Yüzsüz Elmut-Hakkı Zabcı

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

“Son perdeden önce, maske takınmış, felsefenin güzel öğütlerine gösteriş olsun diye uymuş,

ya da sarsıcı olaylarla sınanmadığımız için hep sağlam yürekli kalmayı başarmış olabiliriz. Ama ölüm karşısında son rolümüzde, gösterişe yer kalmaz artık; o zaman anadilimizle konuşmak, dağarcığımızda iyi kötü ne varsa olduğu gibi ortaya dökmek zorundayız.

 

 

 

(İşte o zaman içten sözler dökülür yürekten

Maske düşer, yüz kalır ortada. Lacretius.)

MONTAİGNE, Kitap I. Bölüm XIX’dan.”

hzabci@anafikir.gen.tr

YÜZSÜZ ELMUT (I. BAB)

Siyasi gelişmeler, ülkenin ve ülkede yaşayan halkın geleceğini ipotek altına alıyorsa, “sol”un bu gidişata müdahil olmak gibi bir sorumluluğu taşımak zorunluluğu var demektir. Kendini müdahil gibi gösterip, buna muktedir olamayan solun yaptığı iş Elmut’un bahçesinde çelik çomak oynamaktan ibarettir. Solu eriten süreç bu süreçtir.

SOLDA YAŞAM BİRLİĞİ, ASGARİ MÜŞTEREKLER VE MUTABAKATLAR

Kavramların etimolojik karşılıklarını vermek gibi bir niyetim yok. Açıklığa kavuşturmaya çalışacağım nokta, solun erime nedenlerini irdelemekten ibaret.

Yaşam birliği, dar anlamda, sınıf ve toplumsal tabakalarla ilgili. Sözgelimi bir fabrikada, aynı mekanı paylaşmakla birlikte, patron, üst düzey yöneticiler, ustabaşılar ve yöneticiler var. Ama aralarında bir yaşam birliği olamaz. Sol bakış açısıyla, ustabaşılar, fabrika yönetiminin çıkarlarına ortak olmuşlarsa, bir tek işçiler arasında yaşam birliği söz konusu olacaktır. Tüm fabrika ve işyerleri için de bunu böyle düşünebiliriz.

19. yüzyılda, bu kategorik görünüm, “dünyanın bütün işçileri birleşiniz” şeklinde sloganlaştırılmıştı. “Birleşiniz” önermesi, beraberinde solun toplumsallaşmasını, başka bir deyişle, sosyalizmin önderliğini getirmiş, dolayısıyla siyasi örgütlenmeyi vurgulamıştı.

Yaşam birliğinin, geniş anlamda ifadesi ise daha karmaşık bir hal almakta. Özellikle, emperyalistleşen kapitalizmin kıskacında, sömürülen azgelişmiş bağımlı ülkelerde yaşam birlikleri birbirinden farklı özelliklere sahip birden fazla toplumsal sınıf ve tabakalardan oluşmakta. Ortak yanları, emperyalist sömürüye maruz kalmaları. Onlara ortak bir ad verilecek olursa, bu “ezilen yoksul halk”tan başka bir şey olamaz demek yanlış olmayacaktır.

Sanayi, tarım ve hizmet sektörü işçileri, mevsimlik tarım işçileri, yoksul köylüler, küçük tarım üreticileri, zanaatkârlar, işsizler, emeği ile çalışan serbest meslek erbabı vb. toplumsal sınıf ve tabakalar arasında sayılabilir. Bunları daha alt kategorilere de ayırabiliriz. Bu değişik yaşam birliklerini “anti-emperyalist” ortak paydasında bir araya getirebilecek olan onların “asgari müşterekleri” dir. Bunu sağlayacak, onları aktive edecek güç ise, doğal olarak, devrimci önderliktir.

Bu örgütlülüğün amentüsüdür. Devrimci önderlik nasıl var olur? Bu oluşum, ancak ve ancak solun toplumsallaşması ile gerçekleşme olanağına kavuşabilir. Bu çaba olgunlaşmadıkça, sözünü ettiğimiz önderliğin varlığından bahsetmek abesle iştigaldir.

Solun toplumsallaşması ve devrimci önderliğe erişmesi, doğaldır ki, evvelemirde, ideolojik netliğin sağlanması; buna paralel olarak bu ideolojik yapılanmaya uygun, ekonomik-demokratik toplumsal ve kültürel politikalarının oluşturulması ile ancak gerçekleşebilecektir. Daha açık ifadesi ile, “amaç, ilke, STRATEJİ ve taktik” (önkoşul) bütünselliğini layıkıyla hem ideolojik hem de güncel boyutlarıyla gerçekleştirebilirse, sol hem toplumsallaşır hem de siyasileşir. Bunun adı örgütlenmedir.

Toplumsal mutabakatları” yaşam birlikleri ile içselleşmiş ve olan bitene müdahil olabilmeye muktedir olan sol siyaset yapabilir. Toplumsallaşamamış dolayısıyla siyasallaşamamış sol grupların yaptıkları “grup mutabakatları”nın bir anlamı olmadığı gibi, sadece şekli olan varlıkları da zaman içinde dağılmaya mahkûm olur. Nitekim bu süreç, yakın geçmişte, ÖDP’de yaşanmıştır.

Konjonktürde, öyle olaylar gelip dayatır ki, muktedir olunması halinde, “faşizme karşı birleşik cephe” oluşturmakla da karşı karşıya gelinebilir. Böyle bir durumda, olaylar sosyalist devrimcileri öyle bir yola götürür ki, yaşamsal birliktelikleri olmayan kesimler ile mutabakat sağlama zorunda bırakabilir. Birlikte baskılara karşı çıkmak, demokrasi istemek, adalet istemek, basın özgürlüğü istemek, toplu sözleşme-grev hakkı istemek, parasız nitelikli eğitim istemek gibi…

Bunlar iki yürüyüşle, yapılacak iki mitingle ya da hukuki girişimlerle çözülecek istekler değildir. Hatta, kazanılmış gibi gözüken taleplerin elden gitmemesinin, kalıcı hale gelmesinin zorlu ve sürekli mücadelelerle mümkün olacağı unutulmamalı.

SOLDA ÖNDERLİK, DESTEK VE YAMANMA GÖRÜNTÜLERİ

Önderlik vasfını kaybetmiş eski solcularla, henüz önderlik özelliklerini kazanamamış yeni solcuların oluşturduğu koalisyon, demokrasiyi de insan haklarını da kendileri için isteyen bir konuma yuvarlanmış ve yeni amorf bir tabaka oluşturmuş. İktidarların şemsiyesi altında solculuk yapmak, bu arada kendilerine tanınan bir takım hakları da kazanım diye efkar-i umumiyyeye duyurarak “gel, gel sen de katıl; Elmut’un bahçesinde sana da yer var” diye çağrı yapmak bir görev gibi gelir onlara.

Devrimci önderlik yaratılamadan, yani örgütlü devrimci mücadele süreci başlatılamadan, devrimci sözcüğünü kullanmak, “devrim şiarını” aşındırmaktan, onu zaafa uğratmaktan başka bir işe yaramaz.

Tekrarlamakta yarar var: Örgütlü devrimci mücadele süreci, ancak yaşam birlikleri ile içselleşerek tecelli eder.

Kapitalizm, emperyalizm ve faşizm, birbirlerinden ayrılmaz üçüz kardeşlerdir. Söz gelimi, anti-emperyalist mücadele beraberinde anti-kapitalist ve anti-faşist mücadeleyi de getirir. Emperyalist kapitalizmi bir yana bırakıp, faşizmle kavgaya girdiklerini zannedenler, faşizmin yarattığı baskı, zulüm ve ölümlerden yakınanlar, “dana pirzolası yemek isteyen, ama kan görmeye razı olmayan insanlara benziyorlar. Dana eti yemek istiyorlar, ama kan görmeye dayanamıyorlar. Onları hoşnut etmek için, kasabın eti vermeden önce ellerini yıkaması yeter” (B. Brecht, Gerçeği Yazmanın Beş Güçlüğü Konuşması’ndan). Böyle olunca, şemsiye altında solculuk yapmak, dostlar alışverişte görsün, aynı tas aynı hamam, sistem artan tahakkümü ile devam edip gidiyor.

Ankara’da gecemizi gündüzümüzü renklendiren, damarlarımızda akan kanı hızlandıran Tekel işçilerinin görkemli direnişi hafızalarımızda hala tazeliğini koruyor.

Kış günü naylondan kurulmuş çadırlar… İğreti sobalardan ısınırken kışı soğuğu ve karı umursamayan işçiler… ve onları ziyaret ederek nefeslenen bizler. Unutamam, Malatya çadırında, ilden mahalle komşumuz Ayşe Bacı’nın başı örtülü muhafazakâr kızının “Hemşerim, ben kocamdan başka hiçbir erkeğin yanında oturmadım şimdiye kadar. Ama şimdi, yirmi erkekle bu ufacık çadırda bir aradayım. Ve ben burada öğrendim bacı kardeşliği. Burada öğrendim dayanışmayı kaynaşmayı. Burada öğrendim hayat ortaklığını; önüme dağ çıksa dağı devirecek güçte görüyorum kendimi” sözleri direnişin niteliğini anlatmaya yeter de artar bile.

Tekel direnişinde devrimci bir sol örgütlülük yok; ama çokça sol gruplardan, CHP’li belediyelerden destek var. Yakacak, yemek, çay, hatta nakdi yardım. Grup destekleri kadar bireysel destekler de kendini gösterdi. Güneş gibi parlayan parladıkça prestij kazanan direnişe. Belgeseller bile yapıldı. Kimileri direnişe ortak olmaya bile çalıştı.

Diyeceğim, gerçekten, tantanasız, slogansız gönüllü destekler olduğu gibi, direnişin prestijinden yararlanmak için ona yamanmak isteyenler de oldu; oldu ama direnişin kararlı tutumu onlara bu fırsatı vermedi. Tantanasız olanlarla ise içli dışlı oldu.

Derelerin Kardeşliği Platformu” ve “HES” direnişleri de, aynı Tekel direnişi gibi görkemli bir seyir izledi, izliyor da. Derelerin kardeşliği kimdir nedir sorusuna, platformun yürütme kurulu başkanı emekli öğretmen “yerel halktır” yanıtını veriyor (Mahmut Hamsici’nin, Dereler ve İsyanlar kitabından).

Gerek Tekel direnişinde gerek HES direnişlerinde gerçek yaşam birliklerine tanık olduk. Solun kalıcı önderliği olmamakla birlikte destek olma niteliğinden kaynaklanan bir kazanımı, gelecekte, toplumsallaşmaya yönelik bir olanak yaratacağı umudu belirdi.

Bu umudu kırmak için, iktidarın saltolarına Elmut’un “iyi ama”, “yetmez ama evet”de olduğu gibi, yumuşatıcı deterjanı eklendi. “HES’lerle birlikte köyünüze para girecek, çocuklarınıza iş imkanı doğacak, aş-iş derdiniz kalmayacak; bakmayın anti-emperyalist çığırtkanlıklara, küresel sermaye size medeniyeti getirecek” nakaratları ince telden çalmaya başladı bile. Elmutçular da orkestra korosunda yerlerini almakta gecikmediler.

Stratejisi belli, politikaları oluşmuş bir siyasal önderlik söz konusu olmadıkça, büyük kalabalıkları arkasına almış iktidarların eninde sonunda, lokal direnişleri kıracakları gibi, emperyalizm tarafından önlerine konan programları da artan bir iştahla uygulamaya koyacakları bilinmelidir. Ne de olsa onlara da bir taşeron olmalarından dolayı bir pay düşecek.

Bağımlı ülkelerde, evrimle devrim iç içedir. Hak mücadeleleri ve sisteme alternatif yaratarak egemenlerin etkinliklerini azaltıp iktidar yolunu açmaktır bunun anlamı.

CANALICI YAŞANMIŞ ÖRNEKLER

Giresun’da Orman Direnişi

Yanlış hatırlamıyorsam yıl 1977 ya da 1978. Giresun’da, ormanlık kesimde, orman köylüsüne yönelik devrimciler tarafından hummalı bir çalışma yürütülüyor. “Ormanlar orman köylüsünün mü yoksa tüm halkın malı mıdır?” sorgulamasında orman ürünlerini yakacak olarak kullanan, mobilya olarak yararlanan halkın da ormanlar üzerinde hakkı vardır vurgulamasıyla kentlerden de destek arayışı sürdürülüyor.

Vahidi fiyata son, orman kesim işçiliği, sendikalaşma, orman kesiminden pay artırımı gibi taliplerle orman köylüsü yoksulluğun çok derin etkisi ile devrimcileri bir umut ışığı olarak gördü ve onların peşine takıldı. Kente inen köylü, zafere gidecek yolun direnişten geçeceği inancıyla müthiş bir hareketlilik içine girer. Yüzlercesi sokaklarda yatar. Türkiye İşçi Partisi’nin il binası adeta köylü tarafından işgal edilir ve direnişin merkezi olarak kullanılır.

Direnişin anlamını ve büyüklüğünü göstermek için düzenlenen mitinge on binden fazla köylü katılır. Bu Giresun’da yapılan en büyük mitingdir. Miting katılanları mutlu eder, karşı olanları tedirginleştirir. Giresun ormanlarının sakinlerinin oluşturduğu, yaşam birliği ile içselleşemeyen devrimciler, mitingi büyük bir başarı olarak kabul edip dağılırlar. Mitingden sonra yaşamlarının değişeceğini düşleyen köylüler, beklerler beklerler, hiçbir değişiklik olmaz. Ne talepleri gerçekleşir ne de onları sokağa döken devrimci gençleri görürler bir daha. Ara ki bulasın. Yoklar. Tam bir hüsran. Bu olaydan sonra, devrimciler bir daha orman köylüsü ile yakın bir temas kuramazlar. Ve köylü elindekini kaybetmemek için pes eder, eski düzeni koşulsuz yaşamayı sürdürür.

Bir daha gördük ki, toplumsal mücadelelere en büyük zararı veren olgulardan biri de yanıp sönen hareketlerdir. Mücadelede devamlılık esastır.

Burdur’da SEK’e Bağlı Süt İşleme Fabrikasında Grev

Yine 12 Eylül öncesi, Burdur’da 40 işçinin çalıştığı orta ölçekli Süt Endüstrisi Kurumu’na bağlı bir süt fabrikası var; küçük üreticiden aldığı sütleri işler. Asgari ücretle çalışan geçim sıkıntısı içindeki fabrika işçileri, sendikal haklarını da kullanarak ileri sürdükleri talepleri yerine gelmeyince greve giderler ve fabrika bahçesinde grev çadırını kurarlar.

Diğer yandan, çoğu Ziraat Bankası’na borçlanarak elde ettikleri Hollanda’dan ithal Honştayn tipi süt ineği ile süt elde eden küçük üretici köylü, bir taraftan kredi borcunu ödemek diğer tarafından geçinmek için sütünü SEK’e vermek zorundadır. Fabrika grevde olduğu için, sütleri ziyan olmaktadır. Fabrika yönetimine baskı kurarlar. Fabrika müdürü “Ben sizden yanayım, Sütünüzü almak istemem mi? Ama grev var. Bunun tek nedeni greve giden işçilerdir” deyip köylüyü kışkırtır.  Oldukça kalabalık süt üreticileri grev çadırını basarlar çadırı parçalarlar, işçileri eşek sudan gelinceye kadar döverler. Yer misin yemez misin? İşçiler bitap düşerler. Adeta üzerlerinden silindir geçmiş gibidir. Neticede grev kırılır. Fabrika yönetimi, aynı safta yer alması gereken iki farklı yaşam birliği topluluğunu birbirine düşürerek egemenliğini devam ettirir.

Asgari müşterekler bazında, aynı paydada buluşabilecek yaşam birlikleri, önderlik zafiyetinden dolayı bir araya gelemezler. Bundan dolayı, bu tür hüsranların yaşanması kaçınılmaz olur. Öyle bir örgütlülük ve asgari müştereklerde birliktelik sağlanmalı ki, çözüme birlikte gidilsin, kazanım hem işçilerde hem de küçük üretici yoksul köylülerde olsun.

İşte önderlik böyle bir şeydir. İdeolojik netlik, bilgi, cesaret, kararlılık ve inisiyatif ister. Kısacası, olaya müdahil olabilmek için muktedir olmak gerekir. Yönetime karşı ortak tavır içinde olmaları gerekirken, “yiyin onları” telkini ile olanlar ortada.

Örgütlülüğün “gerek” şartıdır önderlik. Yaşam birlikleri de “yeter” şarttır. İkisi birden ancak siyasileşmeyi ve devrimci mücadeleyi yaratır.

Karadeniz’de Fındık Üretimi

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Farklı özelliklerinden dolayı Karadeniz’de fındık üretimine değinmekle yetineceğim.

Özellikle Ordu ve Giresun dolaylarında yoğunlaşan fındık üretimi, bölgenin özelliklerinden dolayı küçük bahçelerde yapılır. Bahçe sahipleri de küçük üretici köylü konumundadır. Genelde, fındıktan elde edilen gelir köylünün bir yıllık geçimini sağlar. Bu nedenle, geçim sorununun çözümü, fındığı iyi fiyattan satmak kadar, fındık hasadında maliyeti düşürmekten geçer. Fındık toplama işlemi, az miktarda, imece usulü ile yapılmakla birlikte, ağırlıkla dağ köylerinden inen cıbıldaklarla sağlanır. Küçük fındık üreticisi, geçimini idame ettirmek için cıbıldaklara daha az ücret ödemek ister. Maliyetleri düşürmenin, geliri artırmanın en kestirme yolu budur. Cıbıldağın konumundan dolayı pazarlık gücü zayıftır. Ne verirseniz kabulümdür der ve toplama işine girişir; aldığı üç beş kuruşu koynuna ya da cebine koyup dağın yolunu tutar. Parlamenter seçime giren partileri, bölge çalışması yapan sol grupları ilgilendiren hep fındık üreticileri olmuştur. Cıbıldakların varlığından dahi çoğu kez haberleri olmaz.

Küçük fındık üreticisi, FiSKOBİRLİK’in, İhracatçı Birlikleri’nin, fındık alımı yapan tüccarların kıskacında, iç ve dış sömürü çarkına ya kolunu kaptırır ya da bacağını. Bu yaşam birliği sistemle çatışma halindedir. Peki ya cıbıldaklar, fındıkta çalışan işçiler! Sistem karşıtı olması gereken bu iki farklı yaşam birliği, asgari müştereklerde anlaşıp nasıl bir araya gelebilecekler ve nasıl tek bir siyasal örgütlenmenin doğal üyesi olacaklar? Nerde bunu çözümleyecek önderlik?

Burdur örneğinden bir farklılık var ortada. Süt üreticileri ile süt fabrikası işçilerinin mekânları farklı. Ama fındık üretiminde bahçe sahibi ile cıbıldak işçinin mekanı aynı. Teknik olarak, asgari müştereklerin oluşturulması da farklılık gösterecektir. Tanju Hocamın dediği gibi “İyi bilmek yetmiyor, çok iyi bilmek gerekiyor”. Önderliğe soyunan, bıkmadan usanmadan bilgiyi kovalamak zorunda.

Ankara’da sahafları dolaşırken, 1987-88 yılarında Haluk Sağkal yönetiminde 80 sonrası gençlik kuşağının çıkardığı ilk gençlik dergilerinden Demokrat Arkadaş’ın birkaç sayısına rastladım. İlgiyle karıştırdım ve bugünden daha ileri bir düzeyde olduklarını gördüm. Derginin ikinci sayısının arka kapağına koydukları Bertold Brecht’in “Öğrenmenin Övgüsü” adlı şiiri sanki burası için yazılmış gibiydi.

En basit olanı öğren, hani şu

Vakti saati gelenler için

Hiçbir zaman geç değildir bu

ABC’yi öğren, yeterli değilse de yine

Öğren sen. Şevkin kırılmasın.

Giriş işe, her şeyi bilmek zorundasın.

Yönetimi kendi eline almak zorundasın.

Yoksullar yurdundaki adam öğren,

Hapishanedeki adam öğren

Mutfaktaki kadın öğren

Babalık öğren.

Yönetimi kendi eline almak zorundasın.

Yersiz yurtsuz, avare ara bul okulu

Soğuktan buz kesen bilgi edin kendine

At pençeni kitaba, açlıktan ölen, bir silahtır o.

Yönetimi kendi eline almak zorundasın.

Sormaktan utanma arkadaş.

Etki altında kalma

Kendin araştır, sen kendin bilmiyorsan bir şeyi

Bitti bilmiyorsun demektir.

Gözden geçir hesabı

Kendin ödeyeceksin

Her kaleme parmak bas

Sor bakalım nasıl çıkmış

Yönetimi kendi eline almak zorundasın.

B. Brecht

1. BAB’ın Sonu.

 

Hakkı Zabcı

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir