NAOMİ KLEİN, “ŞOK DOKTRİNİ” ve FELAKET KAPİTALİZMİ -(1)- Ahmet Yıldırım

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Dr. Cameron şoklarını uygulamak için elektrik kullanıyordu, Friedman’ın aracı ise “cesur!” politikacılardı!

ahmety@anafikir.gen.tr

METAFOR OLARAK İŞKENCE”

1950’lerin ortalarında birkaç CIA görevlisi, insan zihnini silip yeniden oluşturmak için manyakça araştırmalar yapan Dr. Ewen Cameron adlı bir psikiyatrın adeta bir işkence laboratuvarı olan araştırma enstitüsünün kapısını çalıyordu. CIA’nin böyle bir yerden yararlanma isteği “işkence”ya da CIA diliyle “zorlayıcı sorgulama!”konusunda bir yöntem geliştirmek, tutsakları, iradeleri dışında itirafta bulundurmak amacıyla derin bir dezoryantasyona ve şok durumuna sokmak amacıyla tasarlanmış bir dizi tekniğe sahip olmaktan kaynaklanmaktadır. (1990’ların sonlarında gizliliği kalkan CIA işkence kılavuzundaki ayrıntılarda bu “ziyaret”in anlamı daha iyi anlaşılmaktadır. Direniş kaynaklarını çözmenin yolunun tutsaklar ile onların etraflarındaki dünyayı anlama yetenekleri arasında şiddetli kopuşlar gerçekleştirmek olduğu CIA işkence elkitabında   görülmektedir.)

CIA operatörlerinin elkitabına giren yöntemin babası Dr. Cameron’a göre “zaman” ve “mekan” algımızı sürdürmemize yarayan iki önemli faktör vardır: 1- Devamlı duyusal algımız. 2- Hafızamız! Dr. Cameron, önce“elektroşok”larla hafızayı yok ediyor; “izolasyon klübeleriyle” de duyusal algılamayı ortadan kaldırıyordu. (Dr. Cameron’un kapısını çalan CIA psikiyatrı John Gittinger, yıllar sonra, 1988’de Senato oturumunda tanıklık yapmaya zorlandığında Cameron’a verdiği desteğin “aptalca bir hata!.. korkunç bir hata!” olduğunu söylemişti.)

Ancak bu aptalca özür, on yıllar boyunca neoliberalizmin hedefine oturtulmuş devletlerin devrimcilerinin yaşadığı işkencelerin tarihini insanlığın mücadele tarihinden silmeye yetmeyecektir. Çünkü CIA, bu yöntemi alınca hızla kendisine bağlı diktatörlükler veya yasal görünümlü hükümetlerin militarist güçlerini ABD’ye “eğitim” için davet etmeye başlamıştı.

Honduras’ın işkencesiyle ünlü müfrezesi M-16’nın “sorgucu”larından biri, Times‘e, kendilerinin Teksas’a götürüldüğünü, burada, tutsaklara korku salarak zayıflıklarını incelemek için psikolojik yöntemler öğretildiğini anlatıyordu. Yöntem: “Sürekli ayakta tut!”, “Uyumasına izin verme!”, “Çıplak bırak!”, “Dış dünyayla temasını kes!”, “Hücresine fareler ve hamamböcekleri bırak!”“Kötü yiyecekleri koy!”, “Ölü hayvanları ver!”“Üstlerine soğuk su dök!”, “Bulunduğu yerin ısı derecesini değiştir!” ve “elektroşok!” uygula.

CIA’nın, “KUBARK-Karşı İstihbarat Sorgulaması” adlı elkitabı Dr. Ewen Cameron’un deneylerinin tüm izlerini taşıyordu! “MKUltra”nın gerçek amacı yalnızca beyin yıkama aracı değil direniş odaklarından bilgi alma, yani işkenceydi.

KUBARK yöntemi, nerede olursa olsun  kesin olarak aynı yöntemi uyguluyordu: “Tamamen şok yaratmak”, “şoku yoğunlaştırmak” ve “şoku devam ettirmek” üzere oluşturulmuştu. El kitabı talimatlarına göre zanlılar en sinir bozucu saatte geceyarısı ya da sabaha karşı gözleri bağlanarak çırılçıplak soyulur ya da dövülürler. Ve sonra duyusal algılama yoksunluğuna tabi tutulurlardı.

1970’li ve 80’li yıllarda Orta Amerika’da yapılan işkencelerden sağ çıkanların tanıklıkları, hücreler arasında mekik dokuyup sorular soran ve talimatlar veren “İngilizce konuşan gizemli adamlar”la ilgili anlatımlar çoktur. “İngilizce konuşan adamlar!” efsanesi 12 Eylül işkencelerinden geçmiş hemen hemen her bireyin anlatımlarından biridir.

İlkin duygular, başına torba geçirilerek ya da gözleri bağlanılarak, kulakları tıkanarak, kelepçe vurarak, dış dünyadan tamamen izole ederek herhangi bir “algı”dan yoksun bırakılır, sonra beden şiddetli bir uyarım bombardımanına tabi tutulur: Hızla yanıp sönen ışıklar, yüksek sesli müzik, dayak atma, elektrik şoku vs.

Bu “yumuşatma amacı!”ın amacı, beyinde bir tür kasırga yaratmaktır. Böylelikle tutsaklar gerileyecek ve artık mantıksal olarak düşünemez ya da kendi çıkarlarını koruyamaz hale geldikleri korkusuna kapılacaklardır.

İşte bu şok durumunda, dünyanın her yerinde, hangi ulustan olursa olsun tutsakların çoğu sorgulama yapanlara istedikleri şeyleri vermektedirler.

*

12 Eylül 1980’de yaşadığımız siyasi ve ekonomik “şok!” aslında son 35 yılda bizim gibi ülkelerde uygulanmış bir programın devamı, Chicago Üniversitesi ekonomi profesörlerinden Prof. Milton Friedman’ın “Şikago Okulu”adıyla anılan neo-liberal politikaların sonucudur.

Friedman’ın “şok doktrini”yukarıdaki süreci tam olarak taklit ederek, işkencecinin bir kişi üzerinde yarattığı etkileri kitlesel ölçüde yapmaya/yaratmaya çalışmaktadır! (Friedman’ın öğrencilerinden Donald Rumsfeld, Richard Perle gibi neokonlar, “11 Eylül” saldırılarından önce ancak hayal edebilecekleri şeyleri Afganistan, Irak ve tüm dünyada gerçekleştirmeyi böyle başardılar.)

Şok doktrini”ne inananlar, tutsak aldıkları / almak istedikleri bireylerin ve toplumların kafalarında yaratmayı arzu ettikleri geniş ve boş tuvalleri ancak “büyük bir kopuş”un (darbeler, savaşlar, depremler, seller, tsunamiler vs.) yaratabileceğine inanmaktadırlar. Ellerinde bu tehlikeli işlere hevesli “sanatçılar” (darbeciler, satın alınmış politikacılar!) psikolojik açıdan dağıldığımız ve fiziksel olarak köklerimizden koptuğumuz bu yeniden şekillendirilebilir anlarda dünyaya yeni bir kalıp biçme işine koyulurlar. Bunun için insanların ve toplumların önce zihinlerinin boşaltılması gerekir!

İşte, Dr. Cameron’ın “psikiyatr kliniği” gibi Şikago Üniversitesi’nin “işkence bölümü” -pardon!- ekonomi bölümü de mesleğinde devrim yapmayı görev edinmiş hırslı bir adamın Milton Friedman’ın emri altındaydı. Dr. Cameron’un insan belleğini temiz levha haline geri döndürme rüyasını gördüğü yerde, Friedman, toplumları modelsizleştirerek onları her türlü müdahaleden (hükümet müdahaleleri, ticaret engelleri, ulusal çıkarlardan) arınmış bir “Saf kapitalizm!” durumuna dönüştürmenin rüyasını görüyordu.

“CHİCAGO OKULU”: KAPİTALİZMİN EN TEHLİKELİ OKULU!

Şikago Okulu’nun ileri sürdüğü görüşler, dünyada kapitalizmin, gelmiş geçmiş en tehlikeli ekonomi teorilerinden biridir. Sözkonusu sistemin asıl karakteristiği, kamuya ait zenginliklerin özel mülkiyet/dünyanın belli başlı tekellerine peşkeş çekilmesi amacıyla yapılan büyük çaplı transferlerdir. Buna, sıklıkla patlamaya hazır dış borçlar, işsiz kalıp terkedilmiş, kullanılıp bir kenara atılmış yoksullar ve göz kamaştırıcı zenginlikler arasında hızla büyüyen uçurumu ekleyebiliriz.

Devlet olacaksa, vergiler düşük olmalı, zengin ve yoksul aynı oranda vergilendirmeliydi. Şirketler ürünlerini dünyanın her tarafına satmakta özgür olmalılardı ve hükümetler ulusal sanayileri ve ulusal mülkiyeti koruma çabasına girmemeliydi. Emeğin fiyatı dahil bütün fiyatlar piyasalarca belirlenmeliydi. Asgari ücretin olmaması gerekirdi. İletişim ve enerji alanını devlet hemen boşaltmalı, sağlık hizmetlerini sunmak, emekli aylığı ödemek, hatta ulusal parklar yapmaktan bile vazgeçmeliydi.

Neoliberal saldırıya hedef alınmış ülkelerin hükümetleri ise “saldırgan bir gözetim”, “kitlesel tutuklamalar”, “özgürlükleri daraltma”, “sıklıkla işkence uygulaması” yapan hükümetlere dönüştürülmektedir.

Friedman’a dek özellikle üçüncü dünya ülkelerinin yöneticileri, örneğin Arjantin’in Juan Peron’u, İran’ın Musaddık’ı, Mısır’ın Nasır’ı gibi politikacılar, yalnızca yer altı madenlerini yurt dışına ham olarak ihraç edip yan gelip yatmayı değil, otoyollar yapmayı, planlı bir endüstrileşme politikası gütmeyi, demir-çelik fabrikaları gibi sanayi altyapıları kurmayı, otomobil, çamaşır fabrikası imal edebilecek ulusal şirketlere cömertçe teşvikler sunmayı tercih ediyor ve korkunç derecede yüksek taifeli yabancı ithal mallarından uzak duruyorlardı.1950’lerde Arjantin, kıta üzerindeki en büyük orta sınıfa sahipti ve yakın komşusu Uruguay’da okuma yazma oranı % 95’ti. Uruguay bütün vatandaşlarına ücretsiz sağlık hizmeti veriyordu. Kalkınmacı politika izleyen her ulusal lider tıpkı marksistler gibi kapsamlı ve radikal bir ulusal ekonomi politikası izliyorlardı.

Birinci ve üçüncü dünya ülkeleri arasındaki açığın kapanabileceğine ilişkin bu güçlü uygulamalar Şikago Üniversitesi İktisat Bölümü’nü kara kara düşündürüyordu.

Savaş sonrası oluşan Keynesçi uygulamalar, büyük şirketlerin oluşturduğu kesime çok pahalıya mal oluyordu. İşçi ücretleri ve yüksek vergilerle kazançlarını yeniden dağıtmaya zorlanıyorlardı. Şikago Okulu’na göre üçüncü dünya milliyetçiliği “totalitaryan komünizm” yolunda ilerlemeye doğru ilk adımdı ve henüz tomurcuk halindeyken koparılıp atılması gerekirdi! Ulusal ekonomiye önem veren, daha adil toplumlar yaratmak için kolektif zenginliği bir havuzda toplamaya çalışan bu Keynesçi çabalar,  -Friedman’ın kendi deyimiyle- “Kapitalizmin saf halini lekeleyen!” bu ekonomik politikalar berhava edilmeliydi.

“ŞOK”

35 yıl boyunca 1970-2006 yılları arasında adeta dünyanın tozunu atan Friedman 16 Kasım 2006’da doksan dört yaşında öldü. Müritleri arasında bir kaç ABD Başkanı, İngiltere başbakanları, Rus Oligarkları, Polonyalı sendikacı ve maliye bakanları, üçüncü dünya ülkeleri diktatörlerinin tümü, IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’nün tüm yöneticileri vardı.

Friedman’ın akıl hocası Friedrich Hayek, sosyalizme karşı serbest piyasa düzeninin ilk teorisyeniydi ve bu “başarı!”sı ona 1974 yılında Nobel Ekonomi Ödülü kazandırmıştı. (Nobel’i verirken kimleri seçtiklerini burada daha iyi anlayabiliriz! 1976 yılında da Milton Friedman Nobel Ekonomi Ödülü almıştı!)

Naomi Klein’in Şok Doktrini adlı kitabı, bir anlamda  deregüle edilmiş kapitalizmin zaferinin özgürlükten doğduğu, zincirlerinden boşanmış serbest piyasanın demokrasiyi koruduğu şeklindeki temel ve resmi “hikaye”ye karşı bir meydan okumadır. Kapitalizmin bu fundemantalist biçimi, vahşi zorlamalara ebelik yaptı; bu ekonomik şiddet sayısız bireylerin bedenleri üzerinde olduğu gibi kolektif beden olan toplumlar üzerinde de uygulandı.

“Serbest piyasa”nın tarihi şoklarla yazılmıştır! Ülke içindeki temel kurumları ve zenginlikleri özelleştirmek için “görüntüyü kurtarmak!” adına bile olsa kamuoyu rızası aramaya gerek duymayan bu anlayış, yalnızca hedefe ulaşmak için şiddet düzeyinin giderek artmasına ve hep daha büyük felaketlere gerek duymaktadır.

Friedman, neoliberalizmin gözüne kestirdiği hedef ülkelerde ancak bir “kriz”in değişim yaratabileceğine inanıyordu. Bu krizin “gerçek”ı önemli değildi, “algılanabilir” olması da yetiyordu. New York Times‘deki köşesinde Friedman, “Pazarın gizli eli, gizli bir yumruk olmadan işleyemez. McDonald’s, McDonell Douglas olmadan varlığını sürdüremez!” yazıyordu.

Friedman ve onun güçlü takipçileri dört gözle büyük bir kriz yaşanmasını, ardından vatandaşlar hala şokun etkisi altındayken devlete ait kamu varlıklarının oyuncularca adeta parçalanarak hızla satılmasını, reformların çabucak kalıcı hale gelmesini bekliyorlardı.

Öyle ki bazı insanların büyük felaketlere su ve yiyecek stoku yaparak hazırlanması gibi Friedmancılar da serbest piyasa stoku yapıyorlardı! Dünyanın herhangi bir yerinde ya bir ekonomik kriz, ya sel felaketi, deprem vs. olur olmaz Şikago Üniversitesi’nin bu acımasız profesörleri krizin etkilerine maruz kalan toplumun tekrar “statüko!”egemenliğine girmeden ve ulusal kalkınma bilinci uyanmadan, hızla hareket edip geriye dönüşü olmayan değişiklikleri hayata geçirtiyorlardı.

Friedman, “İstediğimiz değişiklikleri gerçekleştirebilmek için yeni yönetimin ancak altı-dokuz ayı vardır, eğer bu dönemde fırsatları değerlendiremezse başka hiç değerlendiremez!”diyordu. Bu sözler, Makyavelli’nin “Açık yaranın bir anda dağlanması gerekir”yolundaki tavsiyesini  anımsatıyordu.

Milton Friedman, büyük çaplı şok krizler ya da şoklardan nasıl faydalanacağını ilk defa 1970’lerin ortalarında Şili diktatörü General Augusto Pinochet’nin danışmanlığını yaptığı sırada öğrenmişti.

Darbe’nin şoku altındaki Şili’de, Friedman’ın Pinochet’ye tavsiyesi, ekonomide vergi indirimi, serbest ticaret, özelleştirmeler, kamu kurum ve kuruluşlarının ve hizmetlerin özelleştirilmesi, sosyal harcamalarda kesintiler, devlet okullarının özel sektöre devredilmesi, toplu özelleştirmeler, eksiksiz serbest ticaret, bütün vergi dilimlerinde % 15’lik artış ve devletin “dramatik bir biçim”de küçültülmesi yönündeydi. Ama bütün bunların “hızla!”, “aniden!”ve “ard arda!”yapılması gerekiyordu. Bu sancılı taktiğin ismini şöyle açıklıyordu: “Şok tedavisi!”

Dünyadaki bütün serbest piyasa programları -dikat edilirse- ekonominin bir deyimiyle değil nörolojinin ve psikiyatrinin deyimlerinden olan “Şok tedavisi” öntemiyle uygulandı!

EMPERYALİZMİN SİYASİ ÇARKLARI

Daha çok  ekonomik işleyiş yasalarını iyi bildiğimiz emperyalizm olgusunun siyasi olarak işleyişi ve  bir örümcek ağı gibi oluşturmuş olduğu şeytani ilişkileri ne yazık ki uzun mücadele yıllarında solun ilgisini gereği kadar çekmedi. Türk ve Dünya solunun –“reel” sosyalist ülkeler dahil– “dramı” ve çoğu kez trajedisi, büyük oranda, bir hareketin gerçek anlamda anti-emperyalist olup olmadığının nirengi noktası sayılacak önemdeki bu eksiklikten kaynaklanmaktadır.

Emperyalizmin karanlık siyasi çalışmalarını ve yöntemlerini dünya kamuoyuna açıklayan kaynaklar ne yazık ki çok azdır. Emperyalizmin ulusal eknomilerini korumaya çalışarak kalkınmaya ve -Lenin’in deyimiyle- “uluslaşmaya çalışan” (Emperyalist Ekonomizm, s. 38) ülkelere karşı sürdürdüğü bu gizli/ahlaksız saldırıların en karanlık aygıtı CIA’nın Latin Amerika’da 13 yıl “operasyonel” yöneticiliğini yapmış Philip Agee’nin, 1975’lerde yayınladığı CIA Günlüğü adlı ünlü kitap, -sol örgütlerin içine sızma dahil- bu yöntemleri “içten” bize aktaran önemli ve zengin bir kaynaktır. (Güvenlik içinde ancak Küba’da 35 yıl yaşayabilen Agee’yi burada anmak isterim.)

Burada özetlemeye ve tanıtmaya çalıştığımız, Kanadalı gazeteci Naomi Klein’in Şok Doktrini – Felaket Kapitalizminin Yükselişi (Agora Kitaplığı, Mayıs 2010. Çev. Selim Özgül) adlı kitabı, 2. Dünya Savaşı Sonrası “Kalkınmacılık” politikalarını yerle bir eden ve özellikle üçüncü dünya ülkeleri ulusal ekonomilerini vahşice yağmalayan “neo-liberal” politik çetenin merkezinin kalbine inerek “neoliberalizm-darbeler” ekseninde emperyalizmin yöntemleri hakkında yaşamsal bilgiler veriyor.

*

Sol bugün, yalnızca emperyalizmin, tekellerin bitmeyen arzularına göre hareket eden kapitalist ekonominin iç dinamikleri ve kuralları ile değil, gladyo örgütlenmesi, faşizm ve her türlü ahlaksızlığı içinde barındıran yasal/yasa dışı örgütlenmeyle kurduğu devasa bir kültürel/siyasi ilişkiler yumağından beslenip hareket ettiğini mutlaka dikkate almak zorundadır.

Lenin, Emperyalizm adlı kitabında emperyalizmin ekonomik yasalarını hücrelerine ayırmış, bugünün kuşakları da emperyalizmin hep ekonomik işleyiş yanını başat güç olarak algılayıp buna göre politikalar geliştirmiştir.

Oysa Lenin, Kievsky (Piyatakov) ile yaptığı polemik üzerine kaleme aldığı ve Türkçe’de Emperyalist Ekonomizm Marksizmin Bir Karikatürü adı ile Sol Yayınlarınca yayınlanmış kitapçıkta emperyalizmin siyasi işleyişi üzerine çok önemli saptamalar yapmıştır. Kievsky’le yaptığı “Ekonomizm!” tartışması, Kievsky’nin emperyalizme karşı “ulusal savaşım”, “ulusal başkaldırı”da “siyasal sorunlar”ı es geçmesi, “mali sermaye”nin hareket alanını salt ekonomiye, mücadeleyi de salt grevler vs. gibi ekonomik mücadele araçlarına indirgemesini eleştirmek içindir. “Siyasal sorunlara önem vermemek için mali-sermayeyi abartmak! Siyasal konuları tartışmanın yolu bu mudur?” (s. 49) diye sormaktadır Lenin.

“Amerikan tröstleri, emperyalizm -ya da tekelci kapitalizm- ekonomisinin en üst ifadesidir. Bunlar, hasımlarını safdışı bırakmak için yalnızca ekonomik araçlara başvurmakla yetinmezler, sürekli olarak siyasal, hatta suç sayılan yöntemlere başvururlar. (…)”  Lenin’e göre emperyalizm, bir ülkenin tüm ekonomik ve siyasal organlarına yerleşebilir ve o ülke kendisini hala bağımsız bir ülke sanarak  yaşayabilir. (s. 40-42)

*

Dr. Cameron şoklarını uygulamak için elektrik kullanıyordu, Friedman’ın aracı ise “cesur!” politikacılardı!

Anlatılanın yalnızca bizim hikayemiz olmadığını, dünyanın diğer ülkelerine yapılan “şok” saldırıların “hikayesi”nin parçası olduğumuzu anlatmaya gelecek yazımızda “Felaket Kapitalizmi” adlı önemli kitabı özetleyerek devam edeceğiz.

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir