104 Emekli Amiral 04.04.2021 tarihinde “Yüce Türk Milletine” başlıklı şu bildiriyi yayınladı:
“Yüce Türk Milletine,
Son zamanlarda gerek Kanal İstanbul, gerekse Uluslararası Antlaşmaların iptali yetkisi kapsamında Montrö Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması endişe ile karşılanmaktadır.
Türk Boğazları, dünyanın en önemli suyollarından biri olup, tarih boyunca çok uluslu antlaşmalara göre yönetilmiştir. Bu antlaşmaların sonuncusu ve Türkiye’nin haklarını en iyi şekilde koruyan Montrö; sadece Türk Boğazlarından geçişi düzenleyen bir sözleşme değil, Türkiye’ye İstanbul, Çanakkale, Marmara Denizi ve Boğazlardaki tam egemenlik haklarını geri kazandıran, Lozan Barış Antlaşması’nı tamamlayan büyük bir diplomasi zaferidir. Montrö, Karadeniz’e kıyıdaş ülkelerin güvenliğinin temel belgesi olup Karadeniz’i barış denizi yapan sözleşmedir.
Montrö, Türkiye’nin herhangi bir savaşta, savaşan taraflardan birinin yanında istemeden savaşa girmesini önleyen bir sözleşmedir. Montrö, Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’nda tarafsızlığını korumasına imkân yaratmıştır. Bu ve benzeri nedenlerle, Türkiye’nin bekasında önemli bir yer tutan Montrö Sözleşmesi’nin tartışma konusu yapılmasına/masaya gelmesine neden olabilecek her türlü söylem ve eylemden kaçınılması gerektiği kanaatindeyiz.
Diğer taraftan; son günlerde basında ve sosyal medyada yer alan kabul edilemez nitelikteki bazı görüntüler, haber ve tartışmalar ömrünü bu mesleğe adamış bizler için çok derin bir üzüntü kaynağı olmuştur. TSK ve özellikle Deniz Kuvvetlerimiz son yıllarda; çok bilinçli bir FETÖ saldırısı yaşamış ve çok değerli kadrolarını bu hain kumpaslara kurban vermiştir. Bu kumpaslardan çıkarılacak en önemli ders; TSK’nin, anayasanın değişmez, değiştirilmesi teklif edilemez temel değerlerini titizlikle sürdürmesi zaruretidir.
Bu gerekçelerle, TSK ve Deniz Kuvvetlerimizi bu değerlerin dışına çıkmış, Atatürk’ün çizdiği çağdaş rotadan uzaklaşmış gösterme çabalarını kınıyor ve tüm varlığımızla karşı çıkıyoruz. Aksi halde, Türkiye Cumhuriyeti, tarihte örnekleri olan, bunalımlı ve bekası için en tehlikeli olayları yaşama risk ve tehdidi ile karşılaşabilecektir.
Türk Milletinin bağrından çıkan şanlı bir geçmişe sahip, Ana ve Mavi Vatan’ın koruyucusu Deniz Kuvvetleri Komutanlığı personelinin Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda yetiştirilmesi elzemdir. Ülkemizin her köşesinde denizde, karada, havada, iç güvenlik bölgesinde ve sınır ötesinde fedakârca görev yapan, Mavi Vatandaki hak ve menfaatlerimizin korunması için Atatürk’ün gösterdiği yolda canla başla çalışan cefakâr Türk Denizcilerimizin yanındayız. 04 Nisan 2021” denilmektedir.
Bu bildiri üzerine iktidar, küçük ortağı, soldan dönme yamağı ve yandaşları hemen harekete geçti, büyük reis, küçük reis, siyasiler tepkilerini art arda sıraladı, bildirinin bir “darbe çağrısı” olduğunu dillendirdiler, yamak derin analizler yaptı; Ankara Cumhuriyet Savcılığı ivedilikle soruşturma başlattı, Yargıtay ve Danıştay üstüne vazifeymiş gibi açıklamalar yaptı, gölgede görünmeyen Genelkurmay Başkanı “orduya kumpas” dedi; ifadeye çağrılanlar, gözaltına alınanlar oldu, işin ucunun nereye kadar uzanacağı belirsiz, ancak iktidar ve yamakları toplumu, yargıyı politize ederek, suç tanımları yaparak, iktidar lehine bir mağduriyet çıkarmak için korku filimi oynatmaya başladı.
Bir hukukçu olarak bildiriyi okudum, suç olacak bir söz, hele darbeye çağrı, önerme, davet görmedim. Bildiriyi önyargısız okuyan her aklı başında insan bunun salt düşünce açıklaması, iktidarı, ilgilileri iyi niyetli uyarı olduğunu görür. İktidarın, yandaş ve yamaklarının bunu soruna dönüştürmesi, AKP’nin iktidara geldiğinden bu yana Türkiye Cumhuriyetine, Atatürk İlke ve Devrimlerine karşı işlenen suçların farkında olduklarının, iktidarı kaybettiklerinde yargı önünde hesap vermekten korktuklarının, mağdur kimliğine bürünerek seçim kazanarak iktidarda kalmayı düşlediklerindendir.
Bizim ülkemizde ihtilallerin, darbelerin, darbe girişimlerin birinci sorumlusu, bizzat liberal, ırkçı, dinci siyasi iktidarların kendileridir. Türk devrimine ihanet ederek, iktidarı kötüye kullanarak, halkın canını malını ayrımsız korumayarak, hazineyi yağmalayarak, ödenekleri kişisel harcamalarında kullanarak, halkı, devleti soyup soğana çevirerek ülkeyi yönetmeye kalkmışlar, hep mağdur olduklarını iddia etmişler, yaptıkları demokrasi dışı uygulamaların, haksızlığın, hukuksuzluğun, baskı ve zulümlerin olmadığını savunmuşlar ve herkesin de buna inanmasını istemişlerdir. Örneğin 1950’de iktidara gelen Celal Bayar, Adnan Menderes liderliğindeki Demokrat Parti, halkı Vatan Cephesi kurarak bölmüş, Tahkikat Komisyonu ile muhalefeti boğmaya kalkmış, 27 Mayıs ihtilaliyle karşılaşmıştır. 1964’te iktidara gelen Süleyman Demirel liderliğinde Adalet Partisi, milliyetçi cephe iktidarlarıyla, baskı yasalarıyla toplumu birbirine düşürmüş, önce 12 Mart 1971 muhtırasıyla, sonra da 12 Eylül 1980 darbesiyle karşılaşmıştır. 2002 yılında iktidara gelen Abdullah Gül ve Recep Tayip Erdoğan liderliğindeki Adalet Kalkınma Partisi, toplumu laikler/anti laikler diye ayırmış, Türk ve Türkiye sözcüklerine ırkçılık diye bakmış, meydanlarda ihvanın Rabia işaretini yapmış, dini cemaat ve tarikatlara yol vermiş, cumhuriyetin değerlerini çürütmeye kalkmış, iş ortağı ve yol arkadaşının 15 Haziran 2015’te darbe girişimine maruz kalmış, Kemalist ordunun karşı koymasıyla tehlikeyi atlatmış, sonra darbe girişimini lehine çevirerek anayasa değişiklikleriyle parlamenter sistemi yok ederek “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” dedikleri tek adam sitemine geçmiş, bürokrasiyi, yargıyı, orduyu ve de maliyeyi tek iradeye bağlayarak cumhuriyetin değerlerini, ulus kimliğini ve laikliği hedefe koyarak, parlamento içi ve dışı muhalefeti baskı altında tutarak, toplumsal muhalefete yaşama hakkı tanımayarak, Lozan ve Montrö anlaşmalarını tartışarak, Kanal İstanbul projesi ile boğazlardaki egemenliği risk altına sokarak huzursuzluğu büyütmüş, ülkenin endişe kaynağı olmuştur.
Demokrasiyi ciddiye alan bir parti, iktidarı tek kişinin iradesine bağlar mı, bütün yetkiyi bu tek kişiye verir mi, istediği her şeyi itirazsız yapar mı, Anayasa, yasalar ihlal edilirken susar mı? Tüm yetkileri ellerinde toplamışlar, parlamento içi ve dışı muhalefeti susturmak için elinden geleni yapıyorlar, cumhuriyetin kurucularına “iki ayyaş” diyerek küçümsüyorlar, saldırılar oldukça için için seviniyorlar, orduya, emniyete, yargıya, devlet kadrolarına ne kadar ehliyetsiz, liyakatsiz, kifayetsiz, cumhuriyet, Atatürk ve laiklik düşmanı varsa dolduruyorlar, meclisi devre dışı bırakarak kararnamelerle devleti yönetiyorlar, “Devlet malı deniz yemeyen keriz” diyerek aç kurtlar gibi devlet ve kamu malına saldırıyorlar, hırsızlık, yolsuzluk batağında batmışlar, yargıya, meclise hesap vermekten kaçmışlar, yaygarayla suçlarını örteceklerini sanıyorlar. Ne yaparlarsa yapsınlar bu suç kamburlarıyla yaşayacaklar ve bir gün mutlaka yargıya ve halka hesabını vereceklerdir.
Birkaç yerden maaş alarak hazineyi tırtıklayan memur sıfatını taşıyan kimileri iktidar savunusu yapıyor, bildiriden darbe çağrısı çıkarıyor, Amirallere “Haddinizi Bilin” diye tehdit ederek ayar veriyor. Bu ülkede hadlerini bilenler ülkenin cumhuriyetçi, laik, Kemalist ve sosyalist devrimcileridir. Hadlerini bilmeyenler ise bir Türk Amiralinin ne demek olduğunu anlamayan, suç işleyen iktidara yaslanarak kendisinden yargı önünde hesap sorulmayacağı kibrine kapılan “ne oldum delisi” olanlardır.
İhtilale, darbeye karşı olan, demokrasiye bağlı bir iktidar haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik batağına batar mı? Anayasanın ilk üç maddesi Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, demokratik, sosyal, hukuk devleti niteliklerini, başkentini, bayrağını, marşını belirtiyor, 4. maddesiyle bunların değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğini vurguluyor. Bu açık hükme rağmen laiklik ve sosyal hukuk devleti ilkesini tepe tepe çiğner mi? Diyanet İşleri Başkanının kılıçla minbere çıkmasına, Ayasofya imamının cumhuriyete ayar vermesine, laikliğin Anayasa’dan çıkarılması istemesine sessiz kalır mı? İktidarın işine geliyor sessiz kalıyor desek bile cumhuriyet savcılığı ne yapıyor, hiç oralı olmuyor! Amirallerin bildirisi darbe çağrısı ise iktidarın ve başsavcılığın cumhuriyet, laiklik, Atatürk düşmanlarının suç işlemesine gösterdikleri hoşgörü nedir, bu suç değil mi? Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni hukuken korumak durumunda olan savcılık, Yargıtay ve Danıştay ne yapıyor? Türkiye Cumhuriyeti tasfiye edilirken sesi çıkmayanlar, Amirallerin bildirisine karşı nasılda celallendiler. Doğru ya da yanlış savcılık soruşturma açtı, soruşturmayı kararlarıyla sonuçlandıracak mahkeme, mahkeme kararını temyizen inceleme durumunda olan Yargıtay’a, idari işlem kararlarını temyizen inceleme durumunda olan Danıştay’a ne oluyor? Önüne gelmesi muhtemel bildiriyle ilgili görüş belirtmek peşin hüküm değil midir? Bu tür açıklamalar yüksek yargıya yakışıyor mu?
İktidar, devletin tüm iktidarını ele geçirmesine, muhalefeti susturmak için her türlü yasadışı yolu denemesine, medyayı kontrol etmesine, Feto çetesinin desteği ile orduyu, emniyeti, yargıyı yandaş kadrolarla doldurmasına karşın bu kadar yaygarayı niye yapıyor? Sorun 104 Emekli Amiralin ortak bildiri yayınlamış olması mıdır? Bildiri üzerini büyük yaygara yapan iktidar ve yandaşları, Cumhurbaşkanı Danışmanı Emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi’nin açıkladığı şeriatçı devlet anayasasına ve girişimine hiç bir şey demediler, danışmanın istifasıyla yetindiler. Bildirici Amiraller görev başında olsalar, Deniz Kuvvetlerini yönetme, yönlendirme konumunda bulunsalar iddialarında haklı olabilirler, çünkü darbe yapmanın ön koşulu elverişli vasıta olmasıdır, yani güçsüz ve silahsız darbe olmaz. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 15 Haziran Feto darbe girişiminde de güç ve silah vardı. Emekli Amirallerin emri altında ve yönetiminde askeri birlikler olmadığına göre, darbe girişimi iddiası ve çağrısı havada kalmaktadır. Emekli askerler bu bildiriyi yayınladığına göre ordu darbeye kalkışır diye düşünmek paranoyadır. Amirallerin hukuki durumu ancak Anayasa’nın “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetini” düzenleyen 26 maddesi kapsamında değerlendirilebilinir, bunun dışındaki değerlendirmeler amaçlı ve kasıtlıdır, ciddiye alınamaz.
Anayasanın 26 maddesi, “Madde 26 – Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet Resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar...” hükmünü taşımaktadır.
Bu hükme göre tek veya toplu olarak Amirallerde bir bildiri yazar, imzalar, kamuoyuna da açıklar. Bunda ne var? Bu ülkenin sivil giyimli dincisi, ırkçısı, tarikatçısı, siyasetçisi her şeyi yapacak, cumhuriyetin değerleriyle, Atatürk ilke ve devrimleriyle oynayacak, emekli asker konuşunca kıyamet kopacak! Böyle bir anlayış olur mu, asker bu ülkenin yurttaşı değil mi, ülkenin yararına gördüğü konularda düşüncesini açıklayamayacak da ne yapacak, susup bir köşede mi oturacak?
Siyasi iktidar ve yandaşları, iktidarı rahatsız edecek söz ve davranışta bulunanları ikide bir “siyasete gir, parti kur öyle karşıma gel” diyorlar. Bu ülkede parti kurmayanın, milletvekili olmayanın, siyasete girmeyenin yurttaş olarak konuşmaya, yazmaya, tekli veya ortak bildiri yayınlamaya hakkı yok mu? Vekil konuşacak asıl konuşamayacak, kimin konuşacağını da yasalar değil iktidar ve yandaşları belirleyecek. Türk siyasetinde çok kullanılan bir sözle, haydi be oradan…
Bu bildiri üzerine hemen harekete geçen savcılık, minbere kılıçla çıkan Diyanet İşleri Başkanı vaaz verirken, Atatürk ve arkadaşlarına beddua okurken, Türk sözcükleri resmi kurumların tabelalarından sökülürken, Atatürk adı kurumlardan madalyalardan çıkarılırken, Türkiye’nin Tapu Senedi olan Lozan ve eki Montrö Sözleşmesini tartışmaya açan Meclis Başkanının sözleri ortalığa saçılırken, şeriat anayasası okuyan İslam devleti kurmaya kalkan cumhurbaşkanı danışmanı, tarikat evinde resmi üniformasıyla gösteri yapan sözde paşalar laiklik karşıtı eylemlerini sürdürürken ne yapıyordunuz? Amirallerin açıklamaları suçta, bunlar suç değil mi?
Haydi iktidar bu bildiriden nemalanmak istiyor, mağdur kimliğine bürünüyor da muhalefete ne oluyor? Meral Akşener denilen parti lideri bu ülkenin onurlu paşalarına “zevzek” derken kendisine ve çevresine bakıyor mu? Bu hanımefendiyi Türk halkına cumhurbaşkanı adayı olarak öneren safdiller şimdi ne diyecek? Bu ülkenin demokrasisini asker değil, hep bu tür siviller, dini, dince kutsal sayılan değerleri kullananlar, camiye, okula, kışlaya siyaseti sokanlar yozlaştırmıştır. Bu ülkenin Kemalist subayları, ordusu, sivillerden, siyasilerden daha çok cumhuriyete, değerlerine, laikliğe, Atatürk ilke ve devrimlerine bağlıdır. Nitekim 27 Mayıs ihtilalini yapanlar en kısa sürede çağdaş bir anayasa yaparak yönetimi sivillere teslim etmiştir. 12 Mart muhtıracıları, 12 Eylül darbecileriyle Kemalist subayları karıştırmamak gerekir. 12 Mart ve 12 Eylülcü paşalar, Kemalist değil NATO’cu ve Amerikancıdır. Nitekim 12 Eylül darbesi yapıldığında emperyalistler, “Bizim oğlanlar başardı”, 15 Haziran 2015 Fetöcü darbe girişiminde ise “Bizim oğlanlar beceremedi” dediler. Bunları iktidar ve yandaşları unutsa bile halk unutmaz…
12 Mart, 12 Eylül ürünü dinci siyasi iktidarın bildirici Amirallere kızması, darbe istiyorlar demesi, Amirallerin ezici çoğunluğunun Kemalist olmasından, Türk devletine, Türk devrimine, Türk ordusuna gönülden bağlı bulunmasından kaynaklıdır.
Bu arada sürekli emekli paşaların peşinden koşan, Silivri’de birlikte yattık diye televizyon ekranlarını, gazete, dergi sayfalarını açan, birlikte ülkeyi kurtarıyoruz diyen Vatan Partisi liderine ne oldu da iktidara yapışıp saldırıya geçti, bildiriyi yayınlayanları Amerikancı ilan etti. Gerçi “ceza kanunu karşısında suç değil” diyor. Montrö’yü tartışırken Samsun’un Yozgat’ın sözleşmesi mi var diye katılımcılara soruyor. Gençlerde, tabi var, Lozan Antlaşması diyemiyor? Lozan Antlaşması ile silahla sınırları çizilen ülkenin sınırları dosta düşmana kabul ettirilmiş, Yozgat’ta Samsun’da bu sınırlar içinde kalmıştır. Lozan’dan başka anlaşma aramanın bir mantığı olabilir mi? Montrö, Lozan’da Türkiye’ye verilmeyen boğazların egemenliğinin Türkiye’ye kesin olarak bırakılmasıdır. Montrö Antlaşması Lozan Anlaşmasının ekidir, Türkiye’nin tapu senedidir, zevzeklik yapılamaz.
Bu bildiri üzerine Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran, demokrasi ile tanıştıran, Atatürk ilke ve devrimlerini savunduğunu söyleyen CHP Genel Başkanı ne dedi, “Bu sahte gündemler tutmaz. Halkımızın tek gerçek gündemi sofrasıdır. Büyük ve ünlü Ekonomist Erdoğan, yarattığın ekonomik yıkım ile seni yüzleştireceğim.” İyi güzelde, bu ülkenin laiklik sorunu, Lozan ve Montrö tartışmaları sahte mi? Sağı ürkütmeyeceğim diye bu tutum, çekingenlik, halk ve parti tabanında infial yaratmıyor mu sanıyorsunuz? Bu işi bir dengede tutmayı beceremediniz, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabiliyorsunuz, ne de ayakta sapasağlam durabiliyorsunuz? Siz ödün verdikçe onlar ödün istiyor. Ülkede Laiklik sorunu yok dediniz, Türban sorununu biz çözdük dediniz, ne oldu? Türban öğrencinin başından çıkarıldı, miniklerin, askerin, polisin, hakimin, savcının, memurun kafasına geçirildi. Laiklik sorunu yok dediniz Feto çetesi orduya, polise, yargıya kumpas kurdu, tarikatlar, cemaatler parlamentoya, devlet yönetimine girdi, laik demokratik cumhuriyeti perişan etti. Emekli Amirallere sahip çıkacağın yerde darbeci derler diye yandan sıvışıyorsunuz. Bu sizi kurtarmaz, cumhuriyet, laiklik ve Atatürk düşmanlarına iğne batsa sizden bilir, bundan kaçarak kurtulamazsınız. Zalimin, hırsızın, haksızın üstüne kararlıkla gitmeyenin sonu hüsrandır.
Elbette darbeye karşı olunur, halkın iradesi üstünde irade tanınmaz. Ancak bu düşüncenin sürekli kalıcı olabilmesi için, siyasi iktidarların halkın çoğunluğunun oyunu aldık diye “ne oldum delisi” olmaması, halkın birliğini ve dirliğini ödünsüz gözetmesi, çağdaş bir toplum ve ülke olmak için ekonomik, sosyal, siyasal gelişmeye, bilimsel eğitime ve öğretime önem vermesi, laik demokratik cumhuriyete ödünsüz sahip çıkması, kamu malını ve maliye hazinesini har vurup harman savurmaması, yargıya ve halka hesap verir olması, seçimle gelip seçimle gitmeyi içine sindirmesi gerekir.
Bu koşulara uyulmazsa ne bildiri yayınları biter, ne de darbe düşünce ve imaları kafalardan gider, ne hukuk işler, ne adalet gerçekleşir, ne barış, ne kardeşlik olur, bir kör döğüşüdür sürer gider. Siyasi iktidarında, muhalefetinde soğukkanlı olmasında, özellikle yargının bağımsız ve tarafsız davranmasında zorunluluk vardır. Kaderini iktidarın kaderine bağlayanların, görevini tarafsızlıkla yapmayanların sonu kaçınılmaz olarak kötü biter, aklını başına almaları, ağlamanın ve son pişmanlığın fayda etmeyeceğini bilmeleri, kendilerine, halka, ülkeye zarar vermemeleri özlemle beklenir… Umarım ve dilerim, insanlara “meri kekliğim yeter çektiğim” dedirmezsiniz!