Mumcu, Ağca, Papa, Terör, Bildiri…Ali Tartanoğlu

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi, bundan 37 yıl önce 1 Şubat 1990 günü otomobilinde öldürüldü. Bir tek Mehmet Ali Ağca yakalandı sanık olarak. O da, kısa bir süre sonra, tutuklu olarak bulunduğu, bir “zırhlı tümenin tam ortasındaki Askeri” cezaevinden elini kolunu sallarcasına çıkıp gitti.

“Bir askeri birlik içindeki cezaevinden, cezaevi yönetiminden yardım gelmedikçe kaçmak olanaksızdır. Açık­ça, Silahlı Kuvvetlere sızmış bir sağcı örgüt, Ağca’yı kaçırmıştır” diyordu, öldürülüşünün yıl dönümünde bir kez daha anacağımız UĞUR MUMCU.

Ağca, cezaevinden kaçtıktan sonra, yine elini kolunu sallayarak, pasaportsuz masaportsuz, soluğu Bulgaristan’da aldı. O günkü “komünist” Bulgaristan’ın tek beş yıldızlı otelinde kalmaya başladı. Ağca’nın bu lüks yaşamının finansörü, asıl işi pek doğal olarak başta uyuşturucu ve silah kaçakçılığı olan Bekir Çelenk, işadamı, armatör görünümlü bir mafya babasıydı. Yunan bandıralı olan gemileri, Pire limanında demirliydi.

Terörün ham maddesi olan silah çok pahalı bir metadır. Bu “çok pahalı” metanın finans kaynağı Uyuşturucu ise silahtan da çok çok daha pahalıdır. Ki silah kolayca alınabilsin. İktisadın, ticaretin kuralı… Teröristler bu nedenle öyle pamuk, incir gibi basit işlerle uğraşmaz.

Türkçeye tarafımızdan çevrilen “Kirli Gerçekler” (Dirty Truths) adlı eserinde Amerikalı siyaset bilimci Profesör Michael Parenti aynen “New York’ta uyuşturucu trafiği, kesinlikle New York polisinin kontrolündedir” demekteydi.

Amerika Vietnam, Kamboçya, Laos’ta anti-komünist savaşlar yürütürken, yerli unsurları kullanıyordu. Montanyarlar, Hmonglar gibi… Bunların, Amerikan halkını temsil eden Kongre’nin onayladığı paralarla resmen finansmanı mümkün değildi. Gayrı resmi, hukuk dışı yollarla finansmanı mümkündü, ama son derece riskli idi; sonunda yargılanıp hapsedilmek vardı. Ayrıca gerekli para, çok yüksek miktarda idi. CIA, yerli unsurları afyon yetiştirmeye teşvik etti. Üretilen afyonu sivil görünümlü Amerikan uçaklarıyla Batıya, hatta mesela Fransa’nın Marsilya kentindeki yasa dışı atölyelerde işleyip eroine çevirerek ve hiç tereddüt etmeden kendi ülkesi Amerika’ya taşıdı, kendi gençlerine satılmasına aracılık etti. Kazanılan para hem Vietnam, Laos, Kamboçya’daki savaşı ön cephede yürüten yerli unsurlara kaynak olarak verildi, hem de gerek bu işi örgütleyen CIA hergelelerinin, gerek yerel çete reislerinin kişisel banka hesaplarına akıtıldı. Bu bilgiler Amerikalı pek çok yazarın kitabında vardır. Mesela John J. Nutter’in CIA’nın Karanlık Operasyonları’nda… (The CIA’s Black Operations, çev. Ahmet Saraçoğlu, Güncel Yayıncılık, 2005, İstanbul)

“Kirli Gerçekler” de Michael Parenti’nin “New York’ta uyuşturucu trafiği, kesinlikle New York polisinin kontrolündedir” tespitinin açıklaması budur.

Ronald Reagan yönetimi, dünyanın birçok yerinde yasa dışı CIA operasyonlarını ki bunların neredeyse tamamı terörist eylemlerdir, finanse etmek için Amerikan gençlerini zehirlemek pahasına bu pis trafiği yönetirken, bir yandan da Bayan (Nancy) Reagan önderliğinde Amerika’da uyuşturucu karşıtı sözde kampanyalar yürütmekteydi. Kampanyayla ilgili bilgileri de Ankara’daki ABD büyükelçiliğine bağlı Amerikan Haberler Servisi USIS, resmen Türk gazetecilere, propaganda babında servis ediyordu. “Bu kadar” ikiyüzlü bir namussuzluğudur bu Amerika’nın.

Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy ve benzeri aydınların öldürülmeleri ile ilgili olarak yürütülen “Umut”(!?) davasının ilk sanıklarından olduğu halde, sonra bir daha adı hiç anılmayan Abdullah Argun Çetin de, vaktiyle Uğur Mumcu Vakfına gelip bendenizle yaptığı görüşmede aynen “PKK’nın uyuşturucusu Avrupa’ya bizim TIR’larla sokulur” demiş, “Siz kimsiniz” sorumuza ise yine aynen “Kontrgerilla!..” karşılığını vermişti. Ve nihayet, İmralı’daki “en ziyade kayrılmaya mazhar zat” da yakalandıktan sonraki ilk sorgusunda Avrupa bankalarında “200 milyon dolarlık şahsi hesabı” olduğunu söylemişti.

Tekrar edelim; terör silahla yapılır; silah ve mühimmat çok pahalı mallardır; terör için Koç, Rockofeller olmak bile yetmeyebilir. Öcalan ise bırakın Koçluğu, Rockofellerliği, devlet bursuyla üniversite okuyabilmiş, çulsuz bir Anadolu köylüsüdür. İlaveten… Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nde memur olarak çalışıp, ancak memur maaşı aldığı birkaç yıl dışında para kazanacağı en küçük bir iş bile yapmamış, limon bile satmamış, ayakkabı bile boyamamıştır.

Bu 200 milyon dolarlık şahsi hesabın suyu, veya terör silahının parası nereden peki?

Uyuşturucudan!.. O kadar para başka türlü bulunmaz, elde edilmez, edilemez çünkü.

Doğal uyuşturucunun (tamamen kimyasal uyuşturucular da vardır, hemen hemen bütün ilaçlar, özellikle ağrı kesiciler gibi…) hammaddesi de “afyon”dur. Haşhaş yani… Afyon denilen bitki Vietnam’da, Laos’ta, Kamboçya’da Afganistan’da yetiştirilir; afyondan kolayca üretilen en basit, en ilkel, en ucuz uyuşturucu “esrar”dır.

Uzun, ince bir sap üzerindeki irice, yumurta kabuğu sertliğinde, gevrek bir küre şeklindedir afyon bitkisi. İçinde toplu iğne başı büyüklüğünde koyu gri tanecikler vardır; “haşhaş” diye biz asıl ona derdik. Kabuğu kırar, o tanecikleri avucumuza döker, atardık ağzımıza. Hoş bir lezzeti vardır. Kadınlar bu tanecikleri ekmek, börek hamuruna serpiştirirdi.

O kabuk yere paralel olarak ortasından çizilince, kauçuk ağacından sızan sıvı gibi koyu renk ve hayli kıvamlı bir sıvı salgılar. Doğal uyuşturucunun esası bu sıvıdır. Bu sıvı, önce peksimet, pestilvari ince kalıplar haline getirilir, kurutulur, üretildiği ülkenin garibanları için esrar olur. Sonra bu kalıplar Vietnam’dan veya Afganistan’dan yola çıkar, önce İran’a uğrar. Eski Cumhurbaşkanı Rafsancani ailesinin en güçlüleri olduğu iddia edilen İran uyuşturucu ağaları, baronları paylarını alır (aksi takdirde malın geçmesine izin verilmez), sonra mal Türkiye’ye girer. Hakkâri, Yüksekova, Van ve çevresindeki atölyelere teslim edilir. Bu atölyelerde işlenip eroine dönüştürülecektir. Ama bunun için de “asit anhidrit” denilen bir kimyasal maddeye ihtiyaç vardır. Ne afyonun üretildiği, ne güzergâhını oluşturan Vietnam, Laos, Afganistan, İran, Türkiye gibi ülkeler bu maddeyi üretecek sanayi kapasitesine sahip değildir. Bu maddeyi ancak, başta ALMANYA(!!!) olmak üzere gelişmiş sanayi ülkeleri üretebilmektedir. Öyleyse asit anhidrit başta ALMANYA olmak üzere bu ülkelerden Türkiye’ye, Van’a, Yüksekova’ya gelir. Vietnam’dan, Afganistan’dan (ki şimdilerde çok ağırlıklı olarak Afganistan’dan) gelen afyon’la o atölyelerde hemhal olup “eroin”e dönüşür. (Asit anhidriti üretemeyiz; yani rüşvetçi bakan Bayraktar’ın arzu ettiği ve söylediği üzere, mucidimiz yoktur ama asit anhidritle afyonu kimyasal muameleye tabi tutup eroin imal edecek teknik ara elemanımız vardır elhamdülillah!)

Sonra eroin, Avrupa ülkelerinin, Amerika’nın yolunu tutar.

Veya doğrudan uçakla önce mesela Fransa’ya Marsilya’ya gelir; oradaki atölyelerde eroine dönüştürülür.

Bu trafiğin, bu güzergâhın, varış noktasına kadar geçtiği ülkelerin hükümetlerinin, istihbaratının, polisinin, askerinin haberi olmadan işlemesi mümkün mü?

 

****

Uzunca bir süre, hiç dışarı çıkmadan oteldeki odasında kalan Ağca, sonra Avrupa’daki başka ülküdaşlarıyla birlikte birden hareketlenir. İsviçre’ye gider, Almanya’ya gider, hatta İspanya’nın turizm cenneti Mayorka adasına kadar uzanır. Elbette turistik amaçlarla değil. Otto Tinter adlı tuhaf bir Avusturyalı antikacının dükkânında, Hans Grillmayer adlı, Alman istihbaratıyla düzenli ilişkileri olan eski bir Nazi’den iki tane silah teslim alınır örneğin. Ağca ise Mayorka’da bu ülküdaşlarla birlikte Metin G. adlı bir Türk istihbarat elemanıyla yine esrarengiz bir görüşme yapmıştır.

Bu sırada İtalya’da da ilginç gelişmeler olmaktadır. Aralarında İtalya’nın en büyük bankasının sahibi bir banker, bir mafya lideri, bir Kardinal (kardinallik Katolik kilisesinde Papalıktan önceki en yüksek makam olup, papa, toplam sayısı on beş yirmi olan kardinal arasından seçiliyor) ve en önemlisi, İtalyan istihbarat teşkilatı SISMI’nin başındaki generalin bulunduğu ve İtalya’da Mussolini faşizmini ihya etmeyi amaçlayan P2 MASON LOCASI adlı bir Mafya örgütü işi azıtmıştır. (İtalya’nın mafya babası kılıklı eski başbakanı Berlusconi de bu örgütün üyelerindendir.)

Mutat biçimde başta uyuşturucu ve silah kaçakçılığıyla uğraşan bu örgüt, kazandığı parayı, yine mutat biçimde Güney Amerika’daki bir paravan şirkete ihracat yapmış gibi gösterip, yeniden ülkeye getirmekte ve VATİKAN MERKEZ BANKASI’na yatırmakta, uyuşturucu ve silah kaçakçılığından elde edilen paralar, böylece pek ruhani(!), pek ilahi(!) biçimde aklanmış olmaktadır.

Ancak, İtalyan polisi ve Maliye bakanlığı da bu işten rahatsız olmaya başlamış, çemberi daraltmakta; çember daraldıkça da P2 hırçınlaşmaktadır. 2 Ağustos 1980’de Bologna tren garında P2’nin patlattığı bombalar 85 kişinin ölümüne yol açar. İtalyan polisi ve adliyesi elebaşı olarak çok ilginç bir ismi, P2 mason locasının da şeflerinden olan, İtalya İstihbarat Teşkilatı başkanı General Mussumiçi’yi tutuklar.

Bu gelişmeler üzerine İtalyan Maliye Bakanlığı da, Papa II. Paul’ü Merkez Bankasına bir çekidüzen vermesi için uyarır. Papa, tam bu uyarı üzerine, muhtemelen Merkez Bankası Başkanını değiştirmeye karar vermiştir ki… AĞCA TARAFINDAN VURULUR!.. Mafya usulü tipik uyarı atışı…

papa

Papa II. Jean Paul ilginç bir simadır. Çünkü kendisinden önceki Papa I. Jean Paul, seçildikten üç ay sonra odasında ölü (öldürülmüş) bulunmuştur. (Ve Batı, bu ölümü televizyonlara, gazetelere hiç aksettirmemiştir!) Paul’lerden II.’si ise kendisini vuran Ağca’yı hücresinde ziyaret edip affedecek; Sovyetler Birliğinin yıkılmasına kadar giden sürecin işaret fişeği diyebileceğimiz Polonya olaylarının sürükleyicisi Dayanışma sendikası ve onun lideri Lech Walesa’ya milyonlarca dolar yardım yapacak (avukatının ve oğlunun açıklamalarına göre 50 milyon dolar) paraya sahip olacak ve bunun çok doğal sonucu olarak emperyalist-kapitalist Batı’nın (başta ABD olmak üzere) büyük takdirini kazanacak kadar ve hatta bugün adaletten kaçarak Amerikanın müşfik kollarında yaşayan bir başka ruhani ve “en ziyade kayrılmaya mazhar HOCAEFENDİ”ye şahsi dostluğunu lütfedecek kadar çok yaşamıştır. Aynı Batı, onun ölümünü, önceki papaların ölümünde hiç yapmamışken ilk kez bütün dünyaya, hatta daha önceki Papa ölümlerinden haberi bile olmayan Müslüman âlemine bile büyük tantanayla izletmiştir televizyonlarda.

Çok ilginçtir: Ağca’nın davası Roma’da, General Mussumiçi’nin davası ise Trento kentinde devam etmektedir. Ama iki davaya, gerekirse uçakla mekik dokuyarak bakan Avukat aynı kişidir: D’elvidio…

Ağca davasının görüldüğü Roma mahkemesinde uzman tanık olan Uğur Mumcu ise, bugün hepsi gururla “dönmüş”, zamanın hızlı solcularınca Bulgar bağlantılarını yazdığı için, “faşist” veya “CIA ajanı” olmakla; Batı ve Adalet Partisi bağlantılarını yazdığı için “komünist” veya “KGB ajanı” olmakla suçlanmıştır.

Ve nihayet, Abdi İpekçi ile aynı akıbete o da uğramıştır!..

****

Bugün belki bir P2 MASON LOCASI yok. Ama Papa’lık, bütün dünyada, mümin Hıristiyanlardan yardım adı altında topladığı paraları işletmek için kurduğu bir çok şirketi, onlarca yayın organı ile, secdeye varmak yerine istavroz çıkaran bir tarikat-siyaset-ticaret pisliğine boğazına kadar bulanmış olan aynı Papalıktır. İsa’dan hemen sonra başlayan bu “pislik”, 2000 yıldır hiç değişmeden, hatta gururla sürdürülmektedir. Kapitalist Batı emperyalizminin din soslu ve en önemli koçbaşlarından biri, belki birincisidir. Aynı emperyalizm Afrika’da, Asya’da sömürmeye, ellerinde İncil’ler bulunan Hıristiyan misyonerlerle başlamış, emperyalist sömürü, her yere İncil’le, dolaylı olarak Papa’yla, Kilise’yle beraber gitmiştir. Polonya’da sosyalizmi Kiliseyle, Papa’yla birlikte devirmiştir.

Bütün dinler gibi Hıristiyanlık da doğuşundan çok kısa bir süre sonra siyaset ve ticaretle iç içe sokulmuştur. Elbette bugün manzara ortaçağdakinden farklıdır. Kitap yasaklamalar, cadı avları, engizisyonlar, cennet anahtarının ticaretini yapmalar ve kilisenin devlet otoritesinin bizatihi kendisi olması söz konusu değildir. Ama horoz ölür, gözü çöplükte kalırmış…

Burjuvazinin ve ulus devletin doğuşunun, sanayi devriminin, aydınlanmanın sonucu olarak ortaya çıkan laisizm, Kilise kadrolarını da kiliselere hapsetmiştir kuşkusuz. Ama bundan önceki Papa Ratzinger-Benediktus’un laiklikten hoşlanmaması tam da bu nedenle çok anlaşılabilir bir durumdu.

Benediktus resmi adlı Ratzinger, 2006’da Türkiye’yi ziyaret etmişti. Dinler arası diyalog davulunu çoktandır çalmaktan, ağababalarının Amerika’da Hıristiyanlığın aguşunda bulunmasından hiç rahatsız olmadıkları halde, o sırada muhtemelen tabana hesap verme korkusuyla afallayan AKAPE’yi, konukları, pek hoşlarına gidecek biçimde rahatlatmıştı: Laikliğe saldırarak! Türkiye’yi, daha doğrusu çaktırmadan “Cumhuriyeti” küçülterek!..

Ama bunu içtenlikle yapmıştı, öyle diplomatik takiyye; hele doğrudan AKAPE ve Erdoğan’ı rahatlatmak söz konusu değildi. O, kendi iç dünyasındaki gerçeği yansıtmıştı sadece. Fransız laiklik anlayışına da kendi fıtratı icabı yüklenmişti. Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik anlayışı da aynıydı çünkü.

Özetle, laikliği, öyle kupkuru “dinle devlet işlerinin ayrı tutulması” olarak anlamak, son derece sığ bir yaklaşımdır. Laikliğin ve anti laikliğin, yüzyıllar öncesinden başlayıp bugün de devam eden bir çıkar ve egemenlik kavgasının bir sonucu, bir yansıması olduğu, ortaçağda o günün bilinen dünyasına tamamına egemen dinsel bir siyasi gücün yıkılmasıyla ve bunu sağlayan sanayi ve aydınlanma devrimleriyle, hatta doğrudan sınıf mücadelesiyle bile ilişkili olduğu açıktır. Çünkü insanlar yoksullaştıkça cahilleşmekte ve sorunlarının çözümü için dinden başka sarılacak bir şey bulamamaktadır. Kitaplı dinlerin tamamının, ortaya çıkışlarından veya peygamberlerinin ölümünden hemen sonra, gerekirse bütün kirli yanlarına bulaşmayı da göze alarak ticaret ve siyasetin tetikçisi haline getirilmesinin de bundan başka açıklaması yoktur!

Hıristiyanlık, artık devlet yönetmiyor görünmektedir. Ama siyaset ve ticaretle öylesine iç içedir ki, buna gerek de kalmamaktadır. Kilise, Papalık da o malum kötü ünlü “çok uluslu şirket”lerden biri olduktan başka, tüketici pazarı ve hammadde kaynağı, yani sağmal inek olarak kullanmak üzere başka ülkelere saldırması için kendi ülkelerinin devletlerini kullanırken, Kilise de üçüncü bir gönüllü unsur olarak devrede olmaktadır. İslamiyet’te olmadığı söylendiği halde, sonradan mezhepler ve özellikle tarikatlar aracılığıyla hemen tüm Müslüman ülkelerde ve bu arada Türkiye’de bal gibi oluşturulmuş ruhban zıpçıktıların bizatihi sermayeleşmesini, partileşmesini, örnek aldıkları Hıristiyanlıkla kolayca açıklamak mümkündür. “Dinler arası diyalog”un anlamı budur.

papa1ABD’nin eski başkanı Clinton boşuna, “Hıristiyanlıkta Papa var. Ama böyle bir kurumları bulunmadığı için Müslüman dünyası ile ilişki kurmakta zorlanıyoruz” dememişti.

Laik bir Cumhuriyet’teki Fener Patriğinin her iki tarafça da şımartılmasının açıklaması da budur: Hıristiyan Batı, kendi Müslüman hilafetini kaldıran bir topluma Hıristiyan Halifeliği dikte etmekte, bunu yaparken AKAPE’yi de kayırmaktadır. Bunun için devreye Clinton da, Katolik papası da, AB’si de girer! AKP’si, cemaati, tarikatı da, kendilerinden hiç beklenmedik şekilde Patrihane’yi şımartırken, Ruhban Okulu diye tuttururken, kendi hilafet özlemlerini, sembolik de olsa Batı hilafeti olan Papalıkla, daha açığı Hıristiyan şeriatçılığıyla meşrulaştırmak istemektedir. Hatta mutasavver Türkiye İslam Cumhuriyeti uğruna Hıristiyan Batı’nın desteğini kaybetmemek için gözlerini kırpmadan “Lailaheillallah Muhammeden Rasulullah”ın “Muhammeden Rasulullah” kısmını atmayı bile prensip olarak kabul ettikleri söylenmektedir.

Süleyman Demirel de Recep Erdoğan’dan daha az Amerikancı, daha az Batıcı, daha az kapitalizmci, daha az antikomünist değildi. 1964’te genel başkanlığa seçildiği Adalet Partisi Kongresinde delegelere, ABD Başkanı Johnson’la çekilmiş fotoğrafını dağıtmıştı. Amerikan Morrison firmasının temsilcisiydi. AFS bursuyla Amerika’da eğitim almıştı. O da seçim kürsüsünde konuşmasına Kuran öperek başlamıştı. 1987’de Köprü dergisine verdiği röportajda “Tevhidi Tedrisatla (öğretim birliği yasası) İslamiyet arasında bir çatışma varsa, geri çekilmesi, susması, itaat etmesi, değişmesi gereken Tevhidi Tedrisattır” mealinde konuşacak kadar cüretkâr koşabilmişti şeriat kulvarında.

Ama iki defa darbeyle devrildi. Hele sonuncusunda Amerikan yetkilileri darbeyi haber alınca “Bizim çocuklar başarmış” diye TSK’yı takdir etmişlerdi. Kuşkusuz Demirel’in bu devrilmelerinde, 1965-80 arasında solun, sendikaların, işçi sınıfının iç ve dış sermayeyi ürkütecek kadar güçlenmesinin, parlamentonun açık, seçimlerin yapılabildiği bir ortamda solu, sendikaları, işçileri ezmenin imkânsızlığının da büyük rolü vardı. Ayrıca Demirel’i deviren askerler de Demirel’den beter Amerikancı, sermayeci, Batıcıdır. Sadece, Demirel’in o koşullarda yapamayacaklarını süngü zoruyla yapmak için Demirel geçici olarak kızağa alınmıştır.

Yine de, at, eşek, köpek vesaire adasında, tutuklu kalmak, siyasetten yıllarca yasaklanmak, sistemin bu kadar sadık bir adamı için bir tür ceza idi, yenilgiydi, en azından itibar kaybıydı. Onur kırıcıydı. Demirel’de derin hayal kırıklığı yaratmış, kendisini “kullanılıp atılmış” hissetmesine yol açmıştı. Son yıllarında tereddüt etmeksizin, hem de istihza ve istiskalle AKP’ye, Recep Erdoğan’a vurabilmesinde, kendisi iki kez askerlerce devrilmiş bir siyasetçi olmasına rağmen, AKP’nin güya pek kızar göründüğü 28 Şubat’ı kanırta kanırta savunmasında, çok kuvvetle muhtemeldir ki bu kullanılıp atılma hayal kırıklığının ve öfkesinin de büyükçe etkisi vardır.

Aynı Batı, yer yer hatta hayli sıkça resmen yetkilileri ağzından, çok daha yoğun bir şekilde de sistemin yayın organları, düşünce kuruluşları, eski büyükelçileri vb. aracılığıyla neredeyse dövercesine alabildiğine eleştirdiği halde, Recep Erdoğan ve AKP neden 14 yıldır iktidarda? Emperyalist-kapitalist Batı neden RTE-AKP’ye adeta kıyamıyor, bütün hatalarına rağmen en azından “eh ne yapalım, şimdilik otursun yerinde” diyor sanki?

Başka birçok neden sayılabilir. Bu bir doktora tezi bile olabilir. Ama en önemli fakat ötekiler kadar yüzeyde görünmeyen nedenlerden biri, işte bu Hıristiyan şeriatçılığı-Müslüman Şeriatçılığı hadisesidir. Çünkü silahı, emperyalist sömürüde eskisi kadar kolay kullanamıyorlar. Çok fazla demokrasi, insan hakları gevezeliği yaptıkları için… Din ise, silahı kullanmanın değilse bile kullandırmanın en iyi aracı, gerekçesi… Yeni türettikleri “vekâlet savaşları” deyimi, bunun en güzel izahı… Müslüman Müslüman’ı boğazlarken sömürü devam ediyor.

Bu çerçevede, Almanya-Merkel istese, en azından Deniz Feneri vak’asından ve Wikileaks’in açıkladığı İsviçre Bankalarındaki sekiz hesaptan hareketle Recep Erdoğan’ın üzerine buldozer gibi gidebileceği kadar malzemesi vardır. Ama gitmiyor, gitmedi. Bunda, şahsen eminiz ki kendi kirli çamaşırlarının da etkisi vardır. Ama unutmayalım, her ne kadar Doğu Almanya’da doğup büyümüş, okumuş, yetişmiş de olsa Merkel, laiklikten duyduğu rahatsızlığı basının önünde açıklamış bir “Hıristiyan Demokrat…” AKP de iktidara geldiğinde ne demişti: “Biz Müslüman Demokrat’ız!..”

1990 öncesinde Sovyetlere karşı “yeşil kuşak”ın, “ılımlı İslam”ın mucidi de aynı emperyalist-kapitalist Hıristiyan Batı idi. AKP bu nedenle başlangıçta alayü vala ile öteki İslam ülkelerine “modern Müslüman demokrasi” modeli olarak sunuldu bu Batı tarafından.

Bu Batı, Usame Bin Ladin’in de, El Kaide’nin de, Taliban’ın da, El Nusra’nın da, en başta Müslüman Kardeşlerin de, son olarak IŞİD’in de fabrikası.

***

Başa dönelim. Bu Batı dahil, Türkiye’sinden Suudi Arabistan’ına bir “terör”dür, teröristtir gidiyor. Hadi Türkiye ve onun doğusu, güneyi on yıllardır terör ve terörist hadisesiyle kanka vaziyetinde. Anlaşılır… Batı da son dönemde en can alıcı noktalarında terör tarafından vuruluyor. Bu da anlaşılır.

E be mübarekler, niye bir tek Allah’ın kulu “bu değirmenin suyu nereden gelir? Bu silahların parası nereden bulunur” diye sormaz? Hadi IŞİD güya petrol satıyor filan falan… PKK nereden buluyor?

Ne Erdoğan, ne Obama, ne Paris’te kalbinden vurulan Hollande, ne her gün terör diye ecel terleri döken Merkel… Hiçbiri sormuyor. Soracak Uğur Mumcu’ları da yine teröristlere öldürtüyorlar.

Sonra da, efendim terör son ferdine kadar temizlenene kadar mücadelemiz sürecek…

Hadi len!…

Ölümünden çok kısa süre önce Uğur Mumcu’ya “öldürülmekten korkmuyor musunuz” diye soranlar kimlerdi? Zamanın İsrail Büyükelçisi mesela… Zamanın baba MİT’çileri mesela…

Üyesi olduğum Uluslararası Gazeteciler Federasyonu FIJ (IFJ), Sofya’da düzenlediği bir uluslararası kongreye “Gazetecilere yönelik saldırılar, baskılar” başlıklı bir konuşma yapmam için davet emişti. Uğur Mumcu Vakfı Yayın Yönetmeniyim. Tam Uğur Mumcu’yu anlatmanın yeri… Kafamızı, notlarımızı hazırladık. Gittik.

Sene 1996… Artık Jivkov mivkov yok. Kalacağımız otel, Zaharoff Hotel… Odamıza çıktık. Kapının arkasındaki “şu anda buradasınız” yazılı otel planının bulunduğu afişe, işte oda servisi, resepsiyon, çamaşırhane vb. numaralarının bulunduğu levhaya göz atarken altta sağ tarafta, kibrit kutusu kadar bir pirinç levha gördük. Üstünde “Vitoşa Hotel” yazılı…

Otelin adı Zaharof. Bu ne?.. Ama daha önemlisi, ben bu “Vitoşa”yı bir yerlerden, hem de çok iyi hatırlıyorum.

Notlarımı açtım. Ertesi gün konuşacağım, bir daha göz atayım… Derken hatırlayıverdim. Uğur Mumcu’nun yazılarından hatırlıyorum ben bu Vitoşa’yı. Ne peki?

Mehmet Ali Ağca’nın Abdi İpekçi’yi öldürüp Bulgaristan’a kaçınca uzun süre hiç çıkmadan kaldığı, masraflarının da Bekir Çelenk tarafından karşılandığı otel!..

Notlarıma bu yönde ilaveler yaptım.

Ertesi gün toplantının yapılacağı salona girerken göğsüme bir şeyler taktı. Klipsle yakaya tutturulan bir kimlik kartı büyüklüğünde… Üstünde de görevini yaparken polis tarafından gözaltına alınıp, sorgusu sırasında dövülerek öldürülen genç meslektaşım sevgili Metin Göktepe’nin fotoğrafı… Ve onu anan, öldürülmesini kınayan birkaç söz… Güzel… Hoşuma gitti… Konu gazetecilere yönelik saldırılar… Metin Göktepe de birkaç ay önce öldürülmüş…

Kürsüye çıktık. Mehmet Ali Ağca, Vitoşa Oteli bağlantısını da ilave ederek Uğur Mumcu’yu, gazeteciliğini, neler yaptığını, yazdığını, nasıl öldürüldüğünü, sonra neler olduğunu anlattık.

Ama gerek konuşmamız sırasında, gerek sonrasında hayretle fark ettik ki, Uğur Mumcu’nun oğlu yaşındaki Metin Göktepe’yi, göğsümüze fotoğraflı kartını takacak kadar tanıyanlar, Uğur Mumcu’yu, Mehmet Ali Ağca’yı, onun bu otelde kaldığını ilk defa benden duymuş gibiydiler. Özellikle Batılı meslektaşlar… Sadece Bulgarlar biliyordu konuyu. Hatta verilen arada gelip kutladılar. “Haklısınız. Maalesef oldu böyle şeyler” mealinde sözler ettiler.

Ayrıca o sıralarda Rusya’da, İran’da da gazeteciler öldürülmüştü. Niye Uğur Mumcu’nun veya İran’da, Rusya’da öldürülen gazetecilerin fotoğraflı kartı değil de Metin Göktepe’nin kartı takılmıştı herkesin göğsüne? Merkezi Brüksel’de olan, genel başkanı İskandinavyalı, genel sekreteri İrlandalı olan Uluslararası Gazeteciler Federasyonu’nu böyle bir tercihe iten neydi? Neydi, hepsi de öldürülen bu gazeteciler arasındaki fark onlara göre?

İran’ın, Rusya’nın Batı’dan, Avrupa Birliği üyeliği gibi ısrarlı talepleri, hele Avrupalılık gibi bir iddiaları yoktu. Rusya ve İran bu konularda Batı’ya çok uzak, üzerinde durulmaya, adam edilmeye değmez, hatta nasıl olsa adam edilemez görünüyordu. Her iki ülke de emperyalist taktiklerle kolay kolay sömürgeleştirilecek ülkelerden değildi. Türkiye de değildi ama; o kendi iradesiyle gelip “ben de üye olacağım, ben de Avrupalıyım” diye teslim olmuştu bir bakıma.

Tamam, öldürülen İranlı, Rus ve Türk gazeteciler arasındaki farkı hadi böyle açıkladık.

İki Türk gazeteci arasındaki farkı nasıl izah edeceğiz? Evet, Metin’in öldürülmesi çok yeniydi. İki üç ay… (Gerçi Rus ve İran gazetecilerinin öldürülmeleri de yeniydi. İki üç ay değilse, beş altı ay…) Ama Uğur Mumcu da ki üç ay önce değil ama, milattan önce de değil, nihayet üç yıl önce öldürülmüştü. Aralarında tam üç yıl vardı. Uğur 24 Ocak 1993’te, Metin 9 Ocak 1996’da…

Metin daha 27 yaşındaydı. Foto muhabiriydi. Öyle Amerika’sını da, İran’ını da, İsrail’ini de, Kürtçüsünü de, Türkçüsünü de, İslamcısını da, kapitalistini de, hatta bir solcu olarak solcusunu da ürkütecek, kızdıracak şeyler yazmıyordu. Öldürülmesi tamamen polis zorbalığıydı. Eee?

Geriye tek şey kalıyordu. Bu tamamen benim tahlilim. İsteyen kusura bakabilir. Aklıma başka şey gelmedi.

Metin Evrensel’de çalışıyordu. Evrensel, Kürtçülük yapıyordu. PKK’ya toz kondurmuyordu. Hala öyle.

Uğur ise Amerika’yı, İsrail’i, İran’ı, Fransa’yı, iç-dış sermayeyi, kaçakçıyı, mafyayı, sivil sağcı siyasetçilerin yanında askerleri, yerli şeriatçıları kızdırıyordu; ama PKK ve Kürtçüleri de kızdırıyordu. Kürtlerin insan haklarını savunuyordu ama PKK terörünün emperyalizmin işi olduğunu, bunun iç uzantılarının da bulunduğunu, Öcala’ın “made in MİT” olduğunu, halk çocuklarının ölümü pahasına güya PKK’yla dövüşen asker sivil, kapitalist Türk egemenlerince kollanıp kayrıldığını vb. yazıyordu.

Yabancı basın bunları görmezden geliyor, Türkiye Kürtçüleriyle kanka olmuş Avrupa milleti de Uğur’u tanımıyor, bilmiyordu adeta. Uğur’u böylece cezalandırıyor veya Uğur’u görmeyerek, bilmeyerek kendisiyle çelişkiye düşmeyeceğini sanıyordu.

Kendi Papa’larını vuran Mehmet Ali Ağca’nın peşinde bile, Uğur Mumcu Batılı sözde meslektaşlarından çok daha fazla koşturmuş, İtalya’daki yargılamalara uzman tanık olarak katılmış, İngiliz gazetelerinden “gel bizde çalış” diye davet almış, reddetmişti. Ama bunların hiçbirini Türk basını bile doğru dürüst bilmezdi (öyle görünürdü muhtemelen) ki Batılı gazeteler, gazeteciler bilsin.

Bir adım daha atalım. Mehmet Ali Ağca Papa’yı tamamen Batı mafyasının çıkarları icabı vuruncaya kadar Avrupa’da neredeyse fink atmıştı. Otellerinde kalmış, açık açık Avrupalı Nazi eskisi karanlık adamlardın silah tedarik etmişti de Allah’ın bir tek Fransız, Alman, İtalyan, İspanyol veya Yunan gazetecisi kendi ülkelerinin siyasetçilerine, devlet adamlarına, polisine, istihbaratına “Kim yahu bu adam? Avrupa’nın girmediği deliği kalmamış. Siz uyuyor muydunuz” diye sormamıştı. Bu soruları, kendi mütevazı gazetesinden soran yine Uğur Mumcu’ydu.

Sofya’da benim konuştuğum oturumu, bugün de adı sık sık duyulan, Can Dündar’a ödüller veren “Sınır Tanımayanlar” zincirinin gazetecilik seksiyonu Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün o günkü başkanı Robert Menar yönetiyordu. Saldırgan, küstah, şımarık bir adamdı. Bendenizin konuşmasından sonra, güya Uğur Mumcu’nun başına gelenlere tepkisini “Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nden ihracı için bir bildiri hazırlayalım” şeklinde, muhteşem(!) bir saçmalıkla sergiledi. “Kısa bir süre önce Rusya ve İran’da da gazeteciler öldürüldü. Rusya’yı ve İran’ı nereden atacaktınız? Şahsen bu tür üyelikleri Türkiye’nin çokça yararına görmem. Ama, mantıklı olun; Avrupa Konseyi üyesi olmasaydı Türkiye’yi nereden atacaktınız?” deyince, böyle bir bildirinin lafı bir daha edilmedi. 1996’da, Türkiye’nin ihraç edileceği bir Avrupa Birliği olmadığı gibi, kesilme tehdidinin ileri sürüleceği bir “tam üyelik müzakereleri” dahi yoktu. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı AGİT ve OECD üyeliği önemsizdi. Robert Menar ise zeki değilse de, “Türkiye’yi NATO’dan atalım” demeyecek kadar, ülkesinin emperyalist çıkarlarının farkında ve uyanık idi. Çünkü Türkiye, NATO sayesinde Batı’nın nizamiye nöbetçisiydi ne de olsa. İncirlik’iyle, Sovyetler varken Sovyetlere karşı, bugün IŞİD’den kaçan mülteci deposu olarak, vb…

Böyle bir bildiri çıkmadı. Ama daha kürsüdeyken bir başka metin getirdiler önüme imzalamam için. Tartışılmadan, hatta doğru dürüst sunulmadan kaşla göz arasında hazırlanmış, Türkiye’nin Kürt politikasını eleştiren bir bildiri, açıklama… Koskoca Uluslararası Gazeteciler Federasyonu FIJ’in Sofya bilmem ne toplantısında alınan kararlardan biri olarak ilan edilecek.

O olmazsa bu… Türkiye’yi bi’ dövelim de nasıl olursa olsun…

İmzalamadık. Bildiri tutanaklara girdi. Biz de epey eleştiri aldık. İlginçtir, özellikle İskandinavlardan…

Hendekler özgürlüktür, PKK terör örgütü değil, özürlük savaşçısıdır, Akademisyenler bildirisi, Rojava, Kobani, Sur, Cizre, vatan hainliği, üniversite hocalarının okuldan atılıp hapse konması, HDP – PKK – AKP sözde milliyetçiliği, aydın demokrasiciliği, asker polis şehitler, günlerce sokakta kalan veya buzdolabında saklanan cesetler, üç yaşındaki, beş yaşındaki bebek cesetleri, “çözüm sürecinde PKK’lılara dokunmamaları için valilerimize biz talimat verdik. Onlar da bu hoşgörüyü, bütün bölgeyi silah, bomba deposu yapmak için kullanmışlar”, Türkiye’nin her köşesinde kamu düzeni ve devlet hâkimiyeti için bunları yaparız veya özerklik ve özgürlük için bunları yaparız kostaklanmaları… Sultanahmet’te patlayan bombalar… Memleketin orasında burasında başıboş dolaştığı ama bulunamadığı söylenen bomba yüklü araçlar… IŞİD’ciler, PKK’lılar… Bütün bunların üstüne tuz biber: Anayasa değişikliği, Başkanlık sistemini tartışmaktan niye korkuyoruz yumurtaları…

Bütün bu toz duman, bize bunları hatırlattı.

Bir şey hiç sorulmuyor bile… Amerika’dan Paris’e, Paris’ten Ankara’ya, Ankara’dan Suruç’a canlı cansız bombalar patlıyor; IŞİD’in, PKK’nın elinde son model silahlar, uçaksavarlar, doçkalar… IŞİD neredeyse dünyanın en büyük güçleriyle, PKK bu güçlerden Türkiye ile savaşabiliyor.

Ama bunca silahın para kaynağı konusunda siyasetçiler, liderler, terörcüler, onlara karşı savaşan devletler, devlet dışı yapılar, teröristlere “terörist” diye karşı çıkanlar, “özgürlük savaşçısı”, “din savaşçısı” diye destekleyenler lal olmuş. Havaya bakıp ıslık bile çalmıyor.

Hangisi olursa olsun, kapitalist-emperyalist sistemin sahibi ve yalakası devletlerin samimiyetsizliği Allahlın emri.

Ama ey insan hakları-cı, demokrat-çı örgütler, kuruluşlar, özgürlükçü, bildirici bireyler, hocalar… Hadi istediğiniz örgütü terörist değil özgürlük savaşçısı kabul edin ve destekleyin. İstediğiniz devleti, onları bastırmak yok etmek istediği için eleştirin.

Hadi özgürlük savaşçısı da olsa bu örgütlerin silahı nereden bulduğunu sorgulamak hiç aklınıza ve işinize gelmiyor. Ama “özgürlük savaşçısı” örgütlere silah satanlarla, hatta bağışlayanlarla, onları bastırmaya, yok etmeye uğraşan Türkiye’deki gibi devletlere silah satanların aynı devletler ve onların çok uluslu silah şirketleri olduğunu neden görmezsiniz?

Evet!.. Orada bebek, çocuk, yetişkin, kadın, erkek, yaşlı, genç, ama elinde silah olmayan, çarpışmayan masum insanlar da ölüyor. Doğru. Ve çok acı, kahredici…

Ama bu insanlar silahla öldürülüyor. Silah para demek… Devletin parayı nereden bulduğu tartışılmaz. Özgürlükçü örgütler nereden buluyor? Hadi parayı bir şekilde, hatta en masum, en meşru şekilde, ayakkabı boyayarak, limon satarak bulduklarını kabul edelim. Kim satıyor bu silahları o paralar karşılığında? Ve niye? Sadece para kazanmak için mi?

Para karşılığında satılmış olmasa dahi, IŞİD’in, Nusra’nın, Kaide’nin PKK’nın elindeki silahlar, çoğunluklu başta ABD olmak üzere Batı mamulü. Amerika, Fransa, Almanya mesela Saddam Hüseyin’in Irak devletine resmen, para karşılığı silah satmış. Sonra Irak devletini yok edip Hüseyin’i kendi halkının ve dünyanın gözü önünde asmış. Ordusu, devleti darma dağın olmuş, ABD yorulmuş, beceremeyeceğini anlayınca Irak’tan kaçmış; sahipsiz kalan bütün silahları da PKK’sı, Peşmergesi, IŞİD’i vb. batan geminin malı misali kapışmış.

Daha da vahimi, ABD’si, Almanya’sı, Fransa’sı, parasını dahi düşünmeden PKK’ya, sözde ılımlı saydığı Nusra’ya, Ahrar’a, hele hele Suriye’de Kürt YPG’ye helikopterden, uçaktan silah yağdırmış. Bunlar kozmik odalardan sızmış kan damlayan gizli bilgi değil; günlük sıradan gazete haberi…

Suudi’si, Burkino Faso’su, Türkiye’si, öldürdükleri Kaddafi’si, Mübareği, S. Hüseyin’i de silahı aynı kaynaklardan devlet olarak alıyordu.

Hiç değilse bu son soruyu, hiç değilse sözde inanır göründüğü değerler adına sormadan, sadece ay insan hakları, ay orada insanlar ölüyor, ay barış, ay özgürlük, bildiri, mildiri, son derece mıymıntı, mızmız tepkilerdir. İnsan hakları-cılıkla, demokrasi-cilikle filan da ilgisi yoktur.

Hocalar bildirisine imza veren veya destekleyen, kerameti kendinden menkul şeyh Amerikalı Noam Chomsky, bir yerde “dünyada devleti olmayan tek etnik topluluk Kürtlerdir” diye yine muhteşem bir şekilde saçmalayarak ağlaşıyordu. Sadece Chomsky’den değil, başka Kürtçü yabancılardan da okudum bu saçmalamayı.

“Devleti olmayan tek etnik topluluk Kürtler” kabulü yanlış en başta… Her etnik topluluğun bağımsız devleti yok, olması da şart değil. İkincisi, sadece azami son on yıl içinde kendi devleti ABD’nin hayvanlığı yüzünden Iraklıların, Suriyelilerin doğru dürüst devleti kalmadı. Libyalıların “hiç”(!) kalmadı. Kerameti kendinden menkul şeyh Noam Hocaefendi niye bunlardan söz etmez, bir. Noam Hocaefendinin Türkiye’deki kayıtsız şartsız müritleri böyle bir soruyu niye hocaefendilerine sormaz, iki… Diyecektik, demiyoruz. Mürit, şeyhini ancak uçurur, soru sorup eleştirmez. Bizim şeyhimiz meyhimiz olmadığı için dalmışız..

Üçüncüsü ve daha önemlisi… … Noam Hocaefendi, Massachussets Teknik Üniversitesinde (MIT) dilbilim, tarih, felsefe vs. öğretmenidir. Kendi Batı dünyasından bir yayın organına yaptığı (bendenizin çevirip Mülkiye dergisinin yayınladığı bir yazıda anlattığımız üzere) bir açıklamada, MIT’nin ağırlıklı olarak Pentagon’a yani ABD Savaş (Savunma değil!..) Bakanlığına projeler hazırladığını, bundan büyük paralar kazandığını, kendi maaşlarının da bu paralardan ödendiğini, üniversitenin, sadece maaşlarının kaynağı olan bu paraları, maaşa dönüştürerek muhasebeleştirdiğini büyük bir rahatlıkla söylemektedir.

Bitmedi. ABD eski başkanı John F. Kennedy’nin öldürülmesi ülkede büyük bir çalkantı, ciddi tartışmalar yaratmıştı. Konu hakkında yayınlanan birçok gazete haberi, makalesi, televizyon haberi ve programında, pek çok kitapta, belgesel filmde, Kennedy’nin, bizim zıpçıktıların çok sevdiği deyimle “derin devlet” tarafından öldürüldüğü idi. (Varsa bir derin devlet, işte budur.)

İşte bu bizim zibidilerin pek muhteremi Noam Chomsky hocaefendisi, bütün bu yazılıp çizilenlere pek sinirlenip “hayır efendim ne derin devleti… Devlet kendi başkanını öldürür mü” mealinde yazarak tepki göstermişti.

Noam Chomsky müridi bildiricilere hörmetle arz olunur.

Recep Tayyip Erdoğan ve onun AKP’si de, Öcalan’ın, Karayılan’ın, Bayık’ın, Karasu’nun PKK’sı da, Demirtaş’ın HDP’si de “bu sistemin” unsurlarıdır.

Bunları görmezden gelerek insanlar ölüyor diye ağlaşmak veya kahramanlık taslamak, bunları görmezden gelerek “ülkenin her karış toprağında devlet hâkimiyetini ve kamu düzenini tesis edinceye kadar mücadele edeceğiz” diye kahramanlık taslamak, şeyini şey ettiğimin şeyi demeyelim hadi, ama Uğur Mumcu’nun çok sık kullandığı deyimle, laf-ı güzaftır. Hele “Atatürkçülerin niye hiç sesi çıkmıyor” diye sözde diskur çekmek…

İsteyen istediği bildiriyi yazsın, isteyen istediğini imzalasın. Herkesin saçmalama özgürlüğü de vardır. Bunun üzerine disiplin cezasıyla, polisle, savcıyla, hakimle, YÖK’le yürümek salaklıktır, komiktir. Operasyonlar da durmuyor, imzacıların fikri de değişmiyor nasılsa…

Kaldı ki 2008’de Orhan Pamuk saçmalama özürlüğünü 1 milyon Ermeni, 30 bin Kürt diye kullanınca, Avrupa Birliği’ne yaranmak için Ceza Kanununun 301’inci maddesini Pamuk’u kayıracak şekilde değiştiren, değişiklik teklifini tam Avrupa Birliği başkanı Manuel Barrosso’nun Ankara ziyaretine rastlatıp, kendisini Meclis kürsüsünde konuşturan da aynı AKP, aynı Recep Erdoğan’dı.

Ama “PKK terör örgütü değil, bir özgürlük hareketi” demek de, en azından saçmalamanın ötesinde, valizinde kaçak saatlerle gümrükçülere yakalanıp “nedir bunlar” sorusuna “tavuk yemi” cevabını verince “ulan saatten yem mi olur” diye fırça yiyen, ama pişkinlik yapıp “valla önlerine atarım; yerlerse” diyen kaçakçı hikâyesini hatırlatır.

Saçmalama hakları vardır, ama başkalarını aptal yerine koyma hakları yoktur.

24 Ocak Uğur Mumcu’nun öldürülüşünün 23’üncü yıl dönümü…

Bu vesileyle onu da anmış, selamlamış olalım.

 

Ali Tartanoğlu

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir