Türkiye’nin Gorbachev’i: RTE….-Mehmet Ali Yılmaz

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

RTE’nin son aylarda attığı politik adımlara bakınca Sovyetler Birliği’ni gömen

 

 

Gorbachev’in oynadığı rolü hatırlamadan edemiyoruz. Özellikle R. T. Erdoğan’ın son Diyarbakır şovu ve bu gösteride Barzani ile verdiği resim tam da Gorbachev’in tarihi rolünü hatırlattı.

Gorbachev, Sovyetler Birliği’ni hiç umulmadık bir biçimde, aniden ve ciddi bir direnişle karşılaşmadan yıkmayı başardı. İlk önce herkes Gorbachev’in sistemi reformlarla kurtaracağı yanılgısına kapıldı ya da öyle bir beklenti yaratılarak aldatıldı. Bu yıkım sürecinde rol kapan Rus entelejansiyasının, emperyalist güçlerin “özgürlük” ve “demokrasi” çığlıklarıyla verdikleri destekten aldıkları güçle salladığı balyozların etkisi de unutulmaz. Bürokrasi ise devletine sahip çıkmak yerine; köşe başlarını tutarak kısa sürede oligarklaşmanın yollarını aramaya başlıyordu.  70 yılda biriktirilen emekçi halkın bütün ekonomik değerlerini sınır tanımadan, acımasızca yağmaladılar. Ülke, içine düşürüldüğü bu karmaşanın yarattığı merkezkaç kuvvetin etkisiyle hızla parçalandı ve bölündü. Bu gelişmelere paralel olarak modern derebeyler türemeye başladı ve adeta yeni bir iç savaş dönemine girildi.  Dünyanın en güçlü ordularından biri olan Kızılordu sahipsiz kaldı, dağılma noktasına getirildi. Devrim yapmış, ülke kurmuş, büyük savaşlar yönetmiş Komünist Partisi ise en tepeden başlayan ve yıllarca süren çürümenin de etkisiyle bu büyük yıkıma direnç gösteremedi.

Emperyalizmin yıllardır yürüttüğü saldırıyı 1980’den itibaren daha da yoğunlaştırması meyvesini veriyordu. Dünyanın ilk büyük işçi devrimiyle kurulan ülkeyi emperyalizm ve içerideki işbirlikçileri yıkıyorlar ve dağıtıyorlardı. Bu çökertme, emperyalizm önünde diz çöktürme süreci Yeltsin gibi işbirlikçilerin yıkımı daha da büyütme çabalarına rağmen on yıl kadar sürdü. Ve bu büyük dağılma-yıkım süreci eski KGB’den arta kalanların başını çektiği bir kesim tarafından durduruldu. Putin’in önderlik ettiği bu güçler dağılıp yok olma sürecini, Rus ulusal bilincini canlandırarak durdurmayı başardılar. Ve kısa sürede Rusya’yı dünyanın sayılı büyük güçleri arasına sokarak ABD emperyalizmini kısmen de olsa Çin gibi bazı Asya ülkeleriyle birlikte dengelemeye başladılar. (Rusya ile Çin gibi iki büyük gücün “birlikteliği”nin çelişkili bir yakınlaşma olduğunu da hatırlatmalıyız.)
***
Lenin’in devrimle kurduğu Sovyetleri Gobachev’in karşı-devrimiyle 1990’da yıktılar.

Türkiye Cumhuriyeti ise emperyalizme karşı verilen bir kurtuluş savaşı sonucunda kuruldu ve 15-20 sene içinde karma-ekonomi modeliyle kalkınmaya çabaladı. Daha sonra emperyalizmin hegemonyası altına sokularak bağımlılık ilişkisi içinde 1980’lere kadar bu ekonomi politikasını sürdürmeye çalıştı. Türkiye’nin esas yıkım sürecini ise Özal’la birlikte başlatabiliriz.

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte Türkiye’nin yaşadığı gelişmelerin en çarpıcı olanlarına baktığımız zaman şu gerçeklerle karşılaşırız: Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra emperyalizmin Avrupa’nın Güney-Doğusunda Türkiye gibi büyük bir devlete ve TSK kadar güçlü bir orduya ihtiyacı kalmamıştı. ABD’nin yeni Ortadoğu politikalarının uygulamaya sokulabilmesi için yeni devletlere ve araçlara ihtiyacı vardı, eski politikaların uygulaması için gerekli olan araçlarının tasfiye edilmesi yönünde adımlar atılmalıydı ve atıldı.

1990’lardan sonra Türkiye’nin emperyalizmin yeni-liberal ekonomi politikalarının tam tuzağına düşürülerek elinin ayağının bağlanması süreci başlatılıyordu. Türkiye büyük sermayesi beklendiği gibi bu dönemde de emperyalizmin ayakçılığını yapmaya devam ederek bu yeni politikanın baş muavini görevini yerine getirmeye başlıyordu. Yeni liberal politikalarla ülkenin yağmalamasına, halkın daha fazla soyulmasına çanak tutarak daha fazla pay koparma peşindeydi.

İktidarlar ise emperyalizmin yeni politikalarına ayak uydurarak 70 yılda karma-ekonomi modeliyle yaratılan ekonomik değerlerin yok pahasına satışına, özelleştirilmesine başlamışlardı bile. Uluslararası finans sermayesine ülkenin kapılarını ardına kadar açarak daha önce görülmemiş ölçülerdeki soyguna imkân tanıyorlardı. Özellikle ABD’nin 2002’de iktidara taşıdığı AKP yönetimi ile birlikte, emperyalizmin Türkiye’ye ve içinde yaşadığımız bölgeye yönelik yeni politikalarının hayata geçirilmesi süreci hızlandırılıyordu.

Emperyalizmin yeni politikalarının uygulanması döneminde, Türkiye’nin ekonomisi gibi devlet yapısı, bürokrasisi de teslim alınarak ihtiyaca göre yeniden şekillendiriliyordu. Ordu, iktidarın ve Amerikancı Cemaatin eliyle yapılan operasyonlarla kontrol altına alınarak ülkeyi her türlü saldırıya karşı savunması gerekirken ancak kendi canlarının “meşru müdafaa”sını yapma noktasına kadar geriletilerek etkisizleştiriliyordu. Ülkenin güvenliği ve istihbarattan sorumlu MİT’in başındaki kişi ise memleketi parçalama ve bölgede bir Kürt devleti kurdurma operasyonunun bizzat yürütücüsü olarak görevlendiriliyordu. Polis teşkilatı ise yeni Amerikan planına ve iktidarın sistemi yıkarak gericileştirilmesine karşı çıkanları toplayarak onların suçlanmalarını ve ele geçirilen yargı marifetiyle hapse atılmalarını sağlamakla meşgul oluyordu. Ve bu yöntemlerle Cumhuriyet değerlerinin yok edilmesi ve bu gidişe direnen güçlerin etkisizleştirilmesi kolaylaşıyordu.

Türkiye’nin bu geriye doğru sürüklenişi döneminde Türkiye entelejansiyasının büyük bir kısmı, halkını ve ülkesini emperyalizmin bu yeniden hegemonya kurma politikasına feda ederek ihanet sürecine destek oluyordu. Türkiye solunun kanaat önderlerinin birçoğu da bu kervana katılarak büyük bir aymazlıkla teslimiyeti onaylıyorlardı.
***
ABD’nin Genişletilmiş BOP’nin en önemli hedef ülkesinin Türkiye olduğunu biliyoruz. Bu projeye göre Türkiye’nin küçültülmesinin amaçlandığı da herkesin malumu. Bu işi gerçekleştirmek için Türkiye’de de bir Gorbaçhev gerekiyordu. 90 yıllık laik cumhuriyeti yıkmak kolay değildi. O kişiyi buldular ve başbakan olması için önünü açtılar. İşte o kişi 12 yıldır bu “kutsal” görevini yerine getirmek için çalışmalarını olanca gücü ile sürdürmektedir. Son olarak (Kasım 2013’de) gittiği Diyarbakır’da emperyalizmin bölgedeki güvenilir adamı Barzani ile yaptıkları düetle ABD’nin kurulmasını istediği yeni Kürt devletinin marşını söyleyerek; Türkiye’nin parçalanması yolunda aşılması gereken önemli bir dönemeci geçiyordu.

Elbette ki Kürt halkı bir devlet kurmak isteyebilir, bu hakkıdır da. Günümüzde bu istek, ABD emperyalizmi ve bölgedeki uzantılarınca dile getiriliyor veya destekleniyorsa işte orada durmak gerekir. Bu talep, Genişletilmiş BOP’nin gereği olarak da gündeme getiriliyorsa buna karşı çıkmak bölge halklarının hakkıdır. Bin yıl aynı devletlerin çatısı altında yaşamış halkların, en son olarak da yaklaşık yüz yıl önce birlikte kurdukları devleti, emperyalist projelerden aldıkları destekle parçalayarak ayrılmak istemek ve bu ayrılığı “Türkiye’yi büyütüyoruz” aldatmacasıyla planlamaya ülke halkının razı olma zorunluluğu yoktur. Halk bu planlara ve taammüden yaratılan parçalama girişimine, iktidara rağmen, dur diyebilir. Bölge halklarının ve Türkiye halkının emperyalist hegemonyayı Ortadoğu’da güçlendirecek bütün gelişmelerin önünü kesmesi olumludur, savunulması devrimcilerin görevidir.  

ABD’nin GBOP’le hedeflenen, Türkiye’yi ve diğer bölge ülkelerini parçalayarak bir Kürt devleti kurma girişimlerine destek veren medya mensupları, kanaat önderleri ve “sol” kesimden bazı çevreler bir gerçeği anlamak zorundadırlar. Bu girişimlerin sonu bütün bölgenin Suriye olmasına neden olabilir. Çıkacak yeni bir savaş ne Kürtlerle diğer halklar arasında kalacaktır ne de sadece bu ülkelerin sınırlarında cereyan edecektir. Böyle bir gelişmenin bütün Ortadoğu’yu ortaçağın koyu karanlığına sürükleyebileceğini söylersek abartmış olmayız.

Bu noktada tarihe dönüp bakalım: Mart 1919’da Moskova’da toplanan Komünist Enternasyonal’in Kuruluş Kongresi Lenin’in açış konuşmasıyla başlar. 51 ülkeden delegelerin katıldığı bu kongrede “Komünist Enternasyonal’in Bütün Dünya Proletaryasına Manifestosu” adını altında bir bildiri yayınlanır. Bu bildiride ABD’nin bugünkü Ortadoğu politikalarının anası sayılması gereken, Kurtuluş Savaşı öncesinde Sivas Kongresinde tartışma konusu olan Amerikan Mandacılığına dayanak teşkil eden, Wilson Prensipleriyle ilgili yapılan tespit ibret vericidir.

Wilson’un programı, en fazla, sömürge köleciliği firmasının tabelasının değişmesine yol açabilir. Sömürgelerin kurtuluşu ancak metropollerin [işçi sınıfının] kurtuluşu ile birlikte mümkündür.” (III. Enternasyonal 1919-1943 Belgeler, Derleyen: Herman Weber, s.10, Belge Y. 1979)

Kaldı ki; Kürtlerin yaşadığı dört parçanın hiçbirinin sömürge sayılamayacağını emperyalizmin ne olduğunu bilen ve Kürt meselesine objektif bakan herkes kabul edecektir. Manifestoda ortaya konan bu görüşle Türklerin, Kürtlerin, Arapların ve diğer bölge halklarının kurtuluşunun ancak bölge ülkelerinde gerçekleşecek devrimlerle mümkün olduğu fikri güçlendirilmektedir.
***
Bütün hatalarına rağmen Sovyetlerde bürokrasi ve aydınlar sosyalist ideoloji ile eğitilmişlerdi. Onlar yaptıkları büyük yanlışı gördüler ve ülkelerinin yıkılışını durdurarak adeta yeni bir “burjuva devrimi”yle yeniden yükselişe geçmesini sağladılar. Yaptıkları demokrasisi çok eksikli bir tür “burjuva devrimi”ydi, çünkü “devrim”in önderi işçi sınıfı değil, Rus milliyetçisi olan Sovyet döneminin bürokratlarıdır. Burjuva anlamda demokrasi kurulmuş değil ama en azından önlerinde kurma şansları var. Ülkelerinin ayaklarının altından kayıp gitmesini durdurmayı başararak yükselişe geçmiş olmaları bile hem kendi halkları hem de dünya için çok şey ifade etmektedir. (Not: Rus yöneticiler, milliyetçiliği demokratik-sosyal politikaların altlığı haline getirmeyip öne çıkarmayı esas politika olarak sürdürürlerse faşizan bir tehlike yaratırlar. Bu gelişme ile kendi halklarını ezdikleri gibi komşu ülkeleri hegemonyaları altına almaya kalkışmaları tehlikesini de yaratacakları unutulmamalıdır…)

Türkiye’de bugün iktidarda olanlar ise dinci ideolojiyle, Müslüman Kardeşler olarak yetiştirildiler. Cumhuriyet ideolojisinin, Kemalizm’in esastan yeminli düşmanları bugün iktidardalar. Bunların ideolojisi aydınlanmaya, demokrasiye ve sosyalizme karşıt ama emperyalist politikalarla işbirliğine açıktır. Bunlar bu gerici ideolojilerinin gereği olarak ülkeyi ve halkı değil emperyalizmle işbirliği içinde ümmeti ve mezheplerini düşünürler. Burjuva anlamda da demokrasiye ve temel haklara uzak oldukları ölçüde emperyalist gericilikle uzlaşmaya yatkındırlar. İktidar oldukları günden beri “demokratikleşme” adı altında attıkları adımlar da dahil aldıkları bütün kararlar esasta aydınlanmacılığa, laikliğe, demokrasiye ve temel insan haklarına aykırıdır.  Dinciler için; ülkenin kurtuluşu, halkın özgürlüğü, kadının hakları gibi sorunlar hiçbir zaman olmamıştır ve olmaz da. Bunların tarihteki geçmişleri Abdülhamit’e, Vahdettin’e dayanır.  Kurtuluş savaşında İngilizlerin desteği ile çıkarılan isyancılara bakın en önünde bunları görürsünüz. Menemen Nakşi ayaklanmasına, Şeyh Said isyanına, Saidi Nursi gericiliğine bakın yine bunlarla karşılaşırsınız. Cumhuriyet ve aydınlanma düşmanlıkları, demokrasiye tahammülsüzlükleri oralardan gelir. “Yurtseverlik” ve “ülke” kavramlarına yabancı olan ideolojiyle yetiştirilmişlerdir. Bu nedenlerden dolayı da emperyalizmle kolay uzlaşırlar.

Bazılarının aklına bizim cumhuriyeti ve aydınlanma değerlerini neden savunduğumuz sorusu gelebilir. Evet devrimciler, teokrasiye karşı cumhuriyeti savunur, savunmalıdır da. Gericiliğe karşı, ilerici değerleri, ülkeyi ortaçağcı bir zihniyetin ele geçirmesine karşı da aydınlanmayı savunurlar. Tıpkı emperyalizme karşı kurtuluşu ve yurtseverliği öne çıkardığımız gibi. Ama bunlarla yetinmeyiz, daha ilerisini isteriz, sosyalizme ulaşmaktır esas amacımız. İşte tam da bu nedenlerle, ABD emperyalizminin yönetime taşıdığı bu gericiliğe ve buna paralel olarak oluşturulan iktidarlara en geniş kitlelerle birlikte karşı çıkmanın koşullarını yaratmaya çalışırız, çalışmalıyız

Yüz sene sonra ele geçirdikleri iktidarlarını, saltanatlarını sürdürmek için her şeyi feda edecek olan bu iktidar sahiplerinin ne halkı ne de ülkeyi düşünmeyeceklerini gayet iyi biliyoruz. Ülke bölünüyormuş, halk sefalet içinde sürünüyormuş bunlar için hiç önemli değil. ABD bunları deliğe süpürmesin onlara yeter. Davutoğlu’nun son Diyarbakır gösterisinden hemen sonra gittiği ABD’de Dışişleri Bakanı J. Kerry ile görüşmesinden sonra sarf ettiği “Türkiye ile ABD arasındaki model ortaklık ilelebet sürecektir” sözleri ile; geçtiğimiz aylarda ortaya çıkan Suriye, Mısır ve Çin füzesi gibi krizlerini gidermeye çalışma gayretinin ötesinde bağlılıklarını tazeleme çabası görülmektedir. Aslında Davutoğlu “bakın sizin Ortadoğu’da atmamızı istediğiniz adımları birer birer atıyoruz, bizi deliğe süpürmeyin, başımıza yeni paralel devletler çıkarmayın” demek istiyor. R. T. Erdoğan’ın iktidarı paylaşmak istemediği Cemaatin yeni bir paralel devlet gibi ortaya çıkmasının ardında AKP’nin rahatsız edici çıkışlarını dizginlemek isteyen ABD’nin olduğu çok açık.

Sürüklendiğimiz aşamada Türkiye öyle bir noktaya getirildi ki; üç paralel iktidarla karşı karşıya bırakıldık. Bunlardan ilki AKP iktidarıdır ki en güçlü ve belirleyici olanı hala budur. İkincisi belli alanlarda ve bölgelerde var olan PKK-KCK iktidarıdır. Üçüncüsü ise birincisinden doğurtulan Cemaat iktidarıdır. Sonuçta emperyalizmin kontrolü altıdaki bu paralel iktidarların karşısında ise geniş kitlelerinin oluşturduğu büyük “halk blok”u yer almaktadır. Bu blok bütünlüklü değildir ama giderek birleşmek zorunda kalacaktır. Gezi direnişi bu muhtemel gelişmenin önünü açtığı gibi kitleleri mücadele için cesaretlendirmiştir de. Türkiye’nin kurtuluşu bu halk kitlelerinin mücadele gücüne ve birlik oluşturma kabiliyetine bağlıdır.

Bu kabiliyetin ortaya çıkarılmasında ve mücadelenin örgütlenmesinde asıl rol oynayacak olan en özlü odak ise siyasi koşulların ve devrimci kitle çizgisinin doğru yorumunu yaparak pratiğe geçmesini sağlayacak olan liderliktir. Devrimci mücadeleyi sırtlayan ve son noktayı koyan halk kitleleridir ama politikayı belirleyen ve kitlelere benimseten önderliktir. Güçlü liderliği ve sağlam örgütlülüğü olmayan kitlelerin mücadelesinin başarı şansının olmayacağı açıktır. Yukarıdaki Gorbachev (Yeltsin, Özal) ve Erdoğan örnekleri, ülkelerin politik hayatlarında, geleceklerinin şekillenmesinde liderliğin ne kadar önemli olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Bunlar kötü liderlik örnekleridir. Tarihte iyi liderlik örnekleri de vardır (Lenin, Mustafa Kemal, Mao ve Castro). Eğer onlar olmasaydı toplumsal gelişmeden söz edebilir miydik?

Mehmet Ali Yılmaz

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir