Türkiye’de Gizli İşgal ve Gerilim Politikaları..-Mehmet Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

1960’ların sınırsız iyimserlik havası içerisinde emperyalizmi ülkemizden kovacağımıza ve

demokratik bir toplum kuracağımıza inancımız tamdı. 1970’lerde bunun çok zor olacağını anladık. 1980’lerde bu amacımız daha da uzak hale geldi ama yeni dönemde farklı yaklaşımlar gerektiğini kavradık.

 

TÜRKİYE’DE GİZLİ İŞGAL VE GERİLİM

POLİTİKALARINA KISA BAKIŞ

Kendimi bildim bileli siyasi gerginlik içerisinde yaşıyoruz. Uzun süre bunun siyasi kültürümüzdeki eksikliğimizden kaynaklandığını düşündük. Ama bu, olayın sadece bir yönüydü. Söz konusu eksiklik esas olarak ülkenin istikrarsızlaştırılması için dışarıdan yapılan müdahalelerin etkili kılınmasını sağlıyordu. Biz avuç istisna dışında, siyasetin her kademesindeki insanlarımız yabancı müdahalesine tepki gösterme refleksini yitirmişti. Haydi, git de İsveç’i istikrarsızlaştırmaya çalış, gör bakalım ne oluyor. Ve istikrarsızlaştırmanın alt yapısının -ve araçlarının- 1952 yılında NATO’ya girilmesinin hemen sonrasında hazırlanmaya başlandığını sonradan anlayacaktık. Sadece silahlı kuvvetler değil, bütün güvenlik teşkilatlarından milli eğitime kadar her alanda müdahale başladı. 1959 yılında, ilkokul 2. sınıfta dağıtılan ünite dergisinde Amerika’yı utanmazca öven yazı hayatımın ilk büyük öfkesiydi. Bu derginin nasıl hazırlanıp bir Türk okulunda dağıtıldığına o zaman aklım ermemiş, bunu o zaman daha yaygın olan çok kızdığım budalaca Amerikan hayranlığına yormuştum.

İlkokula başladığım yaz 1958 krizinin yoklukları yaşanıyordu, dün gibi hatırlıyorum. DP, daha sonraki takipçileri gibi eldeki döviz rezervlerini eriterek ve dışarıdan sağlanan kaynaklarla belli bir büyüme ve refah sağladı. Ama hazır para çabuk tükenir. Kriz fena vurdu. O yaz nohutla karışık kahve içenleri gördüm. (Ne de olsa İkinci Dünya Savaşı yokluklarının hatırası henüz unutulmamıştı.) Ertesi yıl Vatan Cepheleri, 555 K’lar, inanılmaz siyasi dedikodu ve kara propaganda ile tırmandırılan gerginlik 27 Mayıs’a giden yolu açtı. O günlerde büyükler “namussuzlardan” çok söz ederdi ama kimsenin bu kelimeyi kimler için ve hangi somut suçlamayla kullandığına şahit olmadım. Anlaşılan herkesin “namussuz herifleri” farklıydı.

(Ekonomiden söz açılmışken, AKP de dış kaynakla ve eldekini avuçtakini satıp savarak belli bir büyüme gerçekleştirdi. Bunun tam olarak ne zaman tıkanacağını öngöremiyoruz çünkü dünyada kolayca yönlendirilen çok büyük bir mali sermaye oluştu. Artık siyasi amaçlar için birkaç yüz milyar dolar rahatlıkla kaydırılabiliyor. Ne olursa olsun ülkeler ilânihaye ürettiklerinden çok harcayamaz. Zaman çizelgesini kimsenin bilmesi mümkün değilse de, giderek derinleşen bir kriz var ve ekonomik kriz, geçmişte olduğu gibi, kendisinden daha büyük bir siyasi krizle birlikte gelecek.)

27 Mayıs’tan sonra ordu ve bürokrasi içerisinde yapılan tasfiyelerin nasıl hazırlandığını kimse anlamadı. Hiç kimsenin bilmediği, tanımadığı adamların ortaya çıkardığı listeler binlerce yurtsever insanın emekli edilmesiyle sonuçlandı. Hâlbuki onlar yıllardır izliyor, liste yapıyorlardı. Avrupa devletlerinde yapılan savaş sonrası tasfiyelerin geniş deneyimlerine sahiplerdi. Öte yandan darbeciler de siyasi tecrübesizlikleri içerisinde bölünerek işleri karmaşıklaştırıyordu.

1961 Anayasası sonrasında biraz ferahladık, Yassıada Mahkemelerini, 21 Mayıs’ları geçmişte bıraktığımızı düşünmeye başladık. Ancak emekçilerin her hak arayışı bir iç savaş provasına dönüştürülürken, dışarıda da Kıbrıs bunalımı öne çıkıyordu. Kıbrıs için gelen Johnson mektubu Amerikan karşıtlığını görülmemiş boyutlara tırmandırdı. Öte yanda, etrafta tek bir gerilla olmadığı halde (ki buna çok üzülüyor olmalıydılar), kontrgerilla faaliyetleri yoğunlaştı. Amerika karşıtı gösteriler 1960’larda çok yaygındı ama bunlar işbirlikçileri engellemiyordu. Halkın göstermesi beklenen tepki ağırlıkla yurtsever gençliğin sırtına kalmıştı ve onların çabası da karşılığını bulmuyordu. Öte yandan devlet kent arazilerini, sulak alanları, ormanları ve kamu kuruluşlarını halkın yağmasına açarak tepkiyi yumuşatmayı başarıyor, dağlar taşlar gecekonduyla dolarken belediyeler de rant paylaştırma kurumu olarak bu görevi destekliyordu. Ahali, kırk yılda bir bu yağma engellenirse devrimcilerden yardım istiyor, tehlike geçer geçmez sırt çeviriyordu.

Ben ortaokula giderken Çanakkale Ezine’de açılan çadırlı komando kamplarının resimleri basında yer aldı. Liseye geçtiğim zaman bunlar devrimci ağabeylerimizi vurmaya başlamışlardı. Kanlı Pazar birçok saldırıdan sadece birisiydi. İç Savaş diye bağrışmaya başladılar, hâlbuki ilk öldürülen yirmiden fazla (galiba 23) gencin hepsi solcuydu.

 

Üniversiteye başladığım 1969’un son günlerinde kirli savaş ortamını yaratmayı başarmışlardı. Enflasyon ve kıtlıklar artarken o tarihe kadar şenlikli bir kent olan Ankara artık mecbur olunmadıkça geceleri sokağa çıkılmayan karanlık bir kent haline gelmişti. Bundan sonrası hep yokuş aşağı olacaktı. 12 Mart tıpkı günümüzdekine benzer bir aldanma ile geldi. Şaşkın solcular sözde reformist Erim hükümetini alkışlarken içim kan ağlıyordu. Alkışlarla Balyoz Harekâtı arasındaki birkaç hafta göz açıp kapayıncaya kadar geçip gitti. Adları okunanların bir kısmı Sıkıyönetim kapılarında bavullarıyla sıraya girdi. Direnmeye çalışanların hiçbir anlamda hazırlıkları yoktu. Sonuçta bu dönemeçte de Türkiye’nin bin bir zorlukla yetiştirdiği on binlerce uzman ve bilim adamı daha önemli kurumlardan ya da görevlerden uzaklaştırıldı. Bu 12 Eylül sonrasında da, günümüzde de tekrarlanacaktı.

1970’lerde tek istediğimiz, yeni bir kriz gelinceye kadar bununla başa çıkabilecek siyasi oluşumların geliştirilebilmesiydi. Her yıl “ne olur önümüzde bir yıl daha olsun” diye yakardığımı hatırlarım. Ama beklentilerimiz boşunaydı. Türkiye’nin sorunlarıyla başa çıkabilecek çapta liderler ne sağda, ne de solda yoktu. Bir gün yayınlarına bakarak solda elli altı düşman grup saymıştım ki mutlaka başkaları da vardı. Zaten izleme niyetim de yoktu. Çoğunun dergileri safsata doluydu ve esasen tanım olarak ortada bu kadar akıl olamazdı. Olsaydı o kadar grup olamazdı. Birileri söz konusu olunca sürekli sorardım bunlar hangisiydi diye, öğrenemezdim de, çünkü hemen hiç birisinin akla yakın olarak hatırlanmaya değecek bir argümanı yoktu. Ama ana kümeler hakkında bir fikrim vardı elbette.

1970’lerde çatışmalar giderek iç savaş boyutlarına kaydı ve en önemlileri Çorum, Sivas ve Maraş olan katliamlar yapıldı. Bunlara karşı yapılan direnişler ise devrimcilerin Türkiye tarihindeki yüz akıdır. Bu direnişler olmasaydı katliamların boyutlarını tahmin dahi edemeyiz. Milliyetçi cepheler, azgın enflasyon, yokluklar ve gene bildiğimiz filimler tekrar oynatıldı. Siyasi liderlerin basireti bağlanmasaydı, Meclis yetkilerini kullanmış olsaydı böyle olur muydu diye hep düşünmüşümdür. Kesinlikle olmazdı. Baskı politikaları sürerdi elbet ama darbeler önlenebilirdi. Ne var ki siyasi kültürümüzde lider sultası var ve bu nedenle Meclisler büyük krizlerde devre dışında, diğer dönemlerde de farklı iradeler arasında bocalayarak etkisiz kalıyor.

Alevi-Sünni çatışmasını istedikleri oranda yükseltip kullanamayacağını anlayan batılılar Soğuk Savaş’ın sonunun görüldüğü bir dönemde Türk-Kürt çatışmasını yükseltmeyi başardılar. Büyük Ortadoğu Projesi’nin adımları 1980’lerde orta çıktı ama bunu tam olarak değerlendirecek kurumların hepsinin çalışmasını baltalayacak sızma operasyonları çoktan tamamlanmıştı. Bu nedenle PKK meselesi ne zaman zayıflamaya yüz tutsa, farklı bir müdahale ile tekrar etkili olması sağlandı ve iş çözümsüzlüğe doğru sürüklendi.

Atmış yıllık istikrarsızlık Cumhuriyet’i fazlasıyla yıprattı ve yeni krizlerin eşiğine getirdi. Buna karşı direnebilecek bir liderlik hala ortada yok. Soldaki kafa karışıklığı yeni biçimler alarak sürüyor. Bunun sayısız nedeni var ve bunlardan bir veya iki tanesini öne çıkarıp her şeyi bunlara bağlamak kesinlikle doğru olmayacaktır. İlk akla gelen nedenler temel bilgi ve tarih şuuru eksikliği, biat kültürü ve demokratik geleneğin olmaması, dış etkilere karşı seçici olamamak, felsefe geleneğinin eksikliği nedeniyle düşünsel zayıflık, geleneksel kültürden kopuştan sonra bunun yerini dolduramamak, yağma geleneğinin sürmesi, sözde demokrat olan neo-liberal akıma kapılmak, yeni vesayetlerin eski vesayetlerden çok daha korkunç olduğunu değerlendirememek, kesin ve kestirme çözüm arayışının beyhudeliğinin farkında olmadan moral bozukluğuna uğramak gibi faktörlerin hepsi doğru ve belli ölçülerde pay sahibidir ama başka faktörler de vardır.

1958’den beri siyasi olayları yakından izledim çünkü kurtuluş savaşında yer alan büyüklerimin tepkileri ve sınırlarımız dışında kalan ata topraklarımızın acısı, gelecekte de kaderimizin bu gelişmelere bağlı olduğunu yakından hissettirmekteydi. Öte yandan siyasi yaklaşımlarımız dış dünyadan da çok yoğun bir şekilde etkilendi. Soğuk Savaş ve NATO’nun müdahalelerine karşı olmak bunların başında gelir. Ancak öncesi ve sonrasıyla1968 de önemli bir dönüm noktasıdır. O birkaç yıl içerisinde Avrupa’daki öğrenci ayaklanmaları, Vietnam Tet taarruzu, Che Guevara’nın Bolivya’da öldürülmesi gibi olaylar ile Çekoslovakya’nın işgali, dünya sosyalist hareketinin parçalanması, Çin’de kültür devriminin çalkantıları, Arap-İsrail Savaşı ve bunu takiben Latin Amerika ve Şili’deki olaylar solun (ve tabii ki sağın) olaylara bakış şeklini derinden etkilemiştir. 1968 Paris ve Prag olayları Moskovacı solun bittiğini ve yeni dönemin halk kurtuluş hareketlerine ait olduğu şeklinde bir izlenim yerleştirdi. Ama o dönemde (ve sonrasında da) İslam’a dayanan siyasetin gelişmesi ve etkisi üzerinde yeterince düşünmemiştik. 1960’larda Tahran ve Kabil’in sokaklarında bile dini tutuculuğu çağrıştıracak şeyler yok denecek kadar azdı. İslam’ı bu şekliyle siyasallaştıran yeşil kuşak projesi henüz etkisini göstermemişti.

1960’ların sınırsız iyimserlik havası içerisinde emperyalizmi ülkemizden kovacağımıza ve demokratik bir toplum kuracağımıza inancımız tamdı. 1970’lerde bunun çok zor olacağını anladık. 1980’lerde bu amacımız daha da uzak hale geldi ama yeni dönemde farklı yaklaşımlar gerektiğini kavradık. Ne var ki bir yanda tutucu bir rahipler kastına dönüşen kaba materyalistlerin direnişini kıramazken, diğer yanda da her türlü değerini yitiren ve emperyalizmin ve yeni işbirlikçilerin kuyruğuna takılan eski solcu-yeni liberallerin etkisini kıramadık. Keza biat kültürünün dışına çıkabilen bir siyasi oluşumla da karşılaşmadık. Kısacası, ülke sorunlarını ciddi bir tutumla (kapsamlı, bütünlüklü, demokratik olarak kurumsallaşmış bir şekilde) ele alan bir muhalefet iradesi oluşmadı. Olsaydı belli olurdu. (Mevcut muhalefet kümeleri içinde iddialı olanlar buna kızabilir ama onlar da bu koşulları yerine getirmedikleri takdirde -hala girmedilerse- kaçınılmaz bir çürüme sürecine girecekler.) Sosyal süreçler ve kolektif aklın gelişmesi çoğu zaman dolambaçlı ve uzun yollardan geçerek öngörülmesi pek kolay olmayan çözümlere ulaşıyor. Bu da sürekli gerilim yaratmaya devam ediyor. Daha çok yol var ama insanlar sislerin arasında, yavaş yavaş mevzilenecekleri alanı belirlemeye başlıyor.

 

Mehmet Tanju Akad

Bu yazı TELGRAFHANE dergisinin Mayıs-Haziran 2013 tarihli sayısında yayınlanmıştır.

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir