Türkiye’nin Sınırını Emperyalizm mi Çizdi- II. Bölüm

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

emp1

Mehmet Ali Yılmaz

Bölge halkları tam bağımsızlığa, özgürlüğe ve gerçek demokrasiye ulaşmak istiyorlarsa en önce emperyalist tahakkümden ve işbirlikçilerinin totalitarizminden kurtulmak zorundadırlar.

Emperyalistler Dikte Ettirdikleri Sevr Antlaşmasını Yürürlüğe Sokamadılar

emp2

Birinci Paylaşım Savaşı’nda Yenilen Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırını Batılı emperyalistler yukarıda ki haritada görüldüğü gibi çizmişlerdi.

1920 yazına kadar I. Paylaşım Savaşı’nın galipleri mağluplar ile hesaplaşmalarını bitirmiş, savaşı kaybeden ülkelere barış antlaşmalarını kabul ettirme sürecini tamamlanmışlardı. Almanya’ya, Bulgaristan’a, Avusturya’ya ve Macaristan’a anlaşmalar imzalattılar. Hesabı görülmeyen tek mağlup ülke olarak Osmanlı İmparatorluğu kalmıştı. Bu hesap 10 Ağustos 1920’de Paris yakınlarında Sevr’de görüldü. Ankara’daki TBMM’nin Sevr Anlaşmasına tepkisi çok sert oldu. Ankara İstiklal Mahkemesi bu anlaşmaya imza koyan üç kişiyi ve Sadrazam Damat Ferit Paşa’yı idama mahkûm etti ve vatan haini ilan etti. Sevr Antlaşması Yunanistan dışında hiçbir ülkenin meclisinde onaylanmadı. Bu nedenle Sevr bir antlaşma taslağı olarak kaldı. Onaylanmamış olmasının yanı sıra 19 Mayıs 1919’da başlatılan Milli Mücadelenin zaferle sonuçlanması neticesinde Sevr hiçbir zaman uygulanamadı da.

TBMM ordularının Yunan kuvvetlerine ve bu kuvvetlere destek veren İngiltere’ye karşı elde ettiği zaferin ardından gerçekleştirilen Mudanya Mütarekesi görüşmeleri sırasında barış görüşmesinin Lozan’da yapılması taraflarca kabul edildi. Mudanya Ateşkes antlaşmasının 11 Ekim 1922’de imzalanmasından sonra İtilaf Devletleri 28 Ekim 1922’de TBMM Hükümeti’ni Lozan’da toplanacak olan barış konferansına davet ettiler. Bu arada İtilaf Devletleri Lozan’a İstanbul Hükümeti’ni de davet ettiler. TBMM, İstanbul Hükümetinin de Lozan’a davet edilmesine tepkisini, 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırarak ortaya koydu.

Lozan Barış görüşmelerinde Türkiye’yi temsil edecek heyetin başına Mudanya görüşmelerini yürüten İsmet Paşa Dışişleri Bakanı tayin edilerek getirildi.

Lozan barış görüşmelerinde bir tarafta Türkiye, karşı tarafta İngiltere, Fransa, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya yer alıyordu. Konferansa Türkiye’nin ısrarı sonucunda İngiltere’nin dışladığı Sovyet Rusya, Ukrayna ve Gürcistan Boğazlar Sorunu nedeniyle davet edildiler. ABD konferansta gözlemci bulundururken, Bulgaristan Ege deniziyle ilgili olarak konferansta yer aldı.

Misak-ı Milli Lozan’da Savunuldu

TBMM Heyeti, Lozan’da Türkiye’nin sınırlarını, İstanbul’da toplanan son Osmanlı Mebussan Meclisi tarafından Erzurum ve Sivas Kongrelerinin kararları doğrultusunda, 28 Ocak 1920’de, oy birliğiyle belirlenen şekliyle itilaf devletlerine kabul ettirmeye çalıştı. Mustafa Kemal’in yönlendirmesiyle Meclis-i Mebussan tarafından karar altına alınan ve 17 Şubat 1920’de kamuoyuna açıklanan Misak-ı Milli (Milli Ant)’de belirlenen haritaya göre, Türkiye Musul vilayetini ve Edirne’nin batısını da sınırları içine alıyordu.

Aşağıdaki ilk harita Misak-ı Milli’de belirlenen sınırları, ikinci harita ise Hatay’ın da katılmasıyla ortaya çıkan TC sınırlarını gösteriyor.

emp3

TBMM Hükümeti, Lozan Konferansı’nda Misak-ı Milliyi gerçekleştirmeyi, kapitülasyonları kaldırmayı, Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunları (Batı Trakya, Ege adaları, nüfus değişimi, savaş tazminatı) ve Türkiye ile Batılı emperyalist devletler arasındaki ekonomik, siyasal ve hukuksal sorunları çözmeyi amaçlamıştı. Lozan’da TBMM Hükümeti, sadece Anadolu’yu işgale kalkışan ve orada yenilen Yunanistan’la değil Birinci Paylaşım Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ni mağlup eden emperyalist devletlerle hesaplaştı. İngilizler bu konferansın birkaç hafta içinde bitirileceğini düşünüyorlardı ama bekledikleri gibi olmadı. Çünkü, Türkiye konferansta her medeni ülke gibi kayıtsız şartsız bağımsızlığının ve egemenliğinin tanınmasını istiyordu. Karşıdaki emperyalist ülkeler ise Osmanlı döneminde alıştıkları gibi Türkiye’nin bu temel talebini dikkate almadan eski düzendeki gibi yol alabileceklerini sanıyorlardı ama gelişmeler onların beklediklerinden farklı seyretti. Türkiye bu konferansla birlikte yeni bir barış ilişkisi kurulmasını, uluslararası hukuk düzeninin eşit üyesi olmak istediğini ortaya koydu. Emperyalist devletler ise Osmanlı Devletine kabul ettirdikleri Sevr Antlaşması görüşmelerinde olduğu gibi Türkiye’ye yenilmiş ülke muamelesi yapmak istiyorlardı. Onlara göre, Türkiye Yunanistan’ı yenmişti ama kendilerine Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmiş bir ülkeydi. Türkiye ise bağımsızlığı için savaşmış ve galip gelmiş bir ülke olarak bu başarısını herkese kabul ettirme amacındaydı.

TBMM Hükümeti, artık tarihe karışmış olan Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm tasfiye davaları ile yüzleşmek zorunda kaldı. 21 Kasım 1922’de başlayan Lozan görüşmelerinde Türk – Yunan sınırı, boğazlar, Musul, azınlıklar sorunu, Osmanlı borçları ve kapitülasyonlar üzerinde uzun ve çetin tartışmalar yapıldı. Bu görüşmelerde en çetin tartışmalar İngiltere ile yapıldı. İngiliz donanmasının hala İstanbul’da bulunması ve Musul’un bu devletin işgali altında olması Türkiye’nin güvenliğinin tehlike altında olması anlamına geliyordu. Bu nedenle İngiltere ile bu sorunların çözülmesinin aciliyeti vardı. Konferansın ilk bölümünde bu sorunlar kısmen çözüldü ya da hal yoluna koyuldu. Fransızlarla sınır sorunu daha önce 1921’de çözülmüştü. Bu ülke ile yaşanan asıl sorunlar iktisadi ve mali meselelerdi. Hatta Osmanlı borçları sorunu konferansın sona ermesinden sonra da uzun süre devam etti. O dönemde Fransa, Almanya ile daha büyük sorunlar yaşadığı için Türkiye ile ilişkileri daha yumuşak bir tonda seyretti. İtalya’ya oniki ada verildiğinden dolayı iddialarından vaz geçiyordu ama Mussoli’nin iktidara gelişinden sonra Güney-Batı Anadolu ile ilgili iddialar ortaya atınca yeni sorunlar yaşanmaya başlanacaktı.

Lozan’da tartışma konusu olan önemli sorunların başında Boğazlar konusu gelir. Bu konuda geçici sayılabilecek bir antlaşma sağlandı ama Boğazlar sorunu asıl olarak 1936’da Türkiye ile İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya ve Sovyetler Birliği arasında imzalana Montreux Sözleşmesiyle çözümlendi.

Lozan görüşmelerinin ilk aşamasında kapitülasyonların kaldırılması, Osmanlı borçlarının tasfiyesi ve işgal kuvvetlerinin İstanbul‘u boşaltması konularında anlaşma sağlanamadı. Bu temel meselelerde tarafların tavize yanaşmaması ve önemli görüş ayrılıkları çıkması üzerine 4 Şubat 1923’te görüşmeler kesildi. Lozan Konferansının kesintiye uğramasından iki hafta sonra toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı konuşma Konferansın kesilme nedeninin temelinde iktisadi sorunların yattığını göstermektedir.

“Siyasi, askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsunlar, iktisadi muzafferiyetler ile tetviç (taçlandırma) edilmezlerse husule gelen zaferler payidar olamaz, az zamanda söner… Efendiler, görülüyor ki, bu kadar kat’i ve yüksek bir zafer-i askeriyeden sonra bizi sulha kavuşturmaktan meneden sebep doğrudan doğruya esbabı iktisadiyedir (iktisadi neden). Mülahazat-ı iktisadiyedir (iktisadi düşünce).(İtalikler bana ait)

Bu gelişmeler savaş ihtimalini dahi yeniden gündeme getirdi. Mustafa Kemal Paşa Ordu’ya savaş hazırlıklarına başlamasını emretti. Bu arada Sovyetler Birliği tekrar savaş çıkarsa Türkiye’ye destek vereceğini duyurdu. Kendi kamuoylarının tepkisi, ekonomilerinin bunalım içinde olması ve Birinci Paylaşım Savaşı’nın galiplerinin politikalarının artık farklılaşması gibi nedenler yüzünden bu ülkelerin yönetimleri yeni bir savaşı göze alamadılar ve bu nedenle barış görüşmelerini tekrar başlatmak amacıyla Türkiye’yi yeniden Lozan’a davet ettiler.

Taraflar arasında görüşmeler 23 Nisan 1923’te tekrar başladı. İkinci dönem görüşmelerinin en zorlu konusu kapitülasyonlar ve kabotaj hakkıydı. İngiltere ve Fransa farklı isimler ve görünümler altında da olsa kapitülasyonların devamında ısrar ediyorlardı, fakat Türk heyeti bu isteği kabul etmedi. En sonunda bu sorun ve kabotaj hakkı TBMM heyetinin istediği şekilde neticelendi. Yunanistan ile olan sorunlar da çözülünce, Lozan Barış Antlaşması 24 Temmuz 1923 tarihinde TBMM temsilcileriyle İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Japonya, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika ve Yugoslavya temsilcileri tarafından imzalandı.

Türkiye’yi parçalayan, sömürge durumuna sokan Sevr Antlaşmasıyla Lozan Antlaşması arasında çok büyük farklar vardı. Lozan Barış Antlaşmasıyla Misak-ı Milli hemen hemen gerçekleşiyordu. Türkiye Müttefiklere hiçbir tazminat ödemeyecekti. Henüz kesinleşmeyen güney-doğu sınırlarımız dışında kesinleşen sınırlar Misak-ı Milli’de belirlenen sınırlardı. Ne doğuda bir Ermeni Devleti ne de batıda bir Yunan Devleti kurulacaktı. Yunanistan’la mübadele yapılıyordu. Kapitülasyonlar ortadan kaldırılıyordu. Türkiye’de bulunan yabancılar, yabancı kuruluşlar ve okullar TBMM kanunlarına tabi olacaklardı. Boğazlar sorunu önemli ölçüde Türkiye lehine çözülmüştü.

Lozan Barış Antlaşması Mecliste görüşülürken özellikle sınır illerinden gelen milletvekillerinden itirazlar yükseldi. Trakya’nın bir kısmının ve İskenderun Sancağı’nın sınır dışında kalması eleştiri konusu olmasına karşın, Mecliste 23 Ağustos 1923’te yapılan oylamada 227 milletvekilinden 213’ü antlaşmaya olumlu oy vererek kabul etti. Bu arada Meclis, İstanbul ve Boğazlarda bulunan işgal kuvvetleri ve donanmaların bu bölgeleri derhal tahliye etmelerini istedi. Bu tarihten altı hafta sonra söz konusu bölgeler işgalciler tarafından terk edildi.

Görüldüğü gibi Türkiye’nin sınırları Birinci Paylaşım Savaşı sırasında ve sonrasında emperyalistler tarafından çizilmemiştir. Bu sınırların çiziliş öyküsü kısaca şöyledir:

Türkiye-Suriye Sınırı: Fransızlarla 20 Ekim 1921’de Kurtuluş Savaşı sırasında imzalanan Ankara Anlaşması’nda çizilen bu sınırlar Lozan’da kabul edilmiştir.

emp4Türk-Yunan Sınırı: Mudanya Ateşkes Antlaşması’nda belirlenen şekliyle Meriç Nehri sınırı teşkil edecekti. İmroz ve Bozca ada Türkiye’ye verilecekti. Karaağaç da Yunanlıların Anadolu’da yaptıkları zarar-ziyan nedeniyle savaş tazminatı olarak Türkiye’ye veriliyordu.

Adalar: Yunanlılarda kalan Anadolu kıyısına yakın adalar askersizleştirilecekti. Oniki Ada İtalya’ya bırakılıyordu. Oniki Ada ve Rodos 1945 yılında müttefiklerin eline geçti ve Nisan 1947’de resmen Yunanistan’a teslim edildi.

Boğazlar: Boğazlar, görüşmeler boyunca üzerinde en çok tartışılan konudur. Sonunda geçici bir çözüm getirildi. Buna göre askeri olmayan gemi ve uçaklar barış zamanında boğazlardan geçebilecekti. Boğazların her iki yakası askersizleştirilip, geçişi sağlamak amacıyla başkanı Türk olan uluslararası bir kurul oluşturuldu ve bu düzenlemelerin Milletler Cemiyeti’nin güvencesi altında sürdürülmesine karar verildi. Böylece Boğazlar bölgesine Türk askerlerinin girişi yasaklandı. Bu hüküm, 1936 yılında imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Türkiye’nin lehine olacak şekilde değiştirildi.

Sovyet Sınırı: 16 Mart 1921’de Moskova’da imzalanan antlaşma ile Türkiye-Sovyet sınırı tayin edilmiştir. Sakarya Zaferinden sonra Sovyet Rusya’nın aracılığıyla üç Sovyet Cumhuriyeti Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan ile TBMM Hükümeti arasında 13 Ekim 1921’de Kars Antlaşması imzalandı. Bu antӀaşmaya göre her 3 Cumhuriyet, Moskova Antlaşması’nı kendileri için de geçerli sayıyordu. Böylece Türkiye’nin doğu sınırı kesinleşti ve Ermeni Sorunu da sona erdi.

Bulgaristan Sınırı: 29 Eylül 1913 tarihinde Osmanlı Devleti’nin Bulgaristan’la imzaladığı İstanbul Antlaşması ile belirlenen Türkiye-Bulgaristan sınırı günümüzde de geçerliliğini korumaktadır.

Türkiye-İran Sınırı: Osmanlı İmparatorluğu ile Safevî Devleti arasında 17 Mayıs 1639’da imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması’na göre belirlenmiştir.

Irak Sınırı: İngiliz mandası olarak kurulan Irak’la Türkiye sınırı Musul sorunu nedeniyle 1926’ya kadar bir anlaşmayla sonuçlandırılamadı. Lozan’da bu konuda İngiltere ve Türkiye Hükümeti kendi aralarında görüşüp anlaşmaları sonucuna varıldı.

Görüldüğü gibi Türkiye’nin sınırları emperyalist güçler tarafından çizilmemiştir. İran ve Bulgaristan sınırları Osmanlı Devleti döneminde belirlendiği gibi devam etmiştir. Sovyet sınırı 1917 devriminden sonra kurulan Sovyetler Birliği ile Ulusal Kurtuluş hareketi sırasında tayin edilmiş, Yunan sınırı ise Lozan Barış Antlaşmasıyla belirlenmiştir.

Ayn el Arap (Kobani)’ın da içinde yer aldığı Suriye sınırı, Fransızların Türkiye ile savaştan çekilmesi üzerine 20.10.1921’de imzalan Ankara Antlaşmasıyla belirlenir ve bu antlaşma Lozan’da onaylanır. Fransızlarla 1937’deki Hatay olayı dışında herhangi bir sınır sorunu yaşanmaz.

Musul Sorunu

En ciddi sorun Türkiye–Irak sınırıyla ilgili meydana geldi. Musul meselesi nedeniyle Lozan’da Irak sınır sorunu çözülemedi.

Birinci Paylaşım Savaşı başladığında Osmanlı devletinin hâkimiyetinde olan Musul ve çevresi petrol varlığı nedeniyle, İngiltere, Fransa, Almanya arasında çekişme konusu oluyordu. Bu bölge, 1916’da Fransa ile İngiltere arasında gizlice imzalanan Sykes-Picot Antlaşması ile Fransa’ya bırakıldığı halde, Mondros Mütarekesi’nden sonra İngiltere bölgedeki Hıristiyanların güvenliği, İngiliz savaş esirlerine kötü muamele edilmesi gibi bahanelerle, Musul’un kendilerine terk edilmesini istedi. İstanbul’dan gelen emirle Musul boşaltılır ve böylece 15 Kasım 1918’de İngilizler Musul’a girerler.

Musul’da bu fiili durum sürerken İngilizler, 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal ederler ve meclisi dağıtırlar. Musul’un Arap idaresine girmesini istemeyen Kürt ve Türkmenler de Anadolu’da başlayan Milli Mücadeleden cesaretle İngilizlerle çarpışmaya başlarlar. Mustafa Kemal Paşa, onların bu silahlı mücadelesini destekler. Mustafa Kemal’in bölgedeki etkisini gören İngilizler, Lord Curzon’un tüm karşı çıkışlarına karşın, onunla irtibata geçmek isterler. Mustafa Kemal ise, İngilizlerle yapılacak olan görüşmelerde Türkiye’nin elini güçlendirmek amacıyla 1921 Aralığında bu bölgeye Özdemir Bey komutasında asker sevk edip Revanduz’un ele geçirilmesini sağlar. Bölgede görevli Türk birliği, 21 Ağustos 1922’de İngilizleri yenip Musul’a yaklaşır, bu gelişmeden cesaretlenen bölge aşiretleri İngilizlere karşı mücadeleye başlarlar. Bu mücadele sonucunda İngilizler, her ne kadar Süleymaniye’yi terk etmek zorunda kalsalar da, Şeyh Mahmud’un desteğini yanlarına alırlar ve bu yolla aşiretlerin mücadele kararlılığını zayıflatmayı başarırlar. İngilizler, Şeyh Mahmud’un bu işbirliğinden kısa bir süre sonra Mustafa Kemal’le irtibata geçtiğini öğrenince, bu kez Seyyit Taha’yı devreye sokarlar ve Kral Faysal’ın Irak’taki egemenliğini yasallaştırmak için düzenledikleri seçime karşı çıkan Musul ileri gelenlerini tutuklatırlar. Musul’u elde etmenin tek yolunu silahlı mücadelede gören Fevzi Paşa, Özdemir Bey’e takviye birlikler gönderir, fakat Anadolu’daki savaşın durumu nedeniyle daha önce bu bölgeye gönderilen birliklerin bir kısmını geri çekmek zorunda kalınca, buradaki Türk birliği zayıf düşer ve takviye edilen İngiliz birlikleri tarafından geri püskürtülür. Böylece Musul, daha Lozan görüşmeleri bitmeden tümüyle İngiliz egemenliğine geçer.

Daha önce 1916’da Fransa ile İngiltere arasında imzalanan Sykes-Picot gizli antlaşmasıyla Irak’ın değil Suriye’nin bir parçası sayılan Musul, Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması ile emperyalist devletler tarafından kurulması düşünülen Kürdistan’a verilmesi kararlaştırılır. Mebusan Meclisi tarafından Misak’ı Milli içinde yer alması kararlaştırılan Musul, Mudanya Mütarekesi imzalandığı sırada TBMM Ordusu tarafından kurtarılmış değildi. Bu nedenle Musul’un geleceği Lozan’a bırakılır.

Lozan Konferansı sırasında İsmet Paşa, Türk-Irak sınırı görüşülürken Musul’un Türkiye’ye verilmesi gerektiği tezini ileriye sürer. İngiliz temsilcisi Dışişleri Bakanı Lord Curzon işgalleri altında bulunan Musul’da statükonun devamını savunur. Görüşmeler sırasında Türk temsilci Musul’un kaderini belirlemek için halkoyuna başvurulmasını ister ama İngiliz temsilci bu isteği kabul etmez. Musul meselesi konferansın geleceğini tehlikeye düşürmeye başlayınca bu sorunun çözümünün sonraya bırakılması kararlaştırılır. Lozan Antlaşmasının 3. Maddesinin 2. Fıkrasına göre bu sorun Türkiye ile İngiltere arasında dokuz ay içinde halledilecekti. İki ülke arasında bu süre içinde antlaşma sağlanamazsa sorun Cemiyeti Akvam Meclisine gidecekti. Sonuç alınıncaya kadar bu bölgede iki ülke de herhangi bir askeri harekâta girişmeyecekti.

1922’de Lozan Konferansı başlarken Irak’ın kuzey bölgesinde, yerel bir aşiret reisi olan Şeyh Mahmut Berzenci Süleymaniye ve çevresinde bir Kürt yönetimi kurdu. Konferansın devamı süresince İngilizler henüz bu bölgeyi işgal edememişlerdi. Lozan Konferansından kısa bir süre sonra, Ağustos 1923’te İngilizler Süleymaniye’yi bombaladılar ve sonuçta bu bölgeyi Birleşik Krallık Mezopotamya Mandası’na bağladılar. Türkiye bu olayı Lozan Antlaşmasına aykırı bularak protesto etti.

1924 yılında Mustafa Kemal Musul’a asker göndererek bölgeden İngilizleri çıkarmayı planlıyordu. Anadolu’daki başarısızlıklarından sonra İngiltere’de L. George hükümeti istifa etmişti ancak bu arada Güney Doğu Anadolu’da önce Nasturi Ayaklanması, daha sonra da Şeyh Said İsyanı çıktı, ordu bu isyanlarla meşgul edildi ve sonuçta Musul’a yönelik bir şey yapılamadı. (“Nasturi” ifadesi bazı kaynaklarda “Nesturi” olarak geçiyor.)

Lozan’a göre, Musul sorununun 9 ay içinde Türkiye ile İngiltere arasında görüşülmesi gerekiyordu. 19 Mayıs 1924 tarihinde Türkiye ve İngiltere arasında İstanbul Konferansı düzenlendi. Konferansta Türk tarafı Musul’un tarihi olarak daima Osmanlı toprağı kaldığını ve Birinci Dünya Savaşı sonunda da bu durumun değişmediğini, vilayetin nüfusunun üçte ikisinin Müslüman Türk ve Kürtlerden oluştuğu bu koşullarda tarihi, askeri ve etnik gerekçelere göre Musul’un Türkiye sınırları içinde olması gerektiğini savundu. Buna karşın İngiliz heyetinin başında bulunan Cokes ise hiç beklenmedik bir şekilde Musul’dan başka Hakkâri’nin Nasturilere verilmesini istedi. İngilizler, Türkiye’nin Hakkâri’yi vermeyeceğini bile bile isteklerini yüksek tutarak bu şekilde sorunu çıkmaza sokuyorlardı. Çünkü konuyu Milletler Cemiyeti’ne götürüp istedikleri sonucu burada elde etmeyi amaçlıyorlardı.

İstanbul-Haliç’te yapılan bu görüşmenin 5 Haziran 1924’te sona ermesinin ardından İngilizlerin tahriki sonucu 7 Ağustos 1924’te Hakkâri civarında Hıristiyan olan Nasturilerin ayaklanması başlatıldı.

Anlaşmazlık, Milletler Cemiyeti’ne götürüldü. Ancak bu karar Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde büyük tartışmalara neden oldu. Mustafa Kemal bu kararı savundu, çünkü ona göre Musul’u vermemekte direnen Türkiye’nin İngiltere ile bir savaşı göze alması gerekmektedir. Fakat Türkiye’nin o dönemde içinde bulunduğu koşullar böyle bir savaşa olanak vermemektedir. Mustafa Kemal, Musul’un geri alınmasını bir sorun olarak görmemekte, ancak savaşın uzun sürmesi durumunda Türkiye’nin bunu göze alamayacağını savunmaktadır.

Milletler Cemiyeti’nde 20 Eylül 1924 tarihinde Musul sorununun görüşülmesine başlandı. Türk tarafı Lozan ve İstanbul Konferansındaki tezlerini tekrarladı ve plebisit yapılmasını istedi. İngiltere bölge halkının bilinçsiz olduğunu ve meselenin sadece Irak ile Türkiye arasında sınır hattının tespitinden ibaret olduğunu ileriye sürerek bu isteği reddetti. Konuyu araştırmak için Milletler Cemiyeti Macaristan, İsveç ve Belçika temsilcilerinden oluşan bir Tahkik Komisyonu kurdu. Bu komisyon bölge halkının isteklerini tespit edecek, taraf devletlerle görüşecek ve sonuçta bir rapor hazırlayacaktı. Bu arada taraflar bölgenin statükosunu bozmayacaklardı.

Cenevre’de Milletler Cemiyeti bu görüşmeleri yaparken Musul bölgesinde Türk silahlı kuvvetleriyle İngiliz askerleri arasında mevzii çatışmalar meydana gelmeye başladı. İngiltere, Türkiye’ye ültimatom vererek Türk kuvvetlerinin İngilizler tarafından kabul edilen sınırın gerisine çekilmesini istedi. Buna karşılık Türkiye, Milletler Cemiyeti’ne başvurarak geçici bir sınır hattının tespit edilmesini istedi. Milletler Cemiyeti 29 Ekim 1929’da Brüksel’de toplanarak geçici bir sınır tespit etmiş ve tarafların bu hatta uyması istenmiştir. Taraflar bu geçici hatta uyacaklarını belirtmişlerdir.

Milletler Cemiyeti’nin kurduğu Tahkik Komisyonu Musul sorunuyla ilgili hazırladığı raporu Eylül 1925’te Milletler Cemiyeti Meclis’ine sunmuştur. Komisyon raporunda Musul halkının hiçbir tarafa katılmaksızın bağımsız kalmak istediğini belirtilmesine karşın Komisyon Milletler Cemiyeti Meclisine şu tavsiyelerde bulunur:

1-Musul Irak’ın bir paçası sayılacak ve Irak 25 yıl İngiliz mandası altına alınacaktı,

2-Türkiye ile Irak arasındaki sınır hattı bir yıl önce Brüksel’de tespit edilen hat olacaktı.

Türkiye komisyonun bu raporuna şiddetle karşı çıktı. Bu tarihte Türkiye Milletler Cemiyeti’nin üyesi değilken İngiltere Birinci Paylaşım Savaşı’nın galipleri tarafından kurulan bu cemiyetin en nüfuzlu üyelerinden biriydi. Bu örgüt içinde büyük devletlerin özel hukuki yetkileri ve siyasi nüfuzları vardı. Yani Milletler Cemiyeti esasen emperyalizmin bir örgütüydü.

Türkiye’nin itirazlarına rağmen sonuçta Brüksel’de tespit edilen sınır hattı, Türkiye lehine bazı küçük düzeltmelerle, Milletler Cemiyeti Meclisi tarafından kabul edildi. Bu gelişme Türkiye’de Milletler Cemiyeti’ne ve İngiltere’ye karşı tavrın yükselmesini tetikledi. Zaten İngiltere’ye karşı Birinci Paylaşım Savaşı’ndan beri var olan olumsuz bakış bu olayla birlikte daha da büyüdü.

Peşpeşe girdiği büyük savaşlardan yorgun çıkan Türkiye’nin bu durumundan faydalanmak isteyen Batı emperyalizmi, bu arada iç karışıklıklar çıkartmayı da ihmal etmiyordu. Genç Cumhuriyetin yumuşak karnı olarak gördükleri Güney Doğuda isyanları teşvik etmekten geri durmuyorlardı. Hakkari’de 1924’te çıkan Nasturi isyanından sonra 1925’te patlayan Şey Said isyanı bunların en büyüğüydü. Dini motiflerin ön plana çıkarıldığı bu son isyanda İngilizlerin rolünün olduğu hep söylendi, yazıldı.

Türkiye’nin yaşadığı sorunlardan sadece İngiltere değil Fransa ve İtalya da yararlanmaya çalıştılar. Savaş meydanlarında elde edemediklerini diplomasi yoluyla elde etmeye çalıştılar. Batılıların bu fırsatçı tavrı karşısında Türkiye Milli Mücadele günlerinde olduğu gibi Sovyetler Birliği’ne yakınlaştı. Sovyetler Birliği’nin de Türkiye ile iyi ilişkiler geliştirmekten yana olması bir dostluk antlaşmasının yapılmasını çabuklaştırdı. 17 Aralık 1925’te, Milletler Cemiyeti’nin Musul kararından bir gün sonra, Sovyetler Birliği ile Tarafsızlık ve Saldırmazlık Antlaşması imzalandı.

Türkiye, Misak-ı Milli sınırları içinde olan Musul için yeni bir savaşı göze alacak durumda değildi. Savaşlardan bitkin düşen Türkiye, bu dönemde kalkınma ve devrim hareketlerine girişmişti. Yeni başlattığı bu hamleleri yarıda keserek savaşmak yerine Milletler Cemiyeti’nin Musul’la ilgili kararını kabul ederek 5 Haziran 1926’da İngiltere ve Irak’la sınır hattıyla ilgili antlaşmayı imzaladı. Brüksel’de çizilen hat esas olmakla birlikte Türkiye lehine sınırda bazı küçük değişiklikler yapıldı. Bu antlaşmaya göre, Musul üzerindeki haklarından vazgeçen Türkiye’ye Irak hükümeti 25 yıl petrolden alacağı payın yüzde 10’unu verecekti. Fakat daha sonra Türkiye, bu antlaşmaya uygun olarak, 500 bin İngiliz lirası karşılığında petrol üzerindeki haklarından vazgeçti.

 

Engels’in Öngörüsü Gerçekleşti

Lozan Antlaşmasıyla Engels’in Türkiye topraklarıyla ilgili öngörüsünün geçekleştiğini söyleyebiliriz.

19. yüzyılda kapitalizm dünyanın her tarafına sömürgeci amaçlarla yayılırken milliyetçiliği de körüklüyordu. Batı Kapitalizmi, Osmanlı gibi kendini yenileyememiş, giriştiği Islahat hareketleri başarısız olmuş ve dinsel yönetim biçimlerinin kıskacından çıkamamış imparatorlukları milliyetçilik akımlarıyla vurmaya başlıyordu. Osmanlıyı Balkanlarda yükselen uluslaşma hareketleri ve bu hareketlerin arkasındaki Batılı büyük devletler ve Rusya gittikçe daha fazla hırpalıyordu. 1850’lerde Marx ve Engels kapitalizminin Avrupa kıtasını ve giderek çevresini nasıl altüst etmeye başladığını görürler ve bu dönemde Doğu Sorunu’nu ele almaya başlarlar. Bu büyük devrimci düşünürler, 19. Yüzyılın ortalarında Türklerin gerçek yurtları olarak Anadolu’yu tarif ediyorlar ve sonuçta Türklerin buraya döneceklerini belirtiyorlardı.

Engels 1853’te daha sonra üzerinde birçok tarihi olayların-savaşların yaşandığı Osmanlı toprakları hakkında şu tespiti yapıyordu:

“… Türkiye birbirinden tümden ayrı üç parçayı kapsıyor: Afrika’da bulunan bağımlı beylikler, yani Mısır ve Tunus; Asya Türkiye’si; bir de Avrupa Türkiye’si.” (1)

Engels, Osmanlının Afrika’daki topraklarını kaybedeceğini ve Mısır’ın İngiltere’nin eline geçeceğini; Avrupa Türkiye’sini gerek nüfus, gerek dinsel, gerekse de ekonomik gelişmişlik gibi nedenlerden dolayı elinde tutamayacağını belirtir ve Asya Türkiye’sini ise Türklerin gerçek yurdu olarak görür:

“Asya Türkiye’si, imparatorluğun bütün gücünü elinde bulunduran gerçek toprağıdır; dört yüzyıl boyunca, Türklerin başlıca yurdu olan Küçük Asya ve Ermenistan,…, Türk askerlerinin sağlandığı, Türklere özgü topraklar olmuştur.” (2)

Engels’e göre, “Doğu Sorunu”nun dışında tutulan Küçük Asya Türkiye’si Türklerin asıl vatanıydı ve bu bölgede sadece Filistin ve Lübnan’ın Hıristiyan kesimleri Batılıların ve Rusların ilgi alanı içine girebilirdi.

Bu konuyu Taner Timur’un şu önemli tepsiyle noktalayalım:

“Görülüyor ki Marx ve Engels daha o tarihlerde (1850’lerde bn.) Türklerin geleceğini Anadolu’da görüyor ve aynı çağı paylaşan bazı başka gözlemcilerle (Moltke, Ubicini vb.) birlikte adeta Misak-ı Milli’yi yetmiş yıl önceden haber veriyorlardı.” (3)

Sol Bir Karar Vermek Zorunda

İki bölüm halinde anlatmaya çalıştığım tarihi ve güncel gerçekleri birlikte düşününce Türkiye’nin bugün çok hayati bir sorunla karşı karşıya bulunduğunu görüyoruz. Batı emperyalizmi, NATO’nun ağababaları Türkiye’yi bölmek istiyorlar. Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne karşı “güçlü” ve “bütünlüklü” Türkiye isteyen bu güçler, günümüzde zayıflatılmış, emperyal politikalara direnemeyecek bir Türkiye istiyorlar. Ayrıca Ortadoğu’nun en stratejik bölgesinde bir Kürt devleti kurdurarak orayı yeni üsleri yapmak amacında oldukları çok belli. Artık bu niyetlerini Rubuni gibi sözcüleri vasıtasıyla açıkça ifade etmekten de geri durmuyorlar. Kurmayı düşündükleri bu yeni üs devlet Akdeniz’e açılsa da açılmasa da Türkiye’den önemli bir parçanın koparmasıyla kurulacaktır. Kaldı ki emperyalist güçler sadece Doğu ve Güney Doğu’nun koparılmasıyla yetinmeyecekler, geride kalanı da çeşitli etnik-kültürel kesimlere göre parçalamaya aday ülke haline getirmeye çalışacaklardır. Tıpkı Yugoslavya örneğinde olduğu gibi.

Bu koşullarda ülkedeki her kesim gibi sol kesim de çok önemli bir kavşağa, karar anına gelmiş durumda… Ya emperyalizmin politikalarına karşı bağımsızlıkçı, devrimci-yurtsever bir siyasal çizgide direnecek ya da kendini tekrarlamaktan öte bir anlamı olmayan hedefsiz faaliyetlerle sonuçta bu emperyal politikanın parçası haline gelmekten kurtulamayacak. Bugün sol gruplar, partiler ve kişiler, ya bu emperyal politikaya karşı kendi bağımsız devrimci direnç hatlarını oluşturmak amacıyla halkla bütünleşecekler ya da yok olacaklar. Sol ya üzerinde yaşadığı ülkesine emperyal planları geçersizleştirmek adına sahip çıkacak ya da bu toprakların yaşanmaz bir yer haline getirilmesine razı olacak. Ülkenin yaşanmaz bir yer haline getirilmesinin pratikteki anlamı emperyalist politikalara ve uzantılarına teslim olmaktır. Ya solculuk yaptığını sanarak, Batı emperyalizmin Ortadoğu’daki elemanı IŞİD ile yeni müttefiki Kürt örgütleri arasında yarattığı savaşın tarafı olacak ya da ülkenin emperyalizmin hegemonyasından kurtarılması, tam bağımsız, laik-demokrat ve devrimci bir Türkiye’nin kurulması için mücadele edecek. Hem ülke için hem de sol için varlık, yokluk günlerinden geçmekte olduğumuzu bilerek tavrımızı belirlemek zorundayız.

Ya ülkemize devrimci geleneksel ilkelerimizin ışığında sahip çıkacağız ya da yok olacağız.

(1)-Marx-Engels, Doğu Sorunu [Türkiye], S.18, Sol Yayınları, 1977.

(2)- (Age, s. 18)

(3) Taner Timur, Marx-Engels ve Osmanlı Toplumu, S.26, Yordam Kitap, 2012.

Mehmet Ali Yılmaz

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

One Response

  1. Türkiye,ortadoğu dolayısıyla dünyanın önemli jeopolitik bölgesinde önümüzdeki süreçte emperyalizmin hedeflerini siyasi ve ekonomik olarak ortaya koyan net bir analiz!

Anonim için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir