilemez.

  1. Milli ve ekonomik gelişmemizi engelleyen siyasi, adli ve mali sınırlamalar (kapitülasyonlar) kaldırılmalıdır.

  1. Mondros Ateşkes Anlaşması’nın imzalandığı sırada (30 Ekim 1918) Türk askerlerinin koruduğu sınırlar içindeki Türk vatanının bütünü hiçbir biçimde parçalanamaz.”

 

           Görüleceği gibi Misak-ı Milli, Osmanlı ülkesini, Mondros Mütarekesinin imzalandığı sırada Osmanlı ordularının elinde bulunan topraklarla sınırlar ve bir anlamda bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi sınırlarını çizer. Kapitülasyonları reddeder. Bu antla, bütün dünyaya, Osmanlı devletinin ve milletin geleceğinin haklı ve devamlı bir sulha kavuşabilmesi için kabul edilebilecek fedakârlığın en son sınırı ilan edilir.

           Mondros Mütarekesine rağmen Misak-ı Milli sınırları içinde bulunan yerler, itilaf kuvvetlerinin işgaline uğramaya başlamış, Anadolu’yu işgale karşı silahlı direnişler ortaya çıkmış, Kuvva-i Milliye her yerde teşkilatlanarak etkinliğini ve gücünü artırarak mücadeleye katılmış, Anadolu’nun İstanbul’dan kopuşu hızlanmıştır.

          Saray (Padişah), Babıâli (Hükümet), Hürriyet Ve İtilaf ve gazeteleri, Anadolu’daki Teşkilat-ı Milli ile sürdürülen mukavemetin (direnişin) barış şartlarını ağırlaştırmaktan başka

bir işe yaramadığını söyleyip, yazmaktadırlar. Bunlara göre, Kuvva-i Milliye “Anadolu’da yeniden şekavet (eşkıyalık) ve talan (yağma) devrini açan haydut çetelerin” adıdır. Faaliyetleriyle “Yunanlıların ekmeğine yağ sürmektedir.”

             İtilaf Devletleri temsilcileri, tüm sorunları ve Osmanlı’yla yapılacak barışın koşullarını görüşmek için 12 Şubat 1920’de Londra’da bir araya gelir. Ortak kanaat olarak, durumun asıl sorumlusunun Mustafa Kemal ile teması bir türlü kesmeyen Babıâli (hükümet) olduğu sonucuna varır; İstanbul’daki yüksek komiserlere ortak bir telgraf çekilerek, bu durumun anlatılması ve gerekirse sert tertipler alınması, Harbiye Nezareti ile önemli resmi binalar işgal edilerek Babıâli’nin kulağının çekilmesi istenir.

           28 Şubat’taki toplantıda İngiltere, Maraş’ta yaşanan olayları gerekçe göstererek, İstanbul’un işgali fikrini ortaya atar. Bu fikir diğer devletlerce tereddütle karşılanırsa da ok yaydan çıkmıştır, hukuken değilse bile fiilen İtilaf Devletlerinin işgali altında bulunan İstanbul’un resmen işgali kararlaştırır.

            Bugün ülkenin tepesinde oturanların kurtuluş savaşından haberleri yok mu? Yokluk içinde emperyalizme karşı mücadele eden Anadolu hareketinin politikalarına destek çıkan, silah, para vs yardımı yapan, tek ülke Sovyet Birliği’dir. 2 Aralık 1920 Gümrü Antlaşması, 16 Mart 1921 Moskova Antlaşması, 22 Eylül 1921 Kars Antlaşmasıyla doğusunu güvenceye alan milli hareket, iç isyanlarla, hilafet ordularıyla, hürriyet ve itilafçılarla uğraşarak, dış düşmana karşı savaşır. Musul’un Şeyh Sait isyanı sonrası Türkiye’nin elinden çıktığını unutup, günümüzün Derviş Vahdetçileri, Şeyh Saitleri, dincileri ihanetlerini sürdürüyor, Cumhuriyete ve kurucularına karşı bitmeyen kinlerini kusmaya devam ediyor.

            Tüm bunların yanında aymaz iktidar yüzünden ordu Ortadoğu bataklığına girmek zorunda kaldı, Fırat Kalkanı harekâtı ile ayrılıkçı ve cihatçı örgütlere darbe vuruyor. Irak ve Suriye emperyalizmin saldırısına uğramadan önce, bu ülkelerle birlikte emperyalizme karşı kalkan olmak varken, iş işten geçtikten sonra bunu yapmanın ülkemize, geleceğimize ve bölgeye verdiği zarar düşünülenin ötesinde olacaktır. Emperyalizm güney komşularımızı, ülkemizi, kan gölüne döndürmüş, sınırlarımızı kevgire çevirmiş, reis hala yüksek perdeden konuşuyor, halkı kandırmaya, milletin geleceğini karartmaya devam ediyor.

                                                                                                                                               Av. Mehdi BEKTAŞ

1.İsmet İnönü’nün Hatıraları, Lozan Antlaşması I-II, Cumhuriyet Gazetesinin Okurlara Armağanı, Aralık 1999

2.İsmet İnönü, Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği, Şerafettin Turan. TC. Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri,2000.

3.Söylev, Mustafa Kemal Atatürk, TDK.1963

4.Nutuk, Mustafa Kemal Atatürk, Akvaryum Yayıncılık, Nisan 2005

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir