Türkiye’nin Demokratikleşme Ya Da Gericileşme Süreci- Mehmet Ali Yılmaz

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Türkiye 1946 seçimlerine çok parti ile girince ya da 1950’de iktidar seçimle değişince

daha demokratik bir yönetime mi kavuştu? Yoksa dünya emperyalizminin yeni efendisi ABD’nin politikalarına daha uyumlu yeni bir yönetim mi oluştu?

TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİKLEŞME YA DA GERİCİLEŞME SÜRECİ

Giriş

Türkiye’nin “demokratikleşme ya da gericileşme süreci”ni incelediğimiz zaman, bu sürecin altında yatan şu temel gerçekle karşılaşıyoruz:

Ülke ne zaman emperyalist kapitalizmin hegemonyasından kurtulma hamleleri yaparsa, bağımlılık zincirini kırmaya kalkışırsa; o dönemlerde Türkiye’de demokratikleşme yönünde, demokratik hakların gelişmesi yolunda ilerlemeler meydana gelmektedir.

Türkiye’nin demokratikleşmesi, bazı işbirlikçilerin iddia ettiği gibi ne NATO’dan geçmektedir ne de AB’ den.  Ne ABD ile İkinci Paylaşım Savaşı sonundan itibaren kurulan ikili ilişkiler Türkiye’yi demokratikleştirmiştir ne de Avrupa Topluluğu ile birleşme çabaları. Zaten bu emperyalist devletlerle ve kuruluşlarla kurulan ilişkilerin Türkiye’yi demokratikleştirmesi mümkün de değildir. Çünkü kapitalizm, emperyalizm aşamasında gericileşmiştir. Kapitalizm bu aşamaya geçince ilerici özelliğini bütünüyle kaybederek, artık üretici güçleri ve dolayısıyla toplumları geliştirmemiş; sömürüyü bütün dünyaya yayarak talancılığı esas almıştır. Kapitalizm; tekelleşmeye, sermaye ihracı ve dünyanın her köşesinin sömürgeleştirilmeye başlanmasıyla ortaya çıkan emperyalizm döneminde, üretmekten çok asalaklığa, talancılığa ve ilhakçı politikalara yönelmiştir. Halkları ezerek, savaşlar çıkararak, işgallere başvurarak varlığını sürdürmeye başlamıştır. Sömürünün ve soygunun devamını sağlayabilmek için faşizme ve gericiliğe başvurarak halk kitlelerinin baskı altında tutulması amaçlamıştır. Faşizmi bir siyasal yönetim biçimi olarak benimsemiş olan emperyalizm özde demokrasi ve emekçi halk kitlelerinin ekmek mücadelesinin düşmanıdır.

Bu durum şu anlama da gelir: Emperyalizm uluslaşma sürecini tamamlayamamış, demokratik devrimini (tam olarak) gerçekleştirememiş halkların kurtuluş ve demokratik haklar mücadelelerinin önündeki en önemli engeldir. Prekapitalist unsurlarla da işbirliği yapmaktan kaçınmayarak uluslaşma sürecinin önünü kesmektedir. Asya’da, Afrika’da ve Amerika kıtasındaki birçok geri bıraktırılmış ülkede uluslaşma ve demokratikleşme sürecinin önünü kesen gerici ittifakın başını emperyalizm çekmektedir. Bu diktatoryal ittifakın yardımcı oyuncuları da ülkelere göre konumları ve etkinlikleri değişen “yerli” (işbirlikçi) sermaye çevreleri ve prekapitalist üretim ilişkilerine dayanan güç odaklarıdır.

Demokrasinin Gelişim Seyri

1-Kapitalizmin ülkenin kendi iç dinamikleriyle geliştiği Batılı devletlerde demokrasi burjuva devrimleriyle birlikte gerçekleşti.

Bu ülkelerde genellikle burjuvazi, aşağıdan yukarıya, manifaktürden sanayiye doğru gelişen bir süreç içinde ortaya çıkmış ve toplumun ilerletici gücü rolünü oynayarak prekapitalist (feodal) sistemin yıkılmasında ve burjuva düzeninin kurulmasında belirleyici olmuştur. Koşullara göre çeşitli ittifak ilişkileri içine de giren burjuvazi XVII-XVIII ve XIX. yüzyıllarda Batı Avrupa’da gerçekleştirilen devrimlerle demokrasiyi (önemli ölçüde) gerçekleştirmiştir.

Burjuva demokrasileri kapitalizmin rekabetçi döneminde-emperyalist aşama öncesinde- gerçekleştirilmiştir.

2-Demokrasinin gerçekleştiği bu ülkelerin hiçbiri başka bir kapitalist ülkeye bağımlı olmayıp, hepsi de bağımsız ülkelerdir. Bir ülkede burjuva deviminin gerçekleşebilmesi için ekonomik gelişmişliğinin yanı sıra bağımsız olması (İngiltere ve Fransa örneklerindeki gibi) ya da demokratik devrim sürecinin bağımsızlığını kazanma süreciyle birlikte yürümesi gerekir ( Amerika örneğinde de görüldüğü gibi).

3-XX. yüzyılın başlarından itibaren kapitalizmin tekelci aşamaya geçmeye başlamasıyla birlikte, emperyalizm aşamasına giren Batılı kapitalist ülkeler, dünyayı yeniden paylaşma savaşına girişmişler ve bu arada siyasi demokrasi alanında kaçınılmaz olarak gericileşmişlerdir. Siyasal gericilik bu ülkeler için artık belirleyici bir özellik olmuş ve demokrasi alanında da bu gerici karakterlerini ortaya koymuşlardır. Ne metropollerde ne de sömürgelerde demokrasiyi geliştirmişlerdir. Uluslaşma sürecini de tamamlamış olan bu emperyalist ülkeler kapitalist anlamda gelişmelerinin sonuna gelerek gericileşmeye başlamışlardır. Bundan böyle demokrasinin bu sistem içinde gelişmesi mümkün değildir. Çünkü gelişmesini tamamlamış olan burjuvazi artık geliştiren bir toplumsal sınıf olmaktan çıkarak, toplumu geliştiren başka sınıf ve tabakaların sırtında parazit gibi yaşamaya başlayacaktır. Burjuvazi artık toplumun kamburu durumundadır. Bundan sonra ilerici olan, toplumu geliştirecek, üretimin doğrudan içinde olan, üretimi gerçekleştiren yegâne sınıf olan proletarya ancak demokrasiyi geliştirecektir.

4-Bu arada emperyalistleşen burjuvazi, sömürge ülkelere yaptığı sermaye ihracıyla, bu ülkelerin hammadde kaynaklarına ve ucuz işgücüne el koyarak buraları talan etmeye başlamış ve bu sömürgelerden elde ettiği yüksek soygun kazancının bir kısmını kendi ülkesinin küçük burjuvazisine ve işçi sınıfı önderlerine dağıtarak proletaryanın ileri unsurlarının bir bölümünü kontrolü altına almıştır. Böylece toplumu ileriye doğru değiştirecek, dönüştürecek devrimci güçleri parçalayarak gerici cepheyi güçlendirmiştir. Emekçi cephesinde açılan bu gedik XX. yüzyılılı da aşarak gittikçe büyütülmüş, çeşitlendirilmiş ve günümüzün de başlıca sorunu olarak, farklı görünümlerde varlığını sürdürmektedir.

TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİKLEŞMESİ DENİLEN SÜRECİNİN GERÇEK ANLAMI NEDİR?

Osmanlının son yüzyılını inceleyince, Kapitalist Batının Osmanlıyı hegemonyası altına alma yolunda ilerlediğini, sömürgeleştirilmesi yönünde atılan adımların hızlandığını görürüz. Türkiye’nin bağımlılaşması da diyebileceğimiz bu süreçte atılan adımların başlıcalarını şu şekilde sıralayabiliriz:

a-1838 Serbest Ticaret Anlaşması,

b-1839 Tanzimat Hareketi,

c-Batı sermayesinin girişi ve borçlanma sürecinin önünün açılması,

d-1878 Berlin Konferansı’nda alınan kararlar ve Düyunu Umumiye’nin kabulü,

e-Demir yollarının Batılılarca yapımı, madenlere, tarıma, ticarete el konulması, deniz yollarının ve mali sistemin ele geçirilmesi, gümrüğün neredeyse kaldırılması, vd…

Bu atılan adımlar Osmanlıyı Batılı devletlerin yarı-sömürgesi haline getirmekle kalmamış, sonuçta paylaşılmasına kadar götürmüştür.

Emperyalistler arası I.Paylaşım Savaşı sonlandığında Osmanlı İmparatorluğu fiilen yok olmuştu. Savaşın galipleri Osmanlıyı parçalamışlar ve Anadolu’yu işgalleri altına almışlardı.

Emperyalist işgale karşı verilen mücadele dönemi ilk kez halkın, bir millet olma yolunda örgütlenmeye başladığı, bir meclis oluşturarak, o çatı altında mücadeleye girdiği dönemdir. Türkiye’nin uluslaşması yolunda daha önceki yıllarda da sınırlı adımlar atılmışsa da (aydınların 19. Yüzyılın sonlarından itibaren yürüttükleri mücadeleler, 1876 ve özellikle 1908 hareketleri gibi) asıl olarak 1919-20’den itibaren, emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi yükselmeye başlayınca bu yönde gelişmeler ortaya çıkmıştır.

Türkiye’de emperyalizme karşı aydın-bürokrat ve Anadolu eşrafı öncülünde mücadele yürütülürken Avrupa süratle siyaseten gericileşmeye devam ediyordu. Faşizmin yükselişe geçtiği Batıda işçi sınıfı hareketleri de ezilmeye çalışılıyordu. Bu arada II. Enternasyonal solcuları emperyalist politikalara çoktan teslim olmuşlardı.

Batının kapitalist ülkelerinde faşizm ve Nazizm yükselişe geçerken; Doğuda Sosyalizm ve ezilen halkların mücadelesi yükseliyordu. Bu arada Sovyetler Birliği’nin ve dünyanın ezilen halklarının desteğini alan Türkiye’nin Kurtuluş Mücadelesi, Avrupa’daki gerici gidişin aksine ilerici yönde gelişmeler göstermektedir. Son yıllarda yapılan bilinçli, planlı karalama kampanyalarının etkisi altında kalmadan incelediğimiz zaman, prekapitalist Osmanlı düzeninin yarattığı olumsuz koşullara rağmen, kısa sürede, demokrasinin alt yapısının oluşturulması yönünde halkçı adımlar atıldığını, uluslaşma sürecinin emperyalizmin engelleyici etkilerine karşın sürdürüldüğünü görüyoruz. Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilmeye çalışılan başlıca ilerici, kalkınmacı ve demokrasinin kurulmasına hizmet edebilecek gelişmeler şunlardır:

-Ortaçağ kurumları olan Saltanat ve Hilafet kaldırılarak Cumhuriyet ilan edilmiştir.

-Bilimin ve bilimselliğin belirleyiciliği eğitimde ve sosyal hayatta esas alınmaya başlanmıştır.

-Matematik, Geometri, Tarih, Coğrafya, Felsefe, Mantık ve Darvin Teorisi temelinde Biyoloji gibi dersler esas alınarak eğitim sisteminin yenilenmesi yoluna gidilmiştir.

-Türkçe’nin geliştirilmesi yönünde adımlar atılıken; okuma-yazmayı kolaylaştırmak ve Batının bilimsel gelişmesini takip edebilmek için Latin Alfabesi benimsenmiştir.

-Edebiyata, sanata, resime, müziğe, yabancı dil eğitim ve öğretimine önem verilmeye başlanmıştır.

-Kadın hakları geliştirilmiş, Laiklik benimsenmiş ve dinin toplum hayatındaki konumu geriletilerek bilimsel gelişmelerin önü açılmaya,

-Şerri hukuka son verilerek evrensel hukuk sistemi yürürlüğe sokulmaya,

-Ekonomi alanında dışa bağımlılık azaltılmaya, Osmanlının borçları tasfiye edilmeye çalışılmıştır.

-Uygulanan devletçi ekonomi politikası sayesinde dünya ekonomik bunalımı (1929-33) büyük yaralar almadan atlatılabilmiştir.

-Prekapitalist ilişkiler tasfiye edilmeye çalışılmışsa da bu güçlerin etkisizleştirilmesi başarılamamıştır. Toprak reformu gerçekleştirilemediği gibi, tarikat, cemaat vb örgütlenmelerin etkinliği yok edilememiştir. Bu gerici güçler daha sonraki yıllarda uygun ortamını bulunca yeniden canlanarak, emperyalist gericilikle de kolayca uzlaşarak ülke siyasetinde, ekonomisinde ve kültüründe etkili olmanın yollarını bulmuşlardır.

Çok Partili Hayat Demokratikleşmenin Olmazsa Olmazı Mı?

Geçtiğimiz yıllarda, Türkiye’de demokrasinin tek ölçütü çok partili hayatmış gibi bir hava yaratılarak yeni liberaller ve gerici çevreler tarafından, tek parti dönemine saldırı üstüne saldırı tazelenmiştir. Hiç şüphesiz burjuva demokrasilerinde çok partili hayat çok önemlidir. Ama aynı burjuva demokrasilerinde, Avrupa’da çok partili hayat zaman zaman fiilen yok edilebilmiştir. İtalya ve Almanya’da, bizde tek parti dönemi yaşanırken, tekelci sermaye istediği için çok partili hayattan faşizme, Nazizme geçilmiştir. İspanya ve Portekiz’de de faşist yönetimler on yıllarca sürdürülmüş ama Avrupa’nın geri kalan ülkeleri ve “hür dünya” şampiyonu ABD, bu iki diktatörlüğe karşı olağan üstü tedbirler almamışlardır.

Türkiye 1946 seçimlerine çok parti ile girince ya da 1950’de iktidar seçimle değişince daha demokratik bir yönetime mi kavuştu? Yoksa dünya emperyalizminin yeni efendisi ABD’nin politikalarına daha uyumlu yeni bir yönetim mi oluştu?

NATO’ya girmek uğruna, Kore savaşına katılan Türkiye, üstelik Meclise bile sormadan dünyanın öbür ucundaki savaşta ABD yanında savaşarak daha demokratik mi oldu? Orduyu NATO’ya bağlayan, ülkede birçok NATO ve ABD askeri üssü kurulmasına imkan sağlayan DP iktidarı, Pentagon’un emrinde Kontrgerilla örgütlenmesine izin vererek karanlık ve kanlı bir dönemin kapısını açıyordu.

Amerikan çıkarları için ortaya atılan Eisenhower Doktrini’ni gönüllü olarak benimseyerek, Amerikan tekellerinin doğrudan adamı olan gerici, dinci Dışişleri Bakanı Dulles’ın Ortadoğu politikasının peşine takılarak; ABD ile askeri, ekonomik ve kültürel alanlarda sayısız ikili bağımlılık anlaşmaları imzalayan DP iktidarının demokratik yönetiminden söz edemeyiz.  Sovyetlere karşı; ABD’nin isteği doğrultusunda Irak, İran ve Pakistan gibi bölge ülkeleriyle Bağdat Paktı’nı kurarak, Soğuk Savaş silahşorluğu yaparak ve daha da önemlisi ABD ile “dolaylı saldırı”ya karşı savaşı esas alan anlaşma imzalayarak ülkemizde ortaya çıkabilecek her türlü demokratik gelişmenin yolunu keseceklerini ilan ediyorlardı. Eisenhower Doktrini’ne göre, “komünizm silah kullanmadan da, dolaylı olarak saldırıya geçebilirdi.” ABD’nin politikası haline getirilen bu doktrine göre, komünizmin saldırısı bahane edilerek başka ülkelerin içişlerine karışılabilirdi. ABD Başkanı Eisenhower tarafından dünyanın en stratejik bölgesi olarak kabul edilen Orta-Doğu’nun en kritik ülkesi olan Türkiye özel ilgi alanları oluyordu. Bu nedenle Türkiye yoğun bağımlılık ilişkisi içine sokuldu ve ülkede demokrasi dışı uygulamalara başvurulması adeta kural haline getirildi.

Kendi vatandaşlarına karşı, bir kontrgerilla faaliyeti olan 6-7 Eylül komplosunu düzenleyen, muhalefet partisine siyasi faaliyet yaptırmamak için her türlü baskıcı yola başvuran, muhalefet liderini taraftarlarına taşlatan, miting yapmasına engel olan, Vatan Cephesi gibi organizasyonlarla halkı bölen, protestocu gençlerin üzerine ateş açan, muhalif gazetecileri ve yazarları hapse atan bir iktidarın demokrasiyi geliştirdiğinden söz etmek mümkün değildir. Mecliste kurdurulan Tahkikat Komisyonu ile güçler ayrılığı ilkesi yok edilerek iktidar diktatoryası kuruluyordu.

1947-60 dönemi; Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığının temelinin atıldığı yıllardır. 1980 yılına kadar (12 Mart dönemini hariç tutarsak)Türkiye’nin en gerici ve baskıcı yılları bu dönem olmuştur. Bu dönemde solculara, işçi sınıfına ve her türlü ilerici harekete göz açtırılmayarak Amerikan emperyalizminin ülkeye yerleştirilmesi sağlanmıştır.

Kontrgerilla örgütlenmesi DP iktidarı döneminde kurulmaya başlanmış, Komünizmle Mücadele Dernekleri kurulmuş, iktidarın kontrolünde işçi ve gençlik örgütlenmeleri geliştirilmiş, gerici tarikatlar ve iktidar borazanı yayın faaliyetleri desteklenerek halka sol-sosyalizm düşmanlığı aşılanmıştır.

Emperyalist sermaye ile işbirliği içine giren gelişen kapitalist sermaye çevreleri, toprak ağaları ve diğer prekapitalist unsurlar ittifakının desteğini alarak iktidara gelen DP döneminde ekonomi ve askeri alanlarda dışa bağımlılık artarken; içerde ise sermayenin payı işgücüne göre daha fazla artmıştı. Ağustos 1958’de ise Türk Lirası, ABD dolarına göre 2.80 liradan 9.45 Türk Lirasına çıkarılarak devalüe ediliyordu. Ekonominin giderek kötüleşmesi, siyasi plandaki gerilimin oldukça yükselmesi, bu iktidarın Türkiye’de önemli bir toplumsal ve siyasal güç olan küçük burjuva radikalleri tarafından yıkılmasını kolaylaştırmıştır.

27 Mayıs ve 1961 Anayasası

DP’nin faşizan baskıcı politikaları giderek daha fazla benimsemesi, yargının yerine iktidarını ikame etmesi ve özellikle aydınlara, gazetecilere ve rakip politikacılara karşı saldırıya geçmesi sonunu getirmiştir.

27 Mayıs ihtilali saf bir hareket değildir, içinde farklı kesimleri barındırır. Bu hareketin içinde DP diktatörlüğüne son vererek demokrasiyi kurma iddiasını taşıyan da vardır, Amerikancı olan da. Bu hareketin içinde Kemalist, CHP yanlısı olan da yer alıyordu; cuntacı, faşist olan da. Hatta sola, sosyalizme yakınlık duyanların da olduğunu kendi anlatımlarından biliyoruz.

27 Mayıs ihtilali hakkında pek çok değerlendirme yapılmıştır. Bu değerlendirmeyi yapanlardan birisi de Mahir Çayan’dır. 12 Mart döneminde yargılandığı askeri mahkemede Mahir Çayan 27 Mayıs ihtilali hakkında şu değerlendirmeyi yapar: 

“27 Mayıs harekâtının anlam ve niteliği nedir? 27 Mayıs harekâtı, emperyalizm-işbirlikçi burjuvazi-feodal unsurlara bir başka deyişle hâkim gerici ittifaka karşı küçük burjuva radikalizminin (Bürokrasi ve ordu içindeki milliyetçi devrimcilerin) bir ilerici, devrimci harekâtıdır.

“Türkiye devrimler tarihinde oldukça önemli ve şerefli bir yere sahip olan 27 Mayıs harekâtı, ifadesini 1961 Anayasasında bulmuştur.”

27 Mayıs harekâtının en önemli sonucu 1961 Anayasası olmuştur. Halk oylamasında yüzde 61.7’lik oy oranı ile kabul edilen bu anayasa Türkiye’nin bugüne değin gördüğü en ilerici anayasa olmuştur. Mahir Çayan‘ın bu anayasa hakkındaki düşüncesi de şöyledir:

“1961 Anayasası, hâkim gerici ittifaka hayat hakkı tanımayan, bütün milli ve devrimci sınıflara imtiyaz tanıyan ilerici bir anayasadır. Bu anayasa milli demokratik devletin anayasası olabilecek kadar devrimci bir muhtevaya sahiptir.”

1961 Anayasası,TCK’daki kısıtlayıcı hükümlere rağmen; düşünce ve basın özgürlüğü, örgütlenme-sendikalaşma, grev hakkı, toplu pazarlık gibi alanlarda önemli gelişmeler kaydedilmesinin önünü açtı.

27 Mayıs’dan sonra sendikacıların önderliğinde TİP kurulmuş, Doğan Avcıoğlu gibi küçük burjuva radikallerinin başını çektiği geniş bir aydın kesim tarafından YÖN hareketi başlatılmıştır. Sol-sosyalist literatürün Türkçeye çevrilmeye başlanması da bu dönemden sonra hız kazanmıştır.

Yeni anayasa gereğince 1963’te kabul edilen 274 ve 275 sayılı yasalar sendikal örgütlenmenin önündeki engelleri kaldırıyordu.

Kıbrıs sorunu nedeniyle ABD Başkanı Johnson, Başbakan İnönü’ye bir mektup yazarak Türkiye’yi tehdit etti. İhtilal ile yıkılan DP’nin devamı olan partilerle kurulan koalisyon hükümetinin başında olan İnönü’nün bu mektuba verdiği cevap hükümetinin yıkılışını hazırladı. ABD’nin Kıbrıs sorunuyla ilgili takındığı Türkiye açısından olumsuz tavır gençliğin tepkisini çekmekte gecikmedi ve 1964 yılında ABD‘ye karşı geniş katılımlı protesto eylemleri yapılmaya başlandı. Millici karakterli bu eylemler daha sonraki yıllardaki anti-emperyalist eylemlerin temelini oluşturuyordu.

1960’lı yılların önemli örgütlenmelerinden biri olan TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) 1965 yılında kuruldu.

1965 Genel Seçimlerine katılan TİP, seçim çalışmaları sırasında ilk kez işçiye, köylüye, dar gelirliye seslenerek iz bırakan bir seçim kampanyası yürüttü. Halk ilk kez farklı bir ses duydu. Bu seçimlerde TİP yüzde üçe yakın oy alarak 15 milletvekili çıkardı. TİP’in bu etkili çıkışı CHP’nin “ortanın solu” fikrine yönelmesine de neden oldu. Bu gelişmeler Türkiye’de yeni halkçı programların tartışılmasını sağladı ve sola yönelik ilgiyi arttırmaya başladı. Özellikle aydınlar arasında ve üniversitelerde sol, sosyalist fikirler etkili olurken; toplum içinde tabu olan solculuk, devrimcilik meşrulaşmaya başladı.

Sınıf mücadelesinin siyasetin dışında tutulamayacağına, işçi sınıfının siyasette söz sahibi olması gerektiğine ve sendikacılığın salt ekonomik talepler içine hapsedilemeyeceğine inanan bir grup sendikacı Türk-İş’ten ayrılarak 1967’de DİSK’i kurdular.

Bu dönemde solcu, devrimci fikirler özellikle gençlik içinde yaygınlaşırken; gençlik örgütlenmeleri de ortaya çıkıyordu. Önce FKF’ler kurulmaya başlandı. Dünyadaki gençlik hareketlerinin de etkisiyle ama esas olarak ülkenin emperyalizme bağımlılığı, halkın ve gençliğin sorunlarından kaynaklı olarak gençlik giderek hareketleniyordu. Bağımsızlık talepleri ön plana çıkıyordu. ABD emperyalizmine ve NATO’ya karşı mücadele yükselmeye başladı. Bu arada Anadolu çocuklarının sola olan ilgisi giderek artıyor ve bu gelişmeyle birlikte küçük-burjuva aydın karakteri ağır basan FKF, DEV-GENÇ’e dönüşerek daha mücadeleci ve halkçı-devrimci bir gençlik örgütü ortaya çıkıyordu.

1960’ların ikinci yarısında, gençlik hareketinin yükselmesine paralel olarak köylü hareketleri de gelişme gösteriyordu. Kapitalist sömürüye karşı mücadeleye başlayan üretici köylülerin yanı sıra, prekapitalist ilişkilere karşı isyan enden köylüler toprak talepleriyle ayağa kalkıyorlardı.

Solun, sosyalist hareketin yükselişe geçtiği bu dönemi demokratikleşme ve özgürleşme anlamında kısmi gelişmelerin olduğu yıllar olarak görebiliriz. 1960’ların ikinci yarısı, daha serbest tartışmaların olduğu, sol içerikli yayınların-dergilerin çıkarıldığı, grev ve gösterilerin yapılabildiği, örgütlenmenin eskisine oranla geliştiği bir dönemdi. Türkiye’nin ABD hegemonyası altına sokulduğu dönemde (1946’dan itibaren) yaşadığı demokrasi ve devrim mücadelesinin en fazla yükseldiği yıllar 1960’lardır.

Bu yılların dünyada bağımsızlık mücadelelerinin zirve yaptığı dönem olmasının da Türkiye’deki bu olumlu gelişmeye etkisinin olduğunu belirtmeliyiz. Küba devriminden sonra Vietnam kurtuluş mücadelesinin verilmekte oluşu, Kamboçya, Laos ve bazı Afrika ülkelerinde emperyalistlere karşı verilen bağımsızlık mücadelelerinin yükseldiği yıllardı o dönem.

Bu yıllarda Türkiye’deki gençlik mücadelesinin belirleyici karakteri anti-emperyalizmdi. Bu mücadelenin ana sloganı ise “Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye”ydi. Gençliğin ve halkın mücadelesi yükseldikçe demokrasi alanında da gelişmeler olmuştur. Ne zaman ki demokratik hak mücadeleleri, kitle hareketleri geri gitmeye başladı işte o zaman faşizm ve gericilik dalgası yükselmeye başlamıştır.

Devam edecek

Mehmet Ali Yılmaz

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir