Vietnam’ın Kapitalizmin Devam Eden Son Krizinden Çıkardığı Dersler

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Kapitalizmin Ekonomik Krizi Üzerine Çeşitli Teorilerin Gözden Geçirilmesi ve Vietnam’ın Kapitalizmin Devam Eden Son Krizinden Çıkardığı Dersler

Yazarlar:  Pham Van Duc ve Tran Tuan Phong (*)

Çeviren:  Deniz Kızılçeç

Giriş

Genellikle, 1930’lu yıllardan bu yana yaşanan en büyük ekonomik çöküş ve küresel ekonomik istikrara en büyük darbelerden biri olarak görülen (2008) güncel dünya ekonomik krizi, insanları tekrar kapitalist pazar ekonomisinin işleyiş yasaları üzerine düşünmeye sevketmiş bulunuyor. Özellikle kapitalizmin doğası ve genel olarak kapitalizmin meşruluğu yeniden tartışılıyor. Kökleri klasik ekonomik liberalizme dayanan bir ideoloji olarak neo-liberalizm ciddi bir meydan okuma ile karşıya karşıya bulunmaktadır. İnsanlar kapitalizmin gerçek doğasını, neo-liberalizmin küresel kapitalizm projesinin gerçekçi olup olmadığını ve kapitalizmin sürdürülebilir kalkınma için tek model olup olmadığını daha güçlü bir biçimde sorgulamaktadırlar.

Bu makalede bu soruların yanıtlarını tartışacak, kapitalizmin ekonomik krizi üzerine üç görüşü, neo-liberalizm, Keynes ve Marx’ın ekonomi teorilerini kısa bir değerlendirmeden geçirecek, bu üç teorinin sunduğu çözümlere odaklanacağız. Ayrıca Vietnam’daki sosyalist-yönelimli pazar ekonomisinin gelişimi için bazı yöntemsel tavsiyelerde bulunacağız.

 Kapitalizmin ekonomik krizine ilişkin neo-liberalizm, Keynes ve Marx’ın görüşleri

Neo-liberalizm’in klasik ekonomik liberalizm ile yakın ilişkisi olan bir iktisadi düşünce ekolü olduğunu biliyoruz. Neo-liberalizm, genellikle neo klasik ekonomi teorilerine dayanmaktadır. Neo-liberalizm, özel sektörün alabildiğine büyütülmesini, buna karşın, ekonomik sistemde devletin rolünün asgari düzeye çekilmesini savunmaktadır. Bunun sonucu olarak devletin (hükümetin) ekonomideki düzenleyici rolü yerini Pazarın düzenleyici rolüne bırakmalıdır. Pazarın düzenleyici rolü,  bir yandan bireylere şahsi çıkarlarını gerçekleştirebilecekleri daha büyük bir özgürlük alanı yaratacak, diğer yandan pazar güçlerinin ve mekanizmalarının özgürce hareket etmesine izin verildiği koşullarda, doğal ve hakkaniyetli bir gelir dağılımı oluşacaktır.

 Neo-liberal iktisadın felsefi temellerinin ilk kökleri Hayek ve von Mises’e kadar götürülebilir.

Bu düşünürler,  tek tek bireylerin kendi çıkarlarının peşinde koştuğu koşullarda oluşacak olan (plansız)  “kendiliğinden düzeni” idealize etmişler, bu düzenin insanlar için en etkin toplumsal yapı olabileceğini savunmuşlardır. Hayek ve von Mises’e göre, hukuk,  yasama ve geleneklerin en önde gelen amacı piyasa düzeninin optimal işleyişini koruyucu ve kollayıcı bir çerçeve sunmak olmalıdır.

Neo-liberalizm’in savunduğu kontrolsüz serbest piyasa mantığına göre, ekonomik krizler ve piyasa aksaklıkları — yüksek enflasyon, ekonomik büyüme hızında düşüş ve durgunluk gibi olgular– özellikle hükümetlerin pazara aşırı müdahalesinin bir sonucudur.

Pazarlar kendi kendilerini rasyonel bir biçimde düzenleyebilen sistemler olduğu için, pazarların etkinliğinde ortaya çıkan bütün aksamalar ve sapmalar sadece ve sadece dışsal nedenlerden kaynaklanmaktadır: Yani ekonomik ve finansal balonların/köpüklerin oluşması ve diğer türde çeşitli aksamalar pazarın kendisinden kaynaklanmamakta,  bunlar hükümetler ve diğer “kusurlar” yüzünden ortaya çıkmaktadır.

1980’lerde bu mantıkla hareket eden ABD ve Britanya hükümetleri, başta vergi karşıtı ve düzensizleştirme amaçlı önlemlerin yanısıra, diğer bir dizi tutucu neo-liberal adımları hararetle desteklemişler ve devletin pazara müdahalesini kısıtlamaya çalışmışlardır.

Bütün bu tip politikalar ve önlemler ekonomide serbest pazara azami özgürlük ve alan yaratmayı hedeflemekteydi. Asgari Devlet ya da Gece Bekçisi Devlet modelinde hükümetin görevi sadece ekonomik sözleşmelere uyulmasını sağlamak ve pazarların mülkiyet haklarını düzenleyici rolünü korumaktır. Dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan’ın savunmuş olduğu gibi bunların dışındaki diğer bütün ekonomik etkinlikler  “pazarın büyülü ellerine” bırakılmalıdır. “Kendiliğinden düzen” teorisinin 20. yüzyılda yaygınlaşan oyun teorileri ile yakından bağlantılı olduğu bilinmektedir.

Neo liberalizmin babası Hayek, pazarı bir “oyun”, olarak niteler,  pazardaki yarışma oyunun kurallarına göre oynanmalıdır. Bu yarışma oyununun sonucunu  “üstün yetenek, güç ve iyi talih” belirleyecektir. Hayek’in “kendiliğinden düzenine” göre, yalnızca “bu oyun” kaynakların tahsisini en uygun bir biçimde düzenleyebilir.

 

Keynes ve ekonomik kriz

Neo-liberalizm ekonomik krizin nedenlerini ve pazar ekonomisinin aksaklıklarını dışsal nedenlerle, diğer deyişle hükümetler ya da diğer pazar-dışı etkenlerle ile açıklamaya çalışırken, Keynes ekonomik krizin nedenlerini bizzat kapitalist serbest piyasa mekanizmasının içinde aramıştır. Keynes’e göre aslında kapitalist ekonomik sistemde bozulan ve geriye düşen tam istihdamı yeniden sağlamaya muktedir olan çeşitli iç güçler ve iç etkenler bulunmaktadır: Fakat bazı tarihsel koşullarda bu güçler çok zayıf düşmektedir veya bunlar zaman zaman pazarlardaki yeni değişimlere zamanında tepkiler verememektedirler.

Dahası, özel sektörün bazı dönemlerdeki karar ve davranışları, makroekonomik düzeyde olumsuz sonuçlara yol açmakta, genel ekonomik sistemde verimsizlik durumları oluşmaktadır. Bu tür karar ve davranışların bir sonucu olarak, pazarı temel alan ekonomiler kronik efektif talep eksikliği durumuna düşmekte, gerekmediği halde milyonlarca insanın işsizliğine ve sefaletine neden olabilmektedirler.

Neoliberal iktisatçılar, 80’lerin başlarında Keynesçi mali kontrol politikalarına ekonomik çöküşleri ve ekonomik durgunluğu hafifletemediği ve ekonomiyi iyi yönetemediği eleştirisi ile hücum etmişlerdi.

Bugün ise durum tersine doğru dönmeye başlamıştır, bugünlerde yeniden canlanmaya başlayan Keynesyen politikalar, –belirli bir derecede– son dünya krizi öncesi dönemde hakim konumda bulunan tutucu neo-liberalizminden çark edilmesi anlamına gelmektedir.

Devletin ekonomiye müdahalesinin altını çizen Keynes, devlet sektörü ile özel sektörün bir arada olduğu karma ekonomik sistemi savunmuştur. Devlet toplam talep seviyesini (toplam tüketim, toplam yatırım ve hükümet harcamaları anlamında) istenen olumlu düzeylerde düzenleyebilmek amacıyla bazı politikalar — mali ve finansal düzenlemeler–  getirme yolunu izleyerek ekonomide olumlu bir rol oynayabilir. Hatta, ekonomik ve finansal kriz dönemlerinde, tam istihdamdaki düşüşleri önleyici olumlu önlemler alabilir. Keynes,  devletin, bireysel  (hane halkı) talebin düşmesi, hatta çöküşü yüzünden sorun yaşayan ekonomilere dolaysız teşvikler sağlayarak önemli bir olumlu rol oynayabileceğini savunmuştur. “Diğer yandan devlet özel sektörün kontrolündeki banka ve finans sektörünü çöküşten kurtarmaya dönük önlemler alabilir, ayrıca kapitalist sistemin bütününü düzenleyici kurallar getirebilir.”

Keynes, neo-liberalizme karşı getirmiş olduğu çeşitli eleştirilere rağmen, kapitalizmin “serbest Pazar” sisteminin erdemlerine sadakatini korumuştur. “Özellikle hangi ürünlerin üretileceğine, bu üretimi birlikte gerçekleştiren üretim faktörlerinin hangi oranlar içinde biraraya getirileceğine, üretim sonucunda ortaya çıkan değerlerin üretime katkıda bulunan üretim faktörleri arasında hangi oranlarda bölüştürüleceğine— biz bu sorulara klasik (iktisadın) analizinin verdiği yanıtlara hiç bir itiraz getirmemekteyiz.”  Özcesi, Keynes tüm bu alanlarda kişisel öz-çıkarların belirleyici rolüne hiç bir itiraz getirmemiştir.

Keynes’e göre mali politikalar kullanılarak üretimde tam istihdamın yeniden sağlanmasının başarılmasının ardından pazar mekanizmalarının özgürce hareket etmesine izin verilmelidir. Keynes, bu doğrultuda şu ifadeleri kullanır:  “tüketim eğilimi/gücü ile yatırım isteği arasında uyum sağlamaya dönük merkezi bir düzenleme (kontrol)  yapma gereği dışında, ekonomik yaşamın daha önce bulunduğu düzeyin ötesinde bir toplumsallaştırılmaya yöneltilmesi için hiç bir neden yoktur.”

Neo-liberalizm ve Keynesçi görüşler ekonomik krizin iş döngüsü ile ilgili olduğunu ve uzun erimli nedenlere bağlı olmadığını, dolayısıyla ekonomik krizlerin geçici olduğunu ve her bir kriz dönemini bir ekonomik iyileşme ve büyüme döneminin izleyeceğini iddia etmişlerdir. Buna karşı, Marx ise döngüsel ekonomik krizlerin– kesin bir şekilde– kapitalizmin öz karakterinde içkin olduğunu savunmuştur. Marx’ın kapitalist üretim tarzı ile ilgili yaptığı araştırmalarda ana kaygılarından biri de kapitalist üretim tarzının temel iç çelişmesini açığa çıkarmak, böylece tarihsel ekonomik krizlere neden olan bu çelişmenin en nihayetinde kaçınılmaz olarak kapitalizmi devirerek, onun yerine daha insani ve akılcı bir üretim sistemine yol açacağını kanıtlamak olmuştur.

Komünist Manifesto’da ortaya koyulduğu gibi, kapitalizm sürgit sarsıntıların, sürgit irili ve ufaklı krizlerin ortaya çıktığı bir sistemdir, çünkü kapitalizm emek ve sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkinin itkisiyle, emek süreçlerinde ve üretim ilişkilerinin sürekli dönüştürmek ve devrimcileştirmek zorunda olan bir sistemdir. Ya da başka bir deyişle, kapitalizm tam da bu doğası gereği sürdürülemez (dengesiz) gelişme büyüme demektir. Kapitalistlerin tek tutkusu kârdır, E. Meiksins Wood’un deyişi ile kapitalist sistemin niteliği  “insanın ve doğanın kârın çıkarlarına feda edilmesidir”.

 

Kapitalizmi kaçınılmaz ekonomik krizlere götüren iç doğası

Sermaye özü itibari ile (doğa benzeri) kendi kendine büyüyen değerdir, sermaye sürekli büyüyen bir birikim tutkusu ile güdülenir – sınırları olmayan daha fazla kâr dürtüsü ile güdülenir. Marx’ın yazdığı gibi:  “Sermaye kendi kısıtlayıcı sınırlarını aşmak için sonsuz ve sınırsız bir dürtüdür. Sermaye her bir sınırı aşılması gereken bir engel olarak görür.  Aksi takdirde sermaye, sermaye olamaz kendini yeniden üreten para olamaz. . Eğer sermaye belli bir sınırı, ötesine geçilmesi gereken bir engel olarak görmemiş ve kendisini bu sınırlar içinde rahat hissetmiş olsaydı, değişim değerinden kullanım değerine düşerdi… Sermaye bu niteliği ile spesifik bir artı değer yaratır, çünkü sermaye bir anda sonsuz artı değer yaratamaz, fakat öte yandan onun (artı değerin) aynısını yaratan sürekli bir devinimdir.”

Bu yüzden değer üretiminin temelinin kökünü kazımadan sermayeyi kontrol etmeyi çabalamak kesinlikle yenilmeye mahkûmdur. Değer ve artık-değer var olduğu sürece, sermaye kendi kendini büyütmek için didinecektir. Marx’ın da ifade ettiği gibi sermaye ona dışsal sınırlar koymaya çalışan—devlet düzenlemelerini veya müdahalelerini– aşabilir ve aşacaktır.  Sonuç olarak, sermaye kendi-kendini tahrip eden bir sistem olarak görülebilir: Bu anlamda bir yandan,  doğayı, diğer yandan işçileri (emeği) aşırı bir biçimde sömürme tutkusu, –ki sermaye kâr için tam da bu doğal kaynaklara ve insanlara dayanmaktadır–  sermaye için ölümcül sonuçlar getirebilir.

Böylece, Marx’ın ve Keynes’in kapitalizmin krizleri olgusuna farklı ve karşıt şekillerde yaklaştıklarını ve incelediklerini görebiliriz: Keynes kriz sorununu tamamen ekonomik alanın sınırları içinde kalarak ele almış, ekonomik krizleri önlemeyi var olan sosyal düzeni ayakta tutma çerçevesi içinde düşünmüştür. Buna karşın, Marx, ise kapitalizmin ekonomik krizlerini değişmesini istediği sosyal düzenin sonunu getirecek, çok daha büyük bir krizin parçası olarak görmüştür.

Marx’a göre kapitalizmin temel çelişkisi üretimin durmaksızın büyüyen toplumsal karakteri ile kapitalist özel mülkiyet arasındaki çelişkidir. Üretim araçları üzerinde kapitalist özel mülkiyetin oluşturduğu prangalar yok edilmeksizin insan toplumu daha ileriye gitmeyi başaramayacaktır.

Açıktır ki, hem Marx, hem Keynes—her ikisi de– kapitalist pazarın bazı sorunlarını ele almış ve incelemiş olmalarına karşın,  bize bugün krizlerin üstesinden gelmede ve insan toplumlarının sürdürülebilir gelişimini güvence altına almada (alıp, elde hazır uygulayabileceğimiz) kapsamlı bir eser/öneri sunmadılar. Bu ve benzeri sorunlar bizim önümüzde hala kapsamlı çözümler bekleyen sorunlar olarak durmaktadırlar. Dahası, Marx ve Keynes, yukarıda ele aldığımız teorik çalışmalarında, günümüzün hızla ilerleyen küreselleşme süreci ve bilimsel ve teknolojik devrimler koşullarında, — karşımıza çıkan– pazar ekonomisinin son günlerde ortaya dökülen ciddi sorunları, henüz ele almamışlardı. Bu sorunlar üzerine daha derinlemesine teorik araştırmalara ihtiyacımız olduğu açıktır.

Ekonomik kriz ve Vietnam’ın çıkardığı bazı dersler

Küresel ekonomik kriz, Vietnam ekonomisinde bazı önemli etkilere yol açmıştır. Fakat, sosyalist hükümetin duruma zamanında müdahalesi sonucunda, Vietnam krizin olumsuz etkilerini azaltmayı ve ekonomideki gerilemeleri yeniden toparlayabilmeyi başarmıştır.

Bununla birlikte ekonomik krizlerle başa çıkabilmenin yollarını, pazar ekonomisi ve sosyalizmi birleştirmenin en iyi yolunu bularak, krizlerin yaşanmadığı ve sürdürülebilir bir gelişme yolunun teori ve pratiğini netleştirme çabalarımızı sürdürmekteyiz.

Vietnam halkı, kendi ülkesinde sosyalist-yönelimli bir pazar ekonomisi geliştirmeye çalışırken dünya ölçeğinde açık ve rekabetçi pazarların oluşmasının büyük olumluluklar içerdiğini görmektedir. Öte yandan dünya ölçeğinde –son zamanlarda küresel finans sisteminde büyük adaletsizliklere yol açmış olan aşırı kapitalizme, sınırsız açgözlülüğe karşı çıkıyoruz. Ülkemizin sosyalist-yönelimli pazar ekonomisi, özel çıkarlar ile kamusal çıkarlar, işletme kârlılığı ile ücretler, pazarın düzenleyici rolü ile devletin makroekonomik düzlemde düzenleyici rolü arasında,  uygun bir denge ve uyum yaratmayı hedeflemektedir. Marx’ın ekonomi teorilerinin teorik ve yöntemsel olarak hala büyük bir değere sahip olduğuna tümüyle inanmaktayız. Bu anlamda günümüzün güncel küreselleşme süreci bağlamında Marx’ın iktisadi teorileri ekonomik düşüncelerimizde temel ve yol gösterici bir rol oynamaya devam etmektedir. Kanımızca, yapmamız gereken bir yandan Marx’ın düşüncelerini tekrar değerlendirip—günümüz koşullarında daha da zenginleştirmek, diğer yandan diğer iktisadi gelenekler ve iktisadi okulların düşüncelerini eleştirel biçimde inceleyerek onların olumlu bazı yönlerini değerlendirmek, böylece ülkemiz için etkili ve uygulanabilir bir gelişme teorisi inşa etmek olmalıdır. Son 30 yıl içindeki pratik deneyler ve araştırmalarımız sonucunda, ekonomik döngülerin pazar ekonomisinin içkin bir niteliği olduğunu bilince çıkarmış bulunuyoruz. Bu anlamda, Vietnam’da geliştirdiğimiz sosyalist-yönelimli pazar ekonomisi de, ekonomik döngüleri yaratan yasanın etkisi altındadır ve ülkemizde de ekonomik döngüler yaşanmaktadır.

Bundan dolayı küreselleşme ve uluslararası entegrasyonun dünya çapında giderek genişlediği koşullarda, Vietnam kendi öz-rezervlerini ve kapasitesini geliştirmeli, her türlü kriz tehdidine karşı etkin bir yanıt üretebilmeye hazırlıklı olmalı, diğer yandan ülke ekonomisinde meydana gelen ekonomik döngülerin olumsuz etkilerini asgari düzeye çekmeye çalışmalıdır.

Bütün bunlar ülkemizdeki bütün politik sistemin ve bütün halkımızın desteği ile sağlanabilir. Vietnam’da son dünya krizinin etkileri ile başa çıkma deneyimimiz, sosyalist sistemin avantajlarını ve sosyalist sistemin sürdürülmesinin önemini açıkça ortaya koymuştur. Başlıca avantajları şöyle özetleyebiliriz: Uygun makro-ekonomik siyasetlerin belirlenmesinde yönlendirici rol oynayan Komünist Partisi’nin önderliği, hükümetin (devletin) belirlenen bu politikaları tutarlı ve ısrarlı bir biçimde uygulaması, sosyalist devlet sektörünün bir yandan ekonomide istikrarın sürdürülmesine yaptığı katkı, diğer yandan ekonomideki alçalmayı yeniden toparlanmaya dönüştürmeye sunduğu katkı, daha da önemlisi sosyalist sistemin geniş halk yığınlarının katkı ve desteğini–ülkenin gelişmesi ortak davasında—etkili bir biçimde seferber edebilmesidir.

(*)Doç. Pham Van Duc, Marksist Felsefe Dergisi, Yazı İşleri Md, Vietnam Sosyal Bilimler Akademisi’ne bağlı Sosyal Bilimler Lisansüstü Çalışmalar Okulu.

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir