Siyasette Teori ve Pratik… (2) Haluk Başçıl

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

İçinde bulunduğumuz dönemde, devrimci teorinin günün koşullarına göre

 zenginleştirilerek  berraklaştırılması çabalarını küçümseyen, bunun karşısına ekonomik demokratik mücadelenin sömürünün olmadığı toplumsal bir düzen tahayyülünün de parçası olması gerekliliğini küçümseyen, pratik ihtiyaçları öne çıkaran,  teori-pratik birlikteliğini göz ardı eden anlayışlar öne çıkmaktadır.

 

Emperyalizm ve Yarı-sömürge Türkiye

Siyasette Teori ve Pratik… (2)

 

‘…eylemsiz düşünce sıfıra eşittir…  düşüncesiz eylem sıfırdan bile azdır…’

Mahir Çayan’ın Kesintisiz Devrim I. II ve III’te yer alan yazıları; emperyalizm-Türkiye ilişkilerinde emperyalizmin gizli işgali ve içsel olgu esprisi, sömürge tipi kapitalizm, sömürge tipi faşizm vb kavramların dayanaklarını ve bu temelde sınıfların mevzilenmesini, devrim mücadelesini içerir. Tüm bu teorik tahliller ülkemizdeki devrimci durumun ve devrime giden yolun tarifinin geri planını oluşturur. Kısacası devrimci teorinin devrimci pratikle ilişkilendirilmesine de iyi bir örnektir.

Bu yazıda -aradan geçen 40 yıl sonra- Mahir Çayan’ın yazılarının toplandığı ‘Bütün Yazılar’ da yer alan bazı kavramları günümüzün gelişmeleri ışığında ele almaya çalışacağız. 

Gizli İşgal ve İçsel Olgu Esprisi

1950’ler sonrasında ABD emperyalizmi ile yapılan ikili askeri ve ekonomik anlaşmalar ile ülkemiz yarı-sömürge haline getirildi. Mahir Çayan’ın teorik yazılarında, THKP-C Savunması’nda, ülkemizin yarı-sömürge durumuna getirilmesi süreci; NATO ve ABD askeri üsleri, ordunun ABD silah sanayine bağımlılığı, ABD standartlarına göre yapılandırılması, subayların eğitilmeleri, emperyalist-kapitalizmin dayattığı İthal İkameci Sanayileşme Modeli çerçevesinde gelen yabancı yatırımlar, teknoloji transferleri,  alınan borç ve krediler vb. ayrıntılı bir şekilde ortaya konulur.

 

12 Eylül 1980 açık faşizminden günümüze emperyalizm –Türkiye ilişkilerine kısaca göz atmak, Mahir Çayan’ın teorik yaklaşımının günümüzdeki geçerliliğine de ışık tutacaktır.

 

  • 12 Eylül 1980 açık faşizmi ile uygulamaya konan 24 Ocak ekonomik kararlarıyla başlayan süreçte İthal İkameci Sanayileşme Modeli terk edilerek İhracata Dayalı Sanayileşme Modeli’ne geçilmesi dış ticaret açığını daha da büyütmüş ve ülkenin emperyalist sisteme daha da bağımlı hale gelmesine yol açmış,

                          

  • 1980’de imzalanan ve 2005 yılında da 25 yıl uzatılan Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması (SEIA)  doğrultusunda Sinop, Pirinçlik, Diyarbakır, Yamanlar/İzmir, Şahintepe/Gemlik, Mahmurdağ/Samsun, Elmadağ/Ankara, Karataş/Adana,  Alemdağ/İstanbul, Kürecik/Malatya,  Belbaşı/Ankara, Karaburun/İzmir ve Adana/ İncirlik üsleri ABD kullanımına açılmış,
  • Kasım 1982’de ABD ile yapılan mutabakat ile on havaalanının ABD tarafından modernize edilmiş ve Muş ve Batman’da lojistik amaçlı kullanılacak olan iki yeni havaalanı inşa edilmesi tamamlanmış, (Irak’a saldırılarda kullanıldı) 
  • Özal döneminde ABD emperyalizmi ile ekonomik temeldeki stratejik işbirliği anlaşması yapılmış,
  • AKP döneminde de; 2003 Prag zirvesinde oluşturulan NATO’nun yeni konseptine, ‘Yeni NATO ve BOP’  tabiiyet, Model Ortaklık,  Ekonomik ve Ticari Stratejik İşbirliği Çerçevesi (ETSİÇ), Bilimsel ve Teknolojik İşbirliği vb.

ekonomik, ticari, yatırım ve teknoloji, siyasi, askeri ve güvenlikle ilgili gizli-açık anlaşmalarla ABD emperyalizminin Türkiye üzerindeki egemenliğini daha da güçlendirmiştir. Son dönemde gerçekleştirilen NATO Kara Kuvvetleri Merkezi’nin İzmir’e taşınması, Patriyot füzelerinin tek yönlü kararla Türkiye topraklarına yerleştirilmesi,  Suriye’ye dönük operasyonlarda ülkemizin örtülü operasyonlarda üs olarak kullanılması vb bu anlaşmaların gereği olup, emperyalizmin ülke içindeki varlığının eskiye göre daha da arttığının göstergeleridir.  Buna karşın hükümetlerin, düzen partilerinin, bir kısım sol’un, aydınların, öğretim üyelerinin, sanatçıların bu durumu daha kabullendiği, hatta benimsediği görülüyor. Doğal iş birliği olarak sunulabiliyor. Dolayısıyla emperyalizmin ülkemizde basit bir ‘dış/yabancı güç’ olmanın ötesinde, devlet içinde oluşturduğu kurumlarıyla, ülke içinde yarattığı işbirlikçi sınıfla, görsel ve yazılı basınıyla, satın aldığı bir kısım sol çevrelerle, aydınlarla ve öğretim üyeleriyle, yönetici katmanlarıyla, kısacası ekonomik- politik-askeri ve kültürel varlığıyla içsel olgu olma esprisi günümüzde de geçerlidir. Ülkemizde emperyalizme bağımlılığın ve emperyalist sömürünün daha da artmasına, belirginleşmesine rağmen bazı kesimlerin Türkiye’nin yarı sömürge konumunu yadsıyarak, bir veriye dayandırılmaksızın ‘alt emperyalizm’, ‘bölgesel güç’ vb tanımlamalarda bulunduklarına da şahit oluyoruz.

1980’li yıllarda emperyalizm-kapitalizm yaşadığı yatırım ve pazar sorununu aşma doğrultusunda iç/dış pazarları genişletici politikalara yönelmek zorunda kaldı. Bu doğrultuda çok uluslu tekeller ve mali sermaye kamu sanayi kuruluşlarına ve kamu hizmet yapısına (sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, ulaşım, enerji, haberleşme vb) özelleştirme adı altında el koydu (Bakınız, özelleştirilen kuruluşların listesi: http://www.anafikir.gen.tr/donen-modul/547-24-ocak-kararlari-ve-ozellestirmeler.html). 1990’lara gelindiğinde kapitalist sömürürünün dışında yer alan (dünyanın yaklaşık 1/3’nü oluşturan) “sosyalist” rejimlerin yıkılması iç ve dış pazarlar sıkıntısı içindeki emperyalist sistem için ek bir (geçici) rahatlama yarattı. 1990’lı yıllarda tüm ülkelerde görülen ekonomik büyümelerde bunun payı büyüktür. 1980’lerde başlayan ve 1990’lı yıllarda hız kazanarak günümüzde de devam eden neo-liberal politikalar adı altında toplanan politikalar (Bakınız, Washington konsensüsü: http://www.anafikir.gen.tr/component/content/article/70-ekler/221-washington-konsensuesue-.html ) emperyalist kapitalizmin bir tercihinden öte, bir zorunluluktur. Bu anlamıyla hükümet değişiklikleriyle kapitalizmin bir önceki –sosyal politikalar –dönemine, yani eskiye dönmesi (geriye gidiş) olanaklı değildir. Bu “geçici rahatlık” döneminde hızla büyüyüp devasa büyüklüğe ulaşan mali sermaye yeni yatırım alanları ve pazar sorunu nedeniyle yeniden, bir öncekinden daha da derin krize girmiştir.

Nobel ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz’in: ‘Serbest piyasa ideolojisi, yeni sömürü biçimleri için adeta bir bahane haline gelmişti’ dediği yoğun bir sömürü yöntemleri ve toplumda gelir eşitsizliğini düzeltme mekanizmaları olarak da iş gören kamu kuruluşlarının özelleştirilmesiyle birlikte gelir dağılımı daha da bozulmuştur.  Yarı mülk sahiplerinin mülksüzleşmesi, mülksüzlerin de daha fazla yoksullaşması zenginlikleri daha da küçük bir azınlığın eline vermiştir. Ülkemizde, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun Kasım 2012 verilerine göre bankalarda hesap cüzdanı sayısı 54 milyon olup bu hesaplardaki toplam mevduat miktarı 718 milyar TL’dir. Bu hesap cüzdanlarının %0,5’i toplam mevduatın 467 milyarlık kısmına( yani 2/3’ne) sahiptir.

Bizde olduğu gibi tüm dünyada gelir dağılımının aşırı bozulması sınıf çatışmalarını da eskiye göre daha arttırmakta, keskinleştirmektedir. Ayrıca kapitalizmin eşitsiz gelişmesi, hem emperyalist çarkın merkezinde, hem ABD hegemonyası altındaki emperyalist ülkeler arasında hem de eşitsiz gelişim gösteren farklı sanayi alanlarında var olan çelişkileri derinleştiriyor. Sürekli bir çekişmeye/çatışmaya yol açıyor. 2. Paylaşım Savaşı sonrasında oluşturulan NATO, İMF, Dünya Bankası, Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT), Dünya Ticaret Örgütü (WTO), Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü vb, ABD’nin diğer emperyalist devletler üzerindeki hegemonik gücü ve nükleer silahların varlığı gibi etkenler derinleşen çelişkilerin savaşa yol açmasını önlüyor. Emperyalistler arasında savaşla çözülemeyen çelişki daha da derinleşiyor.

 Emperyalist sistemin jandarmalığını da yapan ABD:

Silah sanayisinin ihtiyaçlarını karşılarken aynı zamanda da dünyanın her yerine en kısa zamanda hızla ulaşabilen yıkıcı askeri gücünü sömürge ve yarı-sömürge ülkeleri tekelci sermayenin, kendi şirketlerinin çıkarlarını savunacak şekilde kullanıyor.

 

 

  • 2. Paylaşım Savaşı sonrasında yeni sömürgecilik metotları temelinde kendi mali sermayesinin – şirketlerinin çıkarlarını korumak için yürüttüğü açık-gizli askeri operasyonlarını komünizm ile savaşın bir parçası olarak meşrulaştırmasını günümüzde   ‘Uluslararası Terörle Mücadele’, ‘Önleyici Savaş’, ‘İnsan Hakları, Demokrasi’ vb gerekçeleriyle meşrulaştırmaya çalışıyor.
  • Diğer emperyalist ülkeleri yanına katamadığı durumda 2. Paylaşım Savaşı sonrasında oluşturulan ülkelerin egemenlik haklarına saygı vb kuralları, Birleşmiş Milletleri vb birçok uluslararası kurumların kale almaksızın tek başına hareket ediyor. 
  • 1. ve 2. Bunalım Dönemi’nde olduğu gibi, 1990 sonrası (son 25 yılda) Somali, Haiti, Bosna, Kosova, Doğu Timor, Afganistan, Irak, (en son olarak) Mali’de (Fransa’nın ABD-AB’nin bilgisi dâhilinde) açık askeri müdahale yöntemine başvurulan bir dönem yaşanıyor. Ancak (Taliban’ın direnişi ve jeopolitik nedenlerle ) Afganistan hariç olmak üzere, diğer ülkelerde kısa sürede yeni sömürgecilik yöntemine uygun bir şekilde yeni devlet ve ulus yaratma politikalarına girişerek amacına ulaştığını düşündüğü aşamada da açık işgali terk ediyor.
  • Rusya ve Çin’in yanına alamadığı ya da açıkça karşına geçtiği durumlarda ise Gürcistan, Libya, Suriye de olduğu gibi ‘vekâlet savaşları’ yaşanıyor.

Sömürge/yarı-sömürge ülkelerdeki hammadde kaynaklarını ele geçirme, daha fazla pay kapma, rakiplerinin yayılma alanlarını daraltma, jeopolitik hâkimiyet kurma vb. için yürütülen kapışmalar, savaşlar var olan tüm çelişkileri daha da arttırıyor, derinleştiriyor. Emperyalist ülkelerin birbiriyle ve sömürge ve yarı-sömürge ülkelerle, Rusya-Çin arasındaki çelişkilerin keskinleştiği bir dönemden geçiliyor. Dünya Enerji havzasının büyük kısmına sahip Magrep ülkeleri, Sahra altı Afrika’sı, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta-Asya’ya kadar uzanan bölgede emperyalist paylaşımın av sahası, buralarda yaşayan Müslüman halklar da av hayvanları olarak görülüyor. Tüm bölgede emperyalist yağmacı saldırılara karşı mazlum halklara cazip gelen devrimci bir sol siyasetin olmadığı bu süreçte halklar kültürel-toplumsal ve dini gelenekleri temelinde direnmeye çalışıyorlar. Yeni direniş biçimleri ve söylemleri geliştiriyorlar. İsyan ediyorlar. Dini siyasi yapılanmalar temelinde kendisini gösteren karşı koyuşlar ‘ABD patentli ılımlı İslam’  ile radikal dini akımlar arasına sıkışıyor. Toplumsal muhalefet Ilımlı İslami iktidarlar aracılığıyla sistem içinde eritiliyor ya da El-Kaida ile uluslar arası savaş politikalarının bir gereği olarak eziliyor, aynı zamanda da bu politikaların meşrulaştırılmasına katkı sağlıyor. Tüm bölgede Amerikan karşıtlığı, Batı düşmanlığı ise giderek artıyor (Bakınız: http://www.anafikir.gen.tr/yazarlar/47-haluk-bascil/339-abd-ye-tepkiler-yukseliyor-haluk-bascil.html).

 

Farklılıklar

Günümüz Türkiye’si,  1970’lerden -40 yıl öncesinden- özde olmamakla birlikte biçimde önemli farklılıklar taşımaktadır. Bunlardan bazılarına işaret etmek yararlı olacaktır:

  • 1970’de 36,6 milyon olan nüfusun %61,5 köy ve beldelerde, %38,5’i şehirlerde yaşarken günümüzde nüfusumuz 74,7 milyona ulaşmış, bu nüfusun %23,2 si köylerde ve beldelerde,  %76,8 şehirlerde-ilçelerde yaşamaktadır. Şehirlerde yaşayanların oranı 40 yıl öncesine göre 2 kat artmıştır.
  • 1970’li yıllarda iç pazara yönelik bir üretim stratejisi olan İthal İkameci Sanayileşme Modeli’nden günümüzde dış pazara yönelik bir üretim modeli olan İhracata Dayalı Sanayileşme Modeli’ne geçilmiştir. Korunmuş bir iç pazarda iç pazarı geliştirmeye yönelik dolayısıyla ücret artışlarını gözeten politikalardan, yoğun emek sömürüsü ( düşük ücret, uzun süreli ve güvencesiz/sendikasız çalışma düzeni) temelinde dış pazarlara yönelik ekonomik politikalara geçilmiştir.
  • 1970 yılında özel sektörde çalışan işçi sayısı 1.3 milyon (ülke nüfusunun yaklaşık  %3,6’sı) iken 2011 yılında bu rakam 11 milyon 62 bin’e (ülke nüfusunun yaklaşık  %15’ine) ulaşmıştır. Bu rakama 10 milyon’u aşan kayıt dışı çalışanlar dâhil değildir.
  • Günümüzde kamu işletmeleri ve hizmet alanları (sağlık, sosyal güvenlik, eğitim, su, elektrik, doğal gaz, ısınma, kent içi ulaşım, haberleşme, vb) sermayenin eline geçmiştir. Daha önceki dönemde bu kamu hizmetlerinden yararlanabilen geniş toplum kesimleri, bugün bunlardan yararlanabilmek için gelirlerinin önemli bir kısmını harcamak ya da yaralanamamakla karşı karşıya bırakılmıştır.  
  • Tarımsal yapıyı oluşturan ve kırsal üretime destekler sağlayan (ürünün fiyatlandırılmasından alımına, işlenmesine, dağıtımına) makine-tohum-gübre-ilaç vb sağlayan tüm kamu kuruluşları;

*   Yem Fabrikaları, Et Balık Kurumu’na ait (EBK) et kombinaları,

*    Süt Endüstrisi Kurumu (SEK) süt toplama merkezleri-süt ve süt mamulleri tesisleri,

*    Şeker Fabrikaları, Pancar alım merkezleri,

*    Sümer Bank dokuma tesisleri, pamuk alım-işleme merkezleri,

*     Gübre fabrikaları,

*     TEKEL sigara fabrikaları, Tütün alım ve işleme merkezleri,

*    ÇAYKUR, FİSKOBİRLİK, TARİŞ, İncir, Üzüm, Pamuk ve Yağlı Tohumlar, çay, fındık, İncir, Üzüm, Pamuk ve Yağlı Tohumlar vb tarım ürünleri alım-depolama-işleme merkezleri

vb. özelleştirilme adı altında sermayeye devri kırsal alanının ekonomik-sosyal yapısında önemli değişimlere yol açmıştır.

  • Kapitalist gelişimci modernite üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti, halkın içinde düştüğü yoksulluktan kurtulması, ülkenin gelişip kalkınması ve ulus oluşumuna yönelik ideolojik ve fiili baskı mekanizmaları ile (ırk, din, kültür ve sınıf vb) ayrışma bütünleşme diyalektiğinde (uluslaşmanın) bütünleşmenin hâkim olmasını sağlamıştır. Günümüzde ise Cumhuriyetin ekonomik ve sosyal politikaları terk etmesinin, vatandaşlarına sağlamakla yükümlü olduğu kamu hizmetlerini ticarileştirmesinin sonuçlarından birisi de vatandaşlık hak ve hukukunu yerine müşteri hak ve hukukunun ikame edilmesidir. Bu durum baskın konumda olan (ulus bilincini) bütünleşmeyi zayıflatırken ayrışma (Türk, Kürt, Alevi, Sünni başta olmak üzere diğer etnik ve kültürel) dinamikleri de tetiklemektedir. Ülkemizde 12 Eylül açık faşizmi ile devrimci güçlerin ezildiği, reel sosyalist rejimlerin yıkıldığı, sosyalizmin eski gücünü yitirdiği bir konjonktürde, tüm toplumu etkiyen, sarsan bu gelişmeler sendikaları demokratik kitle örgütlerini ve sol siyasetleri de etkilenmektedir. Bazı sendika ve sol örgütlerin ayrışma bütünleşme dinamiğinde tüm toplumsal kesimleri kapsayacak (sömürünün olmadığı, herkesin kendisini özgürce ifade edebildiği ve eşit olduğu toplumsal yapıyı) yeni bir bütünleşmeyi oluşturmak yerine ayrışma dinamiklerine kapıldıkları görülüyor. 
  • Günümüzde Kürt ulusal bilinci, iç ve dış dinamiklerin etkisiyle tüm bölgede (Türkiye-Irak-Suriye, İran’da) gelişmiş, önemli bir aşamaya ulaşmıştır. Farklı ülke sınırları içindeki Kürtler toplumsal örgütlenmeleri ve devlet oluşumuna yönelik kurumlarıyla da önemli bir mesafe kaydetmişlerdir.
  • 12 Eylül açık faşist dönemiyle birlikte başlayan ve AKP iktidarıyla hız kazanan devlet kadrolarının dinci güçlerce ele geçirilmesi, devlet olanaklarının kullanılarak İslam ağırlıklı yeni bir toplumsal bilincin, değerlerin ve sunilik temelinde ulus anlayışının yaratılması toplumda önemli değişime yol açıyor. 40 yıl önce resmi-sivil sivil faşist güçlerin iş birliği içinde Türk-İslam sentezi temelinde, faşist kitle tabanı yaratma politikalarında günümüzde Sünni İslam temelinde önemli mesafe alınmıştır. Toplumsal muhalefetin ‘AKP-Devlet-Kitle desteği’ bloğunun ideolojik-politik ve örgütlü baskı mekanizmaları ile kontrol altında tutulması, devrimcilerin önündeki engelleri eskiye göre daha da arttırmaktadır.

Mahir Çayan’ın düşüncesinde önemli yer tutan Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığı; emperyalizmin içsel hale gelmesi, 3. bunalım dönemi için öne sürülen koşullarda meydana gelen değişikliklerin son 40 yılda önemli biçimsel farklılıklar gösterse de özünü korumaktadır. Yaşanan tüm biçimsel değişimlerin ve bunların öz üzerindeki etkilerinin, bu gelişime uygun mücadele biçimlerinin, araçlarının tarifi ve mücadele şekillerinin ortaya konulması ancak devrim için savaşmaya kararlı bir politik güç tarafından gerçekleştirilebilir.

İçinde bulunduğumuz dönemde, devrimci teorinin günün koşullarına göre zenginleştirilerek berraklaştırılması çabalarını küçümseyen, bunun karşısına ekonomik demokratik mücadelenin sömürünün olmadığı toplumsal bir düzen tahayyülünün de parçası olması gerekliliğini küçümseyen, pratik ihtiyaçları öne çıkaran,  teori-pratik birlikteliğini göz ardı eden anlayışlar öne çıkmaktadır.

Siyasi mücadelenin ideolojik, politik ve ekonomik-demokratik alanlarının her birinde, özellikle de ideolojik ve politik mücadele alanında liberal, reformist, kendisini düzen içine hapseden anlayışlara karşı devrimci saflarda düşüncelerin berraklaştırılması, netleştirilmesi, ortak dilin, tutumun oluşturulması büyük önem taşıyor.

Haluk Başçıl

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir