Yeni Dünya Ekonomisi- Mehmet Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Yeni dünya düzeni şimdi kapitalizme sonsuz sömürü olanakları açmış bulunuyor. Artık dünyada işletmeye açamayacağı kaynak, girmediği pazar -birkaç istisna dışında- yok sayılır. Geriye kalan birkaç kapalı ülkenin duvarlarını yıkmak için de azgın boğa gibi saldırıyor. Ayrıca, başta iletişim olmak üzere birçok yeni ve kritik sektörü emrine aldığı gibi, bir zamanlar nispeten daha bağımsız olan basın üzerinde de sermaye denetimi artmaktadır. Basın ve iletişim önemli çünkü ekonomi siyasi gelişmelerle iç içe ve ayrıca kamuoyu yönlendirmesi de bunun bir parçası. Bunlarla birlikte, sermaye birikiminin eriştiği düzey, yaşadığımız döneme özelliğini veriyor.

Yeni dönemin ekonomi politiği ilk olarak mali sermayenin ve devletlerin artan gücünü inceleyerek işe başlamalıdır. Tutucu kesimden çıkan ekonomi teorilerinin en zayıf yanları konuları sosyal ve politik bağlamından koparmalarıdır. Sanki ekonomik olaylar tüm faktörlerin sabit sayılacağı bir boşlukta cereyan ediyormuş gibi. Hâlbuki mali sermaye gücünü çoğu zaman siyasi müdahalelerden alıyor.

Kamu kredisi
Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, bütün ülkelerde kamu kurumları, devletiyle, yerel yönetimleriyle uzun zamandır ekonomide en büyük aktör haline gelmiştir. Bu sadece ekonomideki paylarının büyüklüğüyle ilgili değildir. Öncelikle, kamu yönetiminin en temel koşulu olan vergilerle alakalıdır. Vergilerle toplanan muazzam kaynakların kullanımı, ekonomik krizlerle başa çıkmak için de sermaye iktidarlarına büyük olanaklar sunuyor. Devlet her halükarda piyasaları canlı tutacak kaynakları pompalayabiliyor. 1929 büyük bunalımından çıkış yolu da buydu. Önce Roosevelt’in kamu projeleri, sonra da İkinci Dünya Savaşı’nın sonsuz harcamaları kapitalizmi krizden çıkarmış ve bu arada yöneticilere gerekli dersleri sağlamıştı: Kamu kredisiyle işler bir ölçüde düzene sokulabiliyordu. Söz konusu döneme kadar kamu kredisine en çok savaş durumunda baş vuruluyordu. Bundan sonra savaşta ve barışta çok daha yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Dünya altyapısı bununla inşa edildi ve krizlerle başa çıkmak için de yaygın olarak kullanıldı. Devletlerin vergi toplama gücüne olan güven, kamu borçlanmasının da artmasına olanak tanıdı.

Kamu borçlanmasından kim korkar
Günümüzde dünyada kimileri için endişe verici miktarda kamu borçlanması bulunuyor. Kamu borçlanması artık standart bir finansman yolu oldu. Sadece olağanüstü dönemlerde baş vurulmuyor. ABD’nin kamu borcu (2014 yılı) on beş trilyon dolara yaklaşıyor. Ama endişe etmesi gerekenler zengin ülkeler değil. ABD borcunu dünyada rezerv para olan doları basarak ödüyor. Maliyeti yok gibi. Sadece fiyat dengelerini bozmayacak şekilde kullanma gibi bir dertleri var. Buna paranın fiyatı (yani faiz) de dahil elbette. Öte yandan ABD yönetimi vergi almaya devam ettikçe, bunun sağlayacağı güvenle borçlanmaya devam edebilir. Bunun ödenmesi elbette ki yeni-muhafazakar politikalarla giderek artan oranda emekçilerin sırtına yüklendi. Bu yükün topyekun bir siyasi krize yol açması da görünür gelecekte söz konusu değil.

Kamu borçlanmasından asıl korkması gerekenler bu borçları ödemek için gereken parayı dışarıdan kazanmak zorunda olan ülkeler. Kimisi petrol satıp kazanıyor, şimdilik rahat. Ama diğerleri kaynaklarını ve emeklerini üç kuruşa satıp biriktirdikleri dövizle borç ödüyor. Bunun anlamı, sadece kahve veya pamuk gibi temel malların değil, ücretlerin de düşük tutulması gereğidir. (Temel mallar zaten işgücünün ucuzluğuna bağlı olarak üç kuruşa satılıyor.) Mamul mallarda da durum farklı değil. Cezayirli bir tekstil işçisi Fransız tekstil işçisinin onda biri kadar maaş alacak ki, ürettiği gömlek satılabilsin, gelen paralarla da borçların faizi ödenebilsin. İşte bu artı(k) değerden çok daha ağır bir sömürü kaynağıdır.

Borçla gelen bağımsızlık
1946’yı izleyen çeyrek yüzyılda yüzden fazla ülke bağımsızlığını kazandı. Çoğu bunun için çok kanlı savaş verdiler. Bu eski sömürgeciliğin tasfiyesi anlamına geliyordu. Yeni sömürgeciliğin ilk adımı, en vahşi şekilde talan edilmiş ve bağımsızlık savaşında büsbütün tükenmiş ülkelere verilen dış borçlarla atıldı. Yeni yönetimlerin bir kısmı iyi niyetli olsalar dahi bu borçları çarçur ettiler. Birçok ülkede ise yeni rejimlerin diktatörleri, çevreleriyle birlikte bu paraları kendi hesaplarına aktarıp yok ettiler. Bunlar batılı ülkelerin işine geliyordu çünkü daha ağır koşullarla yeni borç için kapıya geliyorlardı. Onlar gelmezse uluslararası kuruluşlar kapılarına gidiyordu. Tabii bunlar başka koşullar da ileri sürdüler. Mesela ekonominin liberalleştirilmesi, doğal kaynakların kullanıma açılması, taban fiyatlarının azaltılması, özelleştirmeler, satın alma koşulları, hukuki düzenlemeler ve daha neler. Türkiye hükümetleri bu konuda çok kötü bir sınav vererek batıya giderek teslim oldular. Kısmen bile teslim olmamakta direnenler bazen darbeyle, bazen hileli seçimlerle, bazen komplolarla tasfiye edildi. Sonuçta, emperyalizm sermaye egemenliği değil midir. Günümüzde, sermaye daha önce hiç görülmedik oranda toplumların kaynaklarını yönlendirmektedir.

Çevre krizi ve sermaye
Çevre krizini tek başına mali sermayeye bağlamak olmaz. Ama çok büyük bir payı vardır. Öncelikle yarattığı tüketim hırsı nedeniyle vardır. Herkes daha fazla tüketmek için geleneksel yaşamlarını ve üretim şekillerini terk edip yakınlarındaki kaynakları yağmalamaya girişiyor. İnsanlar ürettiklerinden daha fazla tüketmek, gene tüketmek istiyor. İkinci olarak da, büyük sermaye zorladığı üretim modeli itibariyle sorumludur. Örneğin, birçok ülkede monokültür ile toprakları mahvetmektedir. Sermayenin uzun vadede çevreyi düşünmek gibi bir endişesi yoktur, asla olmamıştır. Kuşkusuz ki ortaya çıkacak olan sorunları da bir kazanç vesilesi haline getirmeyi planlamış bulunmaktadır.

Sermayenin büyük sorunu
Politika bir tarafa bırakılırsa, sermayenin en büyük ekonomik sorunu kar oranlarının sürekli düşme eğilimi içerisinde olmasıdır. Sektörler arasındaki nispetsizlikten ve aşırı üretimden doğan sorunlar da vardır ama günümüzde bunlar ikinci plandadır. Kar oranlarının düşmesi önemlidir çünkü sermayeyi “balonlar” yaratan riskli yatırımlara iter. Bunun anlamı yüksek kar beklentisiyle bir sektöre aşırı yatırım yapılmasıdır. Bir zamanlar Hollanda’da lale soğanlarına büyük yatırım yapılmış, astronomik fiyatlar oluşmuş ama bir gün kimse almak istemeyince, ertesi sabah bunların değeri normal soğan seviyesine inmiş ve balon patlamıştı. Çılgın 1920’lerde hisse senedi fiyatları aşırı şişince benzer bir durum yaşandı. Nihayet 2008 krizi de buna benzer. Bankaların elinde muazzam fonlar birikmişti ve yatırımların getirisi düşüyordu. Bir dönem yüksek kar beklentisi ile yatırımlar gayrimenkule yönlendirildi ve konut fiyatları şişti. Burada da emlak balonunun patlaması, ardından fonların ve bankaların batmasını getirdi. Ne var ki devasa devlet yardımları ve kamu kredileri sistemi ayakta tuttu. Bu arada, Reagan’dan başlayarak bankalar ve yatırım fonları üzerindeki denetimin kaldırılması, bunların riskli yatırımlara girmesini mümkün kıldı ki, bu arada yatırımlarına sıkı kurallar getirilmiş olan emeklilik fonları dahi çöktü. Değerlendirme kurumları ile mali şirketlerin ortak çalışarak riskli yatırımlara dahi AAA derecelendirmesi yaptıkları, ve fonları yönlendirdikleri ortaya çıktı.

Sermayenin ikiyüzlülüğü
Günümüzde dünya ekonomisinde büyük yer tutan kamu kurumlarının faaliyet alanları özelleştirme ile mali sermayenin istismarına açılıyor. Bu yönde çok büyük baskılar yapılıyor. Doğrudan özelleştirilmeyen işler taşeron şirketlere devrediliyor. Kamu kuruluşları kötüleniyor. Bazı hallerde kasten kötü yönetilerek özelleştirme için değeri düşürülüyor. Ne var ki, gelişmiş ülkelerde devlet küçültülmüyor ya da sadece bazı harcamaları kısıtlanıyor, çünkü bazı hizmetlerin kamu tarafından yapılmasının toplum için en iyi çözüm olduğu her gün daha iyi anlaşılıyor. Baskı daha çok azgelişmişlerde. Ama devlet ekonomik gelişme dönemlerinde kötülenip şeytan gibi gösterilirken, balonlar patlayıp krizler derinleşince sermaye devlet yardımı istiyor ve dev şirketler böylece kurtarılıp tekrar piyasaya salınıyor. Bu arada, fonları riske atıp batıran yöneticiler de yedi, hatta sekiz sıfırlı primlerini almaya devam ediyorlar. Hani piyasa yanlışı cezalandırırdı.

İnsanların küçük hırsları
Sermayenin bu kadar ikiyüzlü ve pervasız davranabilmesinin nedeni çoğunluğun küçük hırslarıdır. Kapitalist ekonomi biyolojik hayatı yok etme pahasına küçümsenmeyecek kesimlere yüksek tüketim olanağı sağlamaktadır. Bu aynı zamanda piyasalar açısından da önemlidir kuşkusuz. Ve bu desteklerle krizleri atlatmakla kalmıyor, gelir dağılımını kendi lehine sürekli bozuyor. Günümüzde mali sermayenin egemenliğine karşı mücadele öncelikle kamuya ait kaynakların (ormanların, suların, parkların, hastanelerin, okulların, haberleşmenin) korunmasından geçmelidir. Bunların çoğu özelleşti bile. Hatta, içme suları dahi özelleştiriliyor. İçecek bir bardak suyu kar konusu yapıyorlar (büyük şirketler daha şimdiden içme suyundan yılda 60 milyar dolar kar elde ediyor). İnsanlığın bu en temel, en hayati gereksiniminin bile korunamaması söz konusuysa, insanlığın bu eşitsizliği ve aşağılanmaya karşı çıkması için daha ne gerekir bilemiyorum.

Mehmet Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir