Yol Ayırımından Önce Son Şans- Mehmet Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

İşte bu koşullarda yeni bir idealizm arıyoruz. İşin kötüsü başkalarının aksine, bunu ne bilimde,

ne dinde ne de serbest piyasada bulamayacağımızı biliyoruz. Çevrecilik gibi çok önemli bir akım da bize bütünlüklü bir bakış vermiyor çünkü belli bir felsefesi olsa da, en azından şimdilik alternatif bir sosyal teorisi yok.

Her toplum için faydalı bir yaklaşım olmakla yetinmektedir. Pekâlâ, yeni bir idealizmin hangi temelde gelişeceğinin ipuçlarını görebiliyor muyuz? İnsanları hangi temelde birleştirebilecektir? Kimleri?

1
YOL AYIRIMINDAN ÖNCE SON ŞANS

Uzun süre önce dağılan bir geçmişin hatıraları hala azizlikle saklanıyor. Öte yandan gündönümü fırtınaları insanları dört istikamete savurup duruyor. Kuruyan yapraklar gibi oraya buraya dağıtıp bırakıyor.
Eski dostlarımızın bir kısmıyla çok uzun zaman önce yollarımız ayrıldı. Artık karşı kamplardayız, dönüşü olamaz bunun. Bir kısmı için dileğim en kötü koşullarda karşılaşmamak. Birkaç tanesi için de bunun tersini isterim, artık ne olacaksa.
Gene de,
bu kadar yıldan sonra yüreğindeki insan sevgisi sönmemiş birçok eski arkadaşımız var. Evet, liberal propagandadan etkilenmişler, lakin böyle büyük fırtınalar kimi etkilemez ki. Her şeye rağmen daha iyi bir toplumu samimi olarak arzu ediyorlar. Onların dar çevrelerinden çıkarak olayların bütününü görmelerini temenni ederim.
Yüz farklı süreç bir arada yürüyor. Küçük süreçlere takılıp kindar ve dar bakışlı bir tutumla büyük süreci görmemeleri çok üzücü. Bütün bina tepesine yıkılırken düşman olduğu komşusunun camlarının kırılmasına sevinen küçük hesapçılara benziyorlar. Evet, kötü komşunun camlarını kırıyorlar ama amaçları bu binadaki herkesi gömmek. Bunun ayırımına varın lütfen. Kötü komşuya da zarar veriyor diye sizi ve bizi (en azından sosyal olarak) yok etmeyi planlayanların tarafında yer almayın. Kaldı ki bu arada sayısız yurtsever de komplolara kurban oluyor. Hiç değilse adalet duygunuzu yitirmeyin.
Bütün halkalar içerisinde en temel olanı hatırlayın. Baş çelişki hala emperyalizm ile Türkiye halkı arasında değil mi? Bunu inkâr edenlerin, en azından tamamen gündemden düşürmüş olanların niyetlerini okuyun. Referansınız geçmişteki mücadelemiz olsun.
Bu referans olmadığı takdirde her gün keskinleşen ayırıma göre, karşı saflara düşmekten kaçamayız: Bağımsızlıkçı kamp ve teslimiyetçilerin/işbirlikçilerin kampı. Bunu kimseye yakıştırmak istemezdim ama vaktiyle yanımızda olanlardan önce birkaç kişi, sonra tek tük gruplar ve giderek daha büyük gruplar bu kampa geçti.
Siz iyi insanlar, işbirlikçilerin yanında ezilmeyi beklemek size yakışmaz.
Tekrar tekrar düşünün, nasıl bir Türkiye istediğinizi ve buraya nasıl ulaşacağınızı düşünün. Bunu düşünmeden sırf tepkiyle hareket etmeyin. Utanç ve aşağılanmayı yaşamayın. Düşmanlarımız çok kalabalık. Birkaç tane daha olsa fark etmez. Ben sizi bu “zül”e layık görmüyorum. Sizin vicdan azabınızı da başkaları çekiyor.
2
Çin’de 4 Mayıs 1919 hareketi ile Türkiye Haziran 2013 direnişi
BİR KARŞILAŞTIRMA
1919 yılının Mayıs başlarında İstanbul’da Mustafa Kemal ve arkadaşları işgalden kurtulmak ve ülkenin parçalanmasını önlemek için ne yapacaklarını tartışırken Çin’de dünya tarihini değiştiren büyük bir olay gerçekleşti.
Büyük Savaş sona ererken bu büyük medeniyet genel bir çöküş manzarası arz ediyordu. Bütün limanları emperyalistlerin işgalinde olup, nehirlerinde yabancı bayraklı gambotlar devriye gezmekteydi. 1911 yılında kurulmuş olan Sun Yat Sen Cumhuriyeti, gerçek iktidarın savaş ağalarının elinde olduğu bir kabuktan ibaretti. Bunlar özel ordularıyla yerel iktidarları ellerinde tutan güçlülerdi. Yeni kurumlar henüz yeterince gelişmemişti ve açlık sınırında yaşayan köylüler feodallerle iç içe geçmiş bürokrasi tarafından eziliyordu. Kadınlar daha da korkunç bir durumda olup, bunun simgesi olan “küçük ayaklar” hala çok yaygındı. (Bu, kadınların ayaklarını tahta kalıplar içerisinde tutarak büyümesini engelleyen ve hayatlarını büyük acılar içerisinde geçirmelerine yol açan korkunç bir uygulamaydı). Sürekli aşağılanan, milyonlarcası İngilizlerin Hindistan’da ürettikleri afyonla dumanlanan bir halk vardı ortada. Bu durum Japonya tarafından büyük bir fırsat olarak görüldü. Bu “uyuşuk” halkın ülkesini ele geçirmenin tam zamanıydı. Paris Konferansı’nda bir oldubitti ile Almanya’nın eski üssü Tsingtao’yu aldılar ve aşağılatıcı başka maddeler dayattılar. Çürümüş Çin yönetimi bunlara boyun eğince 4 Mayıs günü Pekin Üniversitesi büyük bir direniş başlattı. Bunun etkileri dalgalar halinde ülkeye yayılırken muazzam bir altüst oluş yaşandı. On yıllardır üzerine ölü toprağı serilmiş olan halk silkindi, teslimiyetçi zihniyeti üzerinden attı. O kadar ki, göz açıp kapayıncaya kadar, eski ağdalı dilin yerine geçen halk diliyle yayın yapan 400 yeni dergi ve gazete çıktı. Kadınlar sosyal hayata girdi. Küçük ayaklar reddedildi. Birkaç yıl içerisinde yeni partiler kuruldu ve Çin 30 yıl içerisinde yabancı boyunduruktan kurtulup yeni bir halk cumhuriyeti kurdu.
Haziran direnişi şimdi aklıma bu olayı getirdi. Acaba dedim, Türkiye halkı da silkinip emperyalist boyunduruktan kurtulma yolun girebilir mi? Direnişlerin yaygınlığı ve canlılığı beni umutlandırdı. Mücadele tekrar başlamış, 33 yıllık aradan sonra gelişme yoluna girmiş miydi? Bunu kesin olarak söylemek için birkaç yıla daha gerek olabilir. Önümüzdeki süre çok önemli, çünkü Türk siyasetini BOP bataklıklarında boğmak isteyen önemli planlar devrede. Solun bir kısmı da Kürtlerle yanlış ilişkiler kurarak aynı politikanın kuyrukçuluğunda boğuluyor. Onları kapıldıkları yoldan çevirmek kolay değil ama yabancı planların peşinde sürüklenmeleri de çok acıklı. Bunlar değişmezse çok vakit yitirilir. Öncelikli mesele bağımsız düşünmeyi öğrenebilmektir. Sol batılıların empoze ettiği çarpık demokrasi anlayışı içerisinde düşündüğü sürece komadan çıkamaz. Solu olmayan bir demokrasi de demokrasi olamaz. Ama işler kötüye gitse de pes edecek değiliz. Hiçbir zaman etmeyeceğiz.
3
YENİ BİR İDEALİZM ŞART MIDIR? … MÜMKÜN MÜDÜR?
Tarihteki büyük atılımların hepsi, insanların ileri atılmasını sağlayacak yeni bir inanç, her şeyin daha iyi olacağına inandıran bir idealizmin üzerinde yükselmiştir.
St. Augustine Vandalların istilası altında yıkılmakta olan Roma dünyasında “Tanrı’nın Kenti” kitabını yazarak, batı dünyasının temellerinden birisi olan dünyevi ve ilahi otoritelerin farklılığı tezini yerleştirdi. Hıristiyan idealizmi bu en küçük kıtayı dünyaya hâkim kılacaktı ama daha önce iki otoriteyi birleştirmeye çalışan İslam idealizmi tarafından asırlar boyunca Pirenelerin kuzeyine hapsedildi. (Bu kuşatılmışlık hissi batıda hiç kaybolmamıştır – ya barbarlar, ya da İslam, komünizm veya Çinliler geliyor! Ve karşı mücadeleye girişmiştir.)
Yakın çağlarda, aydınlanma, dünyadaki bütün sorunların bilim tarafından çözüleceği müjdesiyle geldi ama 20. yüzyılın büyük trajedileri bunun olanaksızlığını gösterince itibardan düştü. Aydınlanmanın türevlerinden birisi olan Marksizm de bu kaderi ister istemez paylaştı.
Gene bu dönemin İskoç aydınlanmacıları (Ferguson, A. Smith, Hume) piyasa ekonomisinin düzenli (ama demokratik olması asla gerekmeyen) bir hükümete ihtiyaç gösterdiğini öne sürdüler. Onların sivil toplum anlayışını baş aşağı çeviren çağdaşlarımız, bundan yeni bir çıkış yaratmaya çalışırken duvara tosladılar.
Günümüzde arayışlarımız aydınlanmanın yükseldiği 18. yy. iyimserliğinin değil Roma’nın yıkılış dönemindeki karamsarlığın içerisinde yapılıyor. Bu dönüşüm çok hızlı oldu. 1960’lardaki sonsuz iyimserliğimizin, çok değil on yıl sonra, 1970’lerde büyük bir karamsarlığa dönüşünü çok iyi hatırlıyorum. Ama bu bizim küçük kaosumuzdu. Rus ve Alman aydınları (başka kelime bulamadım, yoksa hiç kullanmam) 1930’larda çok daha büyük bir kabusun ve karamsarlığın içinde yok edildiler.
İşte bu koşullarda yeni bir idealizm arıyoruz. İşin kötüsü başkalarının aksine, bunu ne bilimde, ne dinde ne de serbest piyasada bulamayacağımızı biliyoruz. Çevrecilik gibi çok önemli bir akım da bize bütünlüklü bir bakış vermiyor çünkü belli bir felsefesi olsa da, en azından şimdilik alternatif bir sosyal teorisi yok. Her toplum için faydalı bir yaklaşım olmakla yetinmektedir. Pekâlâ, yeni bir idealizmin hangi temelde gelişeceğinin ipuçlarını görebiliyor muyuz? İnsanları hangi temelde birleştirebilecektir? Kimleri?
4
HAZİRAN OLAYLARI SİYASİ BİR KRİZ MİDİR?
2013 Haziran olayları çoktan tarihe geçti. Gelecek yıllar boyunca bu konuda sayısız kitap ve makale yazılacak. Bundan yüz veya iki yüzyıl sonra insanlar bunu bizim Patrona Halil İsyanı’nı veya Alemdar Mustafa Paşa vakasını okuduğumuz gibi inceleyecek ama ayrıca görme ve duyma fırsatı da bulacaklar. Düşünün, Vaka-yı Hayriye günlerinde İstanbul’daki çatışmaları seyretmek ya da Tanzimat Fermanı ilan edilirken yaşanan tereddütleri yakından izlemek istemez miydiniz?
İyi de ileride bugünü nasıl değerlendirecekler? Belgelerin yanında erişebilecekleri sesler ve görüntülerden ne anlayacaklar? İşte bunu hiç bilemeyiz. Köprülerin altından çok sular akacak ve biz bunları görmeyeceğiz.
Gene de tarih boyunca yaşamış her nesil gibi, kendi işimize bakalım, şimdiki tarih için endişelenmeyi ileriki nesillere bırakıp, kendi geçmişimizi dert edelim.
Önce işin kolayından, ne olmadığından başlayalım. Bir kere bu olay bir ekonomik krize (krizle birlikte veya krize rağmen) dayanmıyordu. Hatta, bu olaylarda halkın herhangi bir ekonomik talebi dahi dile getirilmedi.
Öte yandan yönetimin ve sermayenin bir siyasi kriz paniği bulunmuyordu. Olsaydı göstergelere yansıması farklı olurdu. Hatta kimi zaman hükümetin istifası talep edilmekle birlikte, bir rejim değişikliği ciddi olarak gündeme gelmedi. Buna rağmen olayın yoğun bir siyasi muhtevası vardı, tıpkı yoğun bir sosyal muhtevası olduğu gibi.
Bu öncelikle bir siyasi MEŞRUİYET KRİZİ idi. (Bu tür bir krizin arkası hemen gelmez.)
Her türlü hukuku hiçe saymanın ötesine, hukuk kavramlarını çiğ çiğ yiyen ve hukuku komplolar için kullanan bir iktidarın meşruiyetinin artık kabul edilmediğinin bir ifadesiydi. Ve işler öyle gelişti ki, bu olaylar yavaşladığı zaman, iktidar var olan meşruiyetinin büyük bir bölümünü, iç ve dış siyasi desteğinin bir kısmıyla birlikte yitirmişti.
İkinci olarak da bu olaylar, SAVAŞ İLANINA YANIT VERİLMESİYDİ. Halkın büyük bölümüne ve Cumhuriyet’e karşı iktidar tarafından ilan edilen savaş, her ne pahasına olursa olsun barış isteyen çoğunluk tarafından savuşturulmaya çalışılıyordu. “Bu son rezilliktir, artık bundan fazlası olamaz ya” diye kendini aldatanlar ileride çok daha büyük rezilliklerle karşılaşacaklarını kavradılar. Savaştan kaçınamayacaklarını, korkunun ecele faydası olmadığını anladılar ve şimdi milyonlarca kişi mücadelenin nasıl yapılacağını düşünüyor. Bakalım nasıl düşünecekler? Nereye bağlamaya çalışacaklar? Bir çokları yeterince düşünemeyecek (1968’deki halimizi hatırladım), aşırı iyimserliğe veya kötümserliğe kapılacak.. Bir kısmı ise düşüncelerini olgunlaştırma yoluna girecek. İşte geleceğin liderleri bunlar arasından çıkacak.
5
NE OLABİLİR?
Siyasetçi olsaydım sabah akşam düşünmek zorunda kalacaktım,
şöyle olursa ne olur, böyle olursa ne olur…
İktidar muhalefete aldırmadan planlanan yolunda giderse ne olur?
Haziran direnişinin yeni bir yol açması uzun sürerse ne olur?
Açamazsa, başka yollar gerekirse ne olur?
Öte yandan, alternatif bir muhalefet gelişmezse ne olur?
Ya da gelişirse ne olur?
Muhalefet gözünü kaçırıp da boşa konuşmaya devam ederse ne olur?
Planlanmış yolların ayrıntılarını keşfedemezsek ne olur?
Plan değişikliklerini izleyemezsek ne olur?
SEÇİM SİSTEMİ değişmezse ne olur?
İktidar şaibeli bir seçim kazanırsa ne olur?
AKP oylarında ciddi bir düşüş olursa ne olur, olmazsa ne olur?
MHP’nin yedekliği AKP’ye yetmezse yetmezse ne olur?
Ülke gayrimeşru bir hükümeti tekrar kabul ederse ne olur?
Ya da Tayyip giderse ne olur?
CHP içerisinde yurtsever kesim etkisiz kalırsa ne olur? Güç kazanırsa ne olur?
Ekonomik kriz derinleşirse ne olur?
Anayasa değiştirilirse ne olur? Değiştirilmezse ne olur?
Siyasi kriz Eylül’de yükselirse ne olur?
Suriye’de ne olur?
Esad kazanırsa veya kaybederse ne olur?
Amerika müdahaleyi artırsa ne olur? İsrail her hafta bombalarsa ne olur?
Sonbahar’da muhalefet yükselirse ne olur? Geri çekilirse ne olur?
Bütün bunlar genel planın neresine oturur?
Kürtler makul davranırsa ya da davranmazsa ne olur?
Bereket versin siyasetçi değilim. Olsaydım tüm bunları ve dahi yüzlerce farklı senaryoyu düşünmekten kafam çatlardı. Daha bir de “NASIL?” soruları var üstelik.
Hâlbuki şimdi tek yapacağım bunları tetkik eden yetkin analizcileri izlemek. Hepsi başka bir şey diyor ama olsun. Belki biri vardır aralarında kafası karışık olmayan.
Ne kadar rahatım, çok rahatım, şükür ki politikacı filan değilim. Meraklı ama sıradan bir çiftçiyim. İlgili bir yurttaş olarak bunları uzmanlardan öğrenirim. Bana kalan sadece havalar kötü giderse ne yapacağımı düşünmektir. Çok şanslıyım, çook.
6
Siyaset ve bilim
BİLİM ÇÖZDÜĞÜNDEN DAHA FAZLA PROBLEM YARATIR…
Çoğu zaman siyaset gibi bilim de pek anlaşılmıyor, ilkel bir kavrayış geçerli oluyor.
Öncelikle şunu ifade edelim: Bilim bize nasıl yaşayacağımızı söyleyemez. Bilimin kendisi de bir amaç değil araçtır. Tıpkı pusulanın yönleri göstermesi ama bize hangi yöne gideceğimizi söylememesi gibi. Mürşittir, alternatif sunar ve hatta bunların yaratılmasına/bulunmasına yardımcı olur, bunları görecek zihinleri yetiştirir ama tercihler bize aittir. Bu çerçevede siyaset de bilimsel olamaz, çünkü esas olarak tercihlerle ilgilidir. Ne var ki bilimden yararlanabilir.
Bilimle ilgili çok sayıda yanlış kavrayış bulunmaktadır. Bunlardan birincisi bilimsel çalışmaların illa doğru olduğu şeklindedir. Nazi doktorlar son derece bilimsel şekilde esirler üzerinde deney yapmışlar, kesip biçmişler, insanları dondurup çözmüşler vs. vs. Bu sırada bilimsel bilgiye katkıda bulunmuşlardır. Ama buna bilim denilebilir mi? Nasıl siyasetten daha üstün değerler varsa, bilimden üstün değerler de asla ihlal edilmemelidir. Bilim de siyaset gibi ahlaklı olmalıdır.
Bir başka yanlış da bilimin çok şeyi çözdüğünün sanılmasıdır. Evet, çözebilir ama bu da tipik bir mühendis sapmasıdır. Mühendise bir problem verirsin ve şu dağın içindeki altını çıkar dersin. Bunu çıkaracak teknikleri geliştirir ama bu süreçte ufak dünyamızın büyük bir kısmını mahvedip etrafını öyle bir zehirler ki, çıkan altının yüz katı para harcasanız düzelmezsiniz. Ukrayna’nın en verimli toprakları 900 yıl daha radyoaktif  kalacak ve kimse giremeyecek. Tıpkı Ege’nin verimli ovalarının mahvedilmekte olduğu gibi.
Bir başka konu da bilimin her alanında sahtekârlığın çok ama çok fazla olduğudur. Kimisi ilacının zararlı etkilerini gizler, kimisi para almak için verilerle oynar. Ne var ki burada işin iyi tarafı, bunların sonunda mutlaka ortaya çıkmasıdır. Sonuçta dünyanın her tarafında dürüst bilim adamları da var.
Bilime düşman da olmayacağız, gözümüzde de büyütmeyeceğiz. Bilimin neye hizmet ettiğini değerlendirmek gerekir. Diktatöre zehirli gaz da yapabilir, kansere çare de bulabilir. Tabii kanserdeki muazzam artışın yanlış bilimden kaynaklandığını da kaydetmeden geçmeyelim. Bitki öldürücüler ve insektisidler Büyük Savaş’ta zehirli gaz yapan fabrikalara yeni faaliyet alanı olarak yaygınlaştı ve sayısız felakete yol açtı. Bilim sonuç olarak bir inceleme yöntemidir, ne eksik ne fazla… Kötü siyaset gibi kötü bilim de felaket getirir.
7
SİYASET SORUNLARIMIZI ÇÖZMEZ
Siyasetle fazlaca ilgileniyoruz, hiç sevmesek de. Bunun nedeni yağmacı ve işbirlikçilere karşı durmak ve hukukun üstünlüğünü savunmak için başlıca yolun bu olması. Ne var ki siyaset de -en azından tek başına- sorunlarımızı çözmez.
İnsanlık, bilinen en eski zamanlardan beri bu sorun üzerinde düşünmüş, siyasetten çok daha önemli kavramlar üretmiştir. Bunlar bir ruh yüceliğinin ve inceliğinin ifadeleri olan iyi ahlak, âlicenaplık, merhamet, şeref, hakkaniyet, meşruluk, adalet, hukuk ve hukuk karşısında eşitlik gibi kavramlardır. Bir toplum ancak hayatını bunların yanı sıra belli bir estetik incelikle de birleştirdikten sonra düzgün bir hayat kurabilir. Siyaset bunlardan sonra gelir ve bir toplumun hayatında ne kadar ön planda ise o toplum aynı ölçüde mutsuzdur.
Yukarıda ifade ettiğimiz etik ve estetik değerlerden ve ayrıca günlük hayat terbiyesinden yoksun bir toplumun düzgün bir siyaset üretmesi mümkün değildir.
Kentlerimiz ve kasabalarımızın betondan sarkan acıklı görüntüleri ve dakika ara vermeden karşılaştığımız trafik saygısızlıkları, siyasi hayatımızın aynadaki yansımasıdır. Ve mevcut yönetimlerimizin hangisinde yukarıda saydığımız değerlerin bir tanesini bile bulabilirsiniz. Tekini bile…
Bu ortamda sağ veya sol hangi grup iktidara gelse bundan çok farklı bir manzara üretemez. Çürüme, farklı oranlarda her görüşün mensuplarını etkilemiştir. Topluma yüksek değerleri kazandıracak bir kültür atılımıyla birlikte yükselmeyen hiç bir siyaset mevcutlara benzemekten kurtulamaz. Bunun bir önkoşulu bağımsızlıktır. Emperyalist boyunduruğu kabul eden bir kişi şerefli olamayacağı gibi iki yüzlülükten kurtulup yüksek değerleri rehber edinemez. Solun önemli bir kısmı ne yazık ki şerefsizliğe düşmüştür.
Geçmişte ülkemizde yüksek değerlerin köklerini tarihte, tasavvufta, halk edebiyatında, daha yakın dönemde aydınlanmada, şu veya bu ideolojide aradık… Bunlar hep sınırlı bir kesim içerisinde kaldığı gibi, umumi bir sentez şeklini almadı, zaten alamazdı. Keza, çok hızlı sosyal değişim bunu geliştirecek ve sahiplenecek bir tabanın öne çıkmasına fırsat vermedi. Geniş kesimler kapitalizmin bencilliği ile hurafelerin ilkelliği arasında sıkışıp kalan zihinlerini her alana taşıdılar. Demografik realite bunu dikte etti. Buna rağmen, bağımsızlık temelinde yükselecek bir siyasi tutumun toplumu yüksek değerlerle birleştirmek için bir adım olacağını düşünmeliyiz. Bu yüksek değerler alternatif siyasetleri de etkilerse o zaman işler iyiye gidebilir. Pekâlâ, bunun koşulları nelerdir? Ya da, bu koşullu bir şey midir?

Mehmet Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir