Taner Timur’un Kitabı: Türkiye Nasıl Küreselleşti? -Ahmet Yıldırım

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

SSK’nin yıllarca yeni hastane açmamış olması, “Kürt sorunu”nun binde biri kadar bile solu ilgilendirmedi.

 

 

ahmety@anafikir.gen.tr

Çok uzun yıllar önce, bu ülkede, ekonomi ve politika üzerine konuşulmadan önce “Hele bir somut durumun somut tahlilini yapalım arkadaş…” diye söze başlanırdı. Entelektüel hayattan solun gündemin belirlenmesinde etkili olmaktan çıkarılmasından sonra bu kural hepten unutuldu; böylece her şey birbirine karıştı. Aktörler ve olgular akıl almaz bir biçimde yer değiştiriyordu ama çoğumuz hâlâ eski teorik şablonlarımızla olan biteni açıklamaya çalışıyor, böylece bir yerde saplanıp kalıyorduk. “Gri teoridir dostum, ama, yeşil yaşamın sonsuz ağacıdır” sözünü Goethe (Faust‘ta) söylememiş miydi? Evet Marksizmin kapitalizm çözümlemeleri ve tahlilleri, “genel anlamda”, tarih tarafından büyük ölçüde doğrulanmıştı.

Ama biz “daha güzel bir dünya” için mücadele ederken bu somut durumu yöneten sistemin politikaları düz bir çizgide ilerlemiyordu. Lenin (Nisan Tezleri’nde), “Somut gerçek olaylar, bizim önceden görebildiğimizden başka şekilde oldu; daha özgün ve daha çeşitli biçimde gelişti!” diye yazarken şuna dikkat çekiyordu: Marksist olmanın abc’si, sınıf ilişkilerinin, tarihin her anının, verili somut koşullarda “nesnel olarak doğrulanabilir, denetlenebilir” bir hesabının tutulmasını “zorunlu” kılmaktadır.

Marks ve Engels, yaşamları boyunca, “ezbere öğrenilen” ve “yinelenen” genel hedefler gösteren formüllerle hep alay ettiler. “Yeni ve canlı gerçeğin özgünlüğünü inceleme”yi esas görev olarak bellediler.

Bugün ortada duran sorun, somut ve kesin güncel olguların baş döndürücü karmaşıklığının teorik çözümlemesinin gereğinin yanında, doğal olarak bunu yapacak zihin açıklığında aklı ve kalemiyle savaşacak insanların, ortaya çıkması, çıkarılması sorunudur. Bu insanlardan biri olduğuna inandığımız Taner Timur’un, Türkiye Nasıl Küreselleşti adlı kitabı, bu konuda yazılmış onlarca kafa karıştırıcı “okunamaz” kitapların ya da “neoliberal politikalar” deyip orada kilitlenen ama büyük tahlil yaptıklarını sanan anlayışların çok dışında bir kitap.

Bilimin ve Marksizmin doğrularının ışığında, kahramanı kapitalizm olan bir roman dilinin akıcılığıyla, son yılların “acılarla dolu” ekonomik/politik tarihimize çarpıcı açıklamalar getiren bu kitapta Taner Timur, ülkemizin “çok nazik ve risklerle dolu” bir dönemden geçtiği genel saptamasını yaparken, kavram fetişizmi ve dolaysıyla kavram karmaşasından uzak durduğunu da başta belirtiyor: “…Akademinin sözde tarafsız, mesafeli ve betimleyici üslubunun koruyucu zırhına bürünmek istemedim!” Ve ekliyor: “Toplum hayatının derin dalgaları, çeşitli sınıfların birbirine zıt çıkarları ve özlemlerinden kaynaklanmıyor mu? Ve de gerçek bilim adamlığı, politikacılık, devrimcilik bu dalgaların dilini okumak, onlarla uyumlu düşünceler ve önlemler oluşturmak yeteneği değil mi? (Türkiye Nasıl Küreselleşti, s.150)

KALKINMALI MIYIZ? BÜYÜMELİ MİYİZ?

“Bir zamanlar Türkiye!”nin en önemli tartışmalarından biri de Türkiye’nin uluslararası kapitalizmin kucağında nasıl bir ülke olduğuyla ilgiliydi. Acaba “az gelişmiş” bir ülke miydik? “Gelişmekte olan” bir ülke miydik? “Yarı sömürge” bir ülke miydik?

Birinci tanım Cumhuriyet’i kuran kadroların dilindeydi; ikincisi ülkeyi emperyalizmin kucağına atacak ilişkileri kotaran devlet yöneticilerinin/politikacıların ağzıydı; üçüncüsü ise sosyalist/devrimcilerin “bilimsel” saptamasıydı.

Utangaç ya da çok sert, hangi tanım olursa olsun ortak yan, Türkiye’nin “somut durumu”nu vurgulamakta bilimsel bir doğruluk taşımasıydı!

Ne var ki son yirmi yılda bu tür tanımlamalar birden kayboldu. Özal’ın “transformasyon” adlı hokus pokusuyla birden büyük bir ülke oluvermiştik. Tevazuya gerek yoktu: Biz büyük, yayılmacı düşler bile kurabilen kapitalist bir “Dünya devleti!”ydik! Bu şişirme düşünce, kültürel aygıtlarla da desteklenerek Türkiye’nin ayakları yerden kesildi.

Osmanlıyı övme modası başladı. Semra Özal’ın düzenlediği Lale Devri’ni aratmayan eğlencelere, -nasıl bir tesadüfse- edebiyat dünyamızda starlaştırılmış yazarlarımızca yazılan Osmanlı dönemi hikâyeleriyle dolu romanlar eşlik ediyordu. Türkiye’nin kendisi sömürgeci, “emperyal” bir ülkeydi! “Kürt politik söylemi”nin de bu tanım işine gelmişti. (Türkiye “yarı sömürge”dir demek işlerine gelmiyordu! Yoksa “Kürdistan”ı kim sömürecekti.) Dolayısıyla, “Yarı sömürge”, “yoksul ve kalkınmaya muhtaç” ülke olduğumuz tahliline sol sahip çıkamadı; tereddütte kaldı. Teorik boşluğu Soros’un kültürel aygıtları STÖ‘ler ve Birikim gibi dergiler doldurdu: Sınıf mücadelesi perspektifinin yerini kültürel politikaların kesin hegemonyası aldı.

Örneğin İstanbul’da 1980 yılından sonra SSK’nin, dolayısıyla devletin yirmi yılda tek bir hastane açmamış olması, Kürtçe yayının serbest bırakılmasının binde biri kadar bile solu ilgilendirmedi. Halk özel hastanelerin insafına terk ediliyordu, kime ne? (2005’in başında SSK’nın tasfiyesi anlamına gelen sağlık ve sigorta işlerini ayrıştıran “Sağlıkta Dönüşüm” projesinin başladığı  günün ertesinde sol olarak tanımlanan bir gazetenin spotu hâlâ azınlık sorunlarıyla, denize haç atan hristiyanlar ve onlara karşı gelen milliyetçilerle filan ilgiliydi! SSK’nin bakanlığa devri haberi en altta, zavallı bir halde küçücük bir kutudaydı!)

Yarı sömürge olan bir ülke yönetimine muhalefettense, “büyük” “emperyal” bir devlete muhalif olmak daha tok bir görünüm veriyordu anlaşılan! “Ezbere” öğrenilen ve sürekli “yinelenen” bir “genel hedef” bulmuştuk. Böylece Türkiye açılıyor, saçılıyor ve bakir tek bir ekonomik alanı kalmamacasına son hızla emperyalizmin politikalarına “entegre” oluyordu. Slavoj Zizek, “Üçüncü Dünya’ diye bir kavram kalmadı, hepsi Amerikanlaştı, tuhaf ülkeler oldular” diye yazıyordu. Taner Timur ise bu entegrasyonun sonucunda “Hepimiz birer ikinci sınıf Amerikan vatandaşı” olduk diyor.

Oysa emperyalizm çağındaydık ve gerçekte “Çağ atladığımızı sanırken, dönüp dolaşıp XIX. yüzyıla geri dönmüştük!” (s.15)

Peki, yoksul ülkelerin bir kalkınma sorunu yok muydu? “Kalkınmakta olan bir ülke” değil miydik? “Kalkınma” söylemi nasıl birden unutturuldu? Nasıl kapitalist gelişmelerini tamamlamış Batılı bir ülkeyle aynı kefeye konularak “büyüdüğümüz” yalanına kapıldık?

Taner Timur, ANAP’la başlayan ve süren,  Türkiye’nin makasını değiştiren, yani paçayı kaptırdığımız bu yönlendirmelere, “kasıtlı bir kavramsal saptırma” diyor. (s. 56) Ekonominin Türkiye’de kalkınma ancak tüm dikkat, önlem ve teşviklerin “üretim süreci” üzerine yoğunlaşmasıyla mümkündü. Oysa ANAP iktidarı, “İhracatı cömertçe teşvik ederek üretimi de harekete geçireceğini”, böylece “büyümeyi’ sağlayacağını sanıyordu. Sonuç “hayali ihracat patlaması” ve havalarda uçuşan teşvik primleriydi. “30 yılda ihracat 30 kat, gelirimiz 3 kat arttı!”

 

KAPİTALİZMİN EN PARAZİT SINIFLARI

Üretim ekonomisinden şişirilmiş finansal piyasalara evrilmiş olan dünya kapitalizmi, şimdi bunun krizlerini yaşamaktadır. Dünyada üretim sonucu yaratılan yıllık değer toplam 60 trilyon dolarken, bu durum kâğıt üzerinde tam 600 trilyon dolar olarak “piyasalar”da işlem görmektedir.

Marks, kapitalist sınıf için, mali sermayenin “özerkliği”nin cazip geldiğini görmüştü. 1870-1914 ve iki dünya savaşı arasına dek bu böyle sürdü. 1929 krizini izleyen yıllarda kapitalizmin yeni bir dönemi başlıyordu. “Bırakınız yapsınlar…” felsefesi işsizlere iş bulamamıştı. Gözler devlete çevrildi. “Devlet ekonomide makro dengeleri sağlamalı; verimsiz de olsa yatırımlar yaparak bir istihdam politikası oluşturmalıydı.” Böylece “refah devleti” efsanesi yaratıldı. Keynes, “Türkiye gibi yarı feodal” ülkelerde bile baş tacı edildi. Taylorizm ve Fordizmle destekli Keynesçi kalkınma modeli 1970’li yıllara dek sürdü. Fransızlar bu yıllara “şanlı otuzlar” diye ad bile taktı. (s.36)

1970’li yıllarda “petrol krizleri”yle birlikte kapitalizm uyanmaya başladı. Şikago Okulu denen Friedman’ın teorisyeni olduğu kapitalizmin en alçakça uygulamaları, Latin Amerika va Türkiye darbeleriyle ama Reagan ve Teatcher’li yıllarda sözde yeni reçetelerle “küreselleşme” çığlıkları altında dünya halklarının karşısına çıkarıldılar.

“Kapitalizmin en parazit sınıfları yüz yıl önce sahneledikleri oyunu, yeni koşullar altında tekrar sergilemeye başladılar” diye yazıyor Taner Timur. Azalan kâr oranları eğilimini tersine çevirmeleri gerekiyordu. “Bunun için de işçi ücretlerini kontrol altına almak; Fordizm dışında, yeni bir yönetim felsefesi geliştirmek gerekiyordu. Borsada hisse senetlerine, Hazine tahvillerine hücum yeniden başlamıştı…” (s.37)

Şikago Okulu’nun teorileri, Milton Friedman’ın bu teorilerin militanlığını da yapması, Paul Krugman’ın Washington Uzlaşması adını verdiği on maddelik “dört başı mamur liberal program”ın içeriği Türkiye’de sonraki yıllarda yatıp kalktığımız tüm kavram ve olguların sözlüğü gibiydi: Sermayenin “özgür” hareketini kısıtlayan her türlü engelin kaldırılması: “Yeni para politikaları, faizler, kur politikası, vergi reformu, ticaret özgürlüğü, özelleştirmeler…” (s.38) “Finans sektörü” özerkleşiyor ve “üretim ekonomisi”nin yerine yeniden tüm ekonomiye egemen duruma geliyordu. Taner Timur İstanbul Borsası’nı “Dünyanın en uçuk borsası!” olarak niteliyor.(s.100) Marks da yanılmıyorsam borsa için genel anlamda, “Kapitalizmin kerhanesidir!” tanımını yapmıştı. “Artı değer yaratamayan bir kapitalizm, ekonomi varlık nedenini yitirmiş, krize girmiş bir sistem demektir.” diyor Taner Timur. Çünkü, “Kapitalizmin kaderi kaçınılmaz olarak üretim sürecine bağlıdır”! (s.44)

Bu tespit 80’li yılların rüzgârı altında anlaşılamadı, en azından dönemin kültürel rüzgârlarına  “pazarın özgürlüğü” gibi ideolojik bir köpüğe sahipti. Ya bugünün Türkiye’sinde, “üretim süreci”nin öneminin farkında olunmamasına ne demeli? Sakın farkında olup da borç ve faiz sarmalından kımıldayamaz durumda olmayalım?

 

TÜRKİYE’Yİ ÇÖKERTEN  “32. SAYILI KARAR”IN ÖYKÜSÜ

Taner Timur, bugünün kriz baskısı altında yaşamak zorunda oluşumuza, “Türk parasını hukuki olarak konvertibl kılan ve böylece ekonomiyi sermaye hareketlerine açan 32 Sayılı Karar”ın neden olduğunu yazıyor. İlk başlarda Özal felsefesinin, neoliberal uygulamaların sıradan bir önlemi olarak görülen ve bir kimyasal bomba gibi uzun yıllara yayılacak öldürücü etkisi fark edilmeyen bu karar, gerçekte, “Türk ekonomisini ulusal kontrolden çıkaran, onu, devlet adamlarımızın bile anlamakta zorlandığı dış sermaye dalgalarının ortasına atan ve sonuç olarak dışarıya akıl almaz oranlarda” (Maliye Teftiş Kurulu’nun bu karardan sonrasını özel olarak inceleyen Nisan 2004 tarihli raporuna göre, 200 milyar dolar!) para ödeyen ekonomi haline sokan, “Ülkenin tüm geleceğini ipotek altına alacak” olan, “Cumhuriyet tarihimizde alınmış en dramatik karar”dı. (s.63)

Özal ekibinin umduğu gibi ülkeye döviz girmiyor, tam aksine, teşvik, borç, borç faizleri, ithalat aracılığı gibi türlü yollarla artık savunmasız kalmış ülkeden dışarıya para çıkıyordu. Artık, para, faiz ve döviz kuru üzerinde devlet hareket serbestisini kaybetmişti; bunun yerine, tıpkı internet akışı gibi uluslararası mali piyasalarla Türkiye’deki bankalar arasında karşılıklı fon akışı mali egemenliği ele geçirmişti. (Bunca taklalara rağmen, Yabancı Sermaye Derneği Başkanı’nın resmi açıklamasına göre 1954’ten 2000 yılına kadar olan sürede toplam yabancı sermaye girişi 13.5 milyar dolar civarında kalmıştı! 2009 yılında 7.610 milyar doları bulan bu rakam yalnızca 2011 yılında 10 milyar dolara cıvarına ulaşmıştır. Bu yükselişin nedeni acı ama gerçek “yatırım” için değil özelleştirmelerden kaynaklanan, bir başka deyişle çıkışı daha yıkıcı olacak olan para girişidir.)

Taner Timur, bu kararın Türk halkı, Türk aydınları, basını tarafından yeterince kavranmamasının perde arkası ve önünü acı bir biçimde irdeliyor. Bu karara çok önem veriyor. Neredeyse kitaptaki tüm yazılarında bu kararı referans alıyor. “Özallı yıllar”ın panoramasını betimleyecek en çarpıcı özellik hangisi diye sorsalar, tek başına “32 Sayılı Karar”dır diyebiliriz.

Kararın alındığı Ağustos ayı içinde ABD’nin Irak’a saldırısıyla isimlerini dünyanın öğrendiği “karanlıklar prensi” Richard Perle Ankara’da cirit atıyordu. O dönemin Ankara büyükelçisi M. Abromowitz’in ise arabasında dolaşıp duran Özal’la baş başa neler konuştuğunu kimse bilmiyordu. Sonuçta, Taner Timur’un saptamasıyla söylersek: “32 Sayılı Kararın ilk büyük şoku beş yıl sonra, 1994’te hissedildi. Çok daha şiddetli bir deprem gibi Türkiye’yi sarsan 2000-2001 krizi de aynı nedenlerden kaynaklanıyordu. Türkiye küreselleşme sürecine en kötü biçimde eklemlenmişti.” (s.75)

(Senaryosunu gazeteci Avni Özgürel’in yazdığı 2007 yapımı “12 Eylül”ü anlatan Zincirbozan filmindeki ilginç sahneler çoğu insanın dikkatinden kaçtı. Zincirbozan’da, Özal’ın darbe sürecinde ABD’li yetkililerle ortaklaşa çalıştığı, darbe sürecinin hazırlanmasında, darbenin yapılmasında ve darbeden sonra yapılan seçimlerde ANAP’ın iktidara gelişinde ABD’nin ve CIA’nın etkisi olduğu vurgulanıyor. Filmde dönemin CIA Türkiye Masası şefi Richard Perle’ün Abdi İpekçi, Nihat Erim, Kemal Türkler suikastlarını koordine ettiği sergileniyor. Bu suikastlarda sağın yanı sıra solu da kullandıkları gibi gerçek dışı bir algı yaratılmaya çalışıldığını da belirtelim.  CIA ajanı Richard Perle film süresince sık sık Turgut Özal’la bir araya geliyor ve 1982 seçimlerini kazanması için özel çaba harcadığı görülüyordu.)

Bugün her şey küresel güçlerin istediği gibi tıkır tıkır yürüyor: Artık bir esrar bağımlısı gibi, kontrol dışı bir borç politikasıyla, borç alınıyor, ana paralar, faizler, yetimin, yoksulun, emekçinin boğazından kesilerek bir avuç açgözlü işbirlikçinin ve uluslararası sermayenin boğazına aktarılıyor. Bir yıl daha geçiyor, işte bir yıl daha ve bu tatlı hayat devam ediyor. Ülke çözülüyor; onu ayakta tutacak tüm ideolojik birikim, tüm siyasi ve ekonomik yapı paramparça ediliyor. Yiğit Bulut, -yiğit olduğu yıllarda- bir Kurban Bayramı’nda halkımızın kurbanlık koyun görüntüsünden sıyrılması dileğiyle “Ey halkım, ayda 1 milyar dolar faiz ödüyorsunuz!” diye yalvarıyordu. (Radikal, 20 Ocak 2004)

Taner Timur, Türkiye Nasıl Küreselleşti‘de buna isyan ediyor. Bu sessizliğe şaşıyor; ülkenin bu kadar vurdumduymaz olmaması gerektiğine inanıyor. Çin’in, Uzak Doğu ülkelerinin, Rusya’nın hatta Latin Amerika ülkelerinin akıllı davranarak, gerektiğinde rest çekerek bu sarmaldan kurtulduğunu vurguluyor. IMF eliyle gerçekleştirilen bu acımasız komplonun tuzağında yalnızca Türkiye kalmıştır!

 

HERNANDO DE SOTO’NUN ÖNERİLERİ

Finans egemenliğinin bu seri ve acımasız saldırısı karşısında, hele Sovyetler Birliği’nin dağılmasının da etkisiyle ülkemizde sol partiler ve gruplar çaresiz kaldı. Birtakım liberal isimler Lenin’in sağa kaydıkları için Likidatör olarak adlandırmasının tersine) meydanı doldurarak anarşizan, radikal düşünceler ileri sürdüler. Bu anlamda, Perulu iktisatçı Hernando De Soto’nun görüşlerini Taner Timur ilginç ve üzerinde durulmaya değer görüyor.

De Soto, Peru’da kültürel ve etnik çelişkileri anlamlı bulmuyor.  De Soto için önemli olan çelişki “kapalı ve dışlayıcı bir iktisat ve siyasal sistemin dağıttığı avanta ve ayrıcalıklarla yaşamaktan mutlu olanlar”la, “üretmek, rekabet etmek ve herkese açık bir toplumda gelişmek” isteyenler arasındaki çelişki. De Soto’ya göre azgelişmiş ülkelerde, dünya kapitalist sistemi içinde de üretim güçlerini artırmak, “kalkınma”yı sağlamak mümkündür. “Hatta bunun başka yolu da yoktur!” Yeter ki kavga merkantil devlete karşı verilsin ve bu kavga kazanılsın!(s.83)

De Soto’nun önerileri Cumhuriyetin ilk yıllarında verilen kalkınmacı çabayı anımsatıyor! Taner Timur, “De Soto’nun özlediği devrimi hangi sınıf gerçekleştirecek?” diye soruyor. “Sıkı sıkıya kendi çıkarlarına sarılmış ve küreselleşmeyi de bu çıkarlarını genişletmenin bir aracı olarak gören burjuvazi mi?” diye itiraz ettiği noktaları vurguluyor. Peki “Sınıf kavgasına neden olmadan ahenk içinde bütün bunlar nasıl gerçekleşecek?” diye soruyor.

 

HAFTADA 1 MİLYAR DOLAR BORÇ FAİZİ ÖDÜYORUZ

Taner Timur, Türkiye Nasıl Küreselleşti?’de “Kapitalist Enternasyonal ve İmparatorluk”, “Irak, Kirli Savaş ve Türkiye”, “AKP, Finans Egemenliği, Yangın ve Türban”, “Demokrat Parti’den AK Parti’ye: Bir Takıyyeden Ötekine”, “Demokrat Parti ve Kalkınma Politikası: Şehirliler, Köylüler ve Alacaklılar” gibi bazı başlıklarla çok önemli sorunlara tartışılması gereken yine çok önemli teorik açıklamalar getiriyor.

“36. sayılı karar”dan tam 22 yıl sonra ülkemizin 2011 yılı ihracat rakamı toplam yalnız ve yalnız 122 milyar dolar, ithalat rakamı ise 210 milyar dolardır kadardır! Aynı yüzölçüm ve nüfusa sahip Almanya’da ise aynı yıl içinde, ihracatın 1.2 trilyon dolar, ithalatın ise 450 milyar dolar olduğunu anımsatmak, durumumuz hakkında bir ipucu verebilir. Emperyalizm gibi iktidar da varlığını yalanlarla sürdürmekte, ihraç ettiğimiz her 100 dolarlık malın, 82 dolarının ithal hammaddeye ödendiğini gizlemektedirler.

Diğer ülkelerden daha çok tasarruf edip üretmesi gereken ülkemiz tam tersine yabancı malları yine yabancılardan yüksek faizle borç alarak tüketen bir toplum haline getirilmiştir. Tüketim çılgınlığımızla ilgili rakamlar bunu açıkça ortaya koymaktadır. Merkez Bankası 2011 finansal istikrar raporuna göre 2003 yılında hane halkı toplam borcu 13.4 milyar TL’yken 2011’de bu rakam 14 kat artarak 191.1 milyar TL’ye çıkmıştır. Hane halkı geliri ise 2003 yılında 180 milyar TL’yken 2011 yılında 463.9 milyar TL’dir. Hane halkı gelir artışı 2.5 katken, aynı insanların tüketim rakamları 14.2 kat artmıştır.

İçerde ekonomi, dışarıda siyasal ortamın yarattığı tehlikelerin ortasında güçlü olması gereken ülkemiz, ne yazık ki sanayileşmesini ve demokratikleşmesini tamamlayamamış ve haftada 1 milyar dolar, ayda 4 milyar dolar borç faizi ödemek durumunda olan bağımlı/yarı bağımlı bir ülke konumunda çakılıp kalmıştır. Bunun yanında temel ekonomik kurumlarını satıp savmış, toplumu ayakta tutan eğitim, sağlık ve hukuk sistemi gibi temel kurumlar yok olmuştur. 2012’nin ilk günlerinde Avrupa ülkeleri arasında yapılan bir araştırmada, sokakta ilk kez karşılaştığı bir diğer vatandaşı kişiye güvenenlerin oranında % 6’yla Türk insanı en alt sırada gelmektedir

Taner Timur, “Aymazların tetiklediği zelzele yaklaşırken, önümüzde, zeminimizi sağlamlaştırmaktan başka bir yol görünmüyor!” diye yazıyor.

Türkiye Nasıl Küreselleşti?/Taner Timur /İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, Eylül 2004/ 231 s.

 

Ahmet Yıldırım

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir