Günümüz dünyasında her şey çok hızlı değişiyor. İklim dâhil birçok şey bir anda değişebiliyor. Yaz ayları eskisi gibi değil, yakıp kavuruyor. Hava sakin sakin giderken birden fırtına kopuyor, şiddetli bir yağmur, hortum ve kasırga ortalığı yıkıp geçiyor. Günümüzde siyaset de öyle. Çok hızlı alt-üst oluyor, değişiyor. Hiç beklenmedik işler, hesapta olmayan gelişmeler ortaya çıkabiliyor. Yılların ittifakları çatır çatır kırılırken, kurulu cepheler dağılmaya başladı. Daha büyük fırtınalar koptu kopacak…
Son yıllarda dünyanın gündemini belirleyen Asya ve Ortadoğu’daki önemli gelişmeler, İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında kurulan düzenden geriye kalanları alaşağı ediyor. Sovyetlerin dağılmasından sonra, 21. yüzyılın kendi yüz yılı olacağını ilan eden ABD’nin bu hayali kısa sayılacak bir sürede geçersiz hale geldi. (*) ABD’nin izlediği küresel düzeyde hâkimiyet siyaseti önemli müttefiklerinin birer birer onun bu politikasından uzaklaşması sonucunu yaratmaya başladı. Avrupa ABD’den belki de yüz yıldır hiç bugünkü kadar uzak olmamıştı. ABD’nin sadık müttefiki, Kore’deki savaş arkadaşı Türkiye ise kurulmaya başlanan “yeni bir dünyada yerini alma” çabaları içine girmiş durumda. Daha doğrusu varlığını sürdürebilmek için, iç dinamiklerinin zorlamasıyla, bu çabanın içine girmek zorunda kaldı.
ABD, Ortadoğu halklarına karşı kurduğu cephede beklediği gibi sonuçlar alamamasına rağmen yeni oyunlar düzenlemekten de geri durmamaktadır. En son Tel Aviv’deki Büyükelçiliğini İsrail’in işgali altındaki Kudüs’e taşıma kararı alarak Güney-Batı Asya’da seyreden mücadelelerin ve hatta savaşların yeni bir biçim almasına ortam hazırladı. Ortadoğu halklarının ve dünyanın birçok ülkesinin başına bela ettiği IŞİD’in sahneden silinmeye başlamasıyla birlikte bölgede bambaşka bir pandora kutusu açtı.
Trump bu adımıyla yakın geçmişte yaşananlardan hiç ders çıkarmamış gibi görünüyor. ABD Başkanı bu hareketiyle son yıllarda Asya’da yükselmeye başlayan, dünyanın kaderini tayin edecek kadar büyük potansiyel taşıyan güçlere karşı yeni bir hamle yaparak kötü bir kumarcı olduğunu gösterdi.
Asya’nın batısındaki topraklara hâkim olabilmek için emperyalistler bu bölgeden ellerini hiç çekmediler. Yirminci yüzyılın başlarından beri çıkarları için Ortadoğu’da sürekli kan akıttılar. Son 30-40 yıl içerisinde yaptıklarına bakınca bu coğrafyada yaşayanların emperyalist güçlerin ellerinden neler çektikleri açık biçimde görülür. 1980’lerde patlayan İran-Irak savaşını tahrik ederek, taraflara silah satarak bu iki ülkenin sekiz yıl savaşmasını sağladılar. Afganistan ve Pakistan’da Taliban’ı ve ardından El Kaide’yi ortaya çıkararak İslam dünyasının başına bela ettiler. Saddam’ın Kuveyt’e saldırısına göz kırptıktan sonra bu olayı bahane ederek Irak’ı tahrip etmekle kalmadılar bu ülkeyi böldüler de. İsrail’i rahatlatmak ve Ortadoğu petrollerine tam olarak hükmetmek için bu bölgedeki ülkeleri kargaşaya ve içsavaşlara sürüklediler. Tunus, Libya, Mısır, Yemen ve Suriye’de yarattıkları kaos ve savaşlarla bu ülkelerde binlerce insanın ölmesine, topraklarını terk etmelerine ve bu memleketlerin bazılarının da parçalanmasına neden oldular. Fakat bütün bu savaşlara rağmen bölge halklarının çoğunluğu ABD emperyalizminin bu planını bozmak için mücadeleden vaz geçmedi.
İran, Suriye, Irak devletleriyle Lübnan Hizbullah’ının ABD-İsrail ortaklığının hesaplarını başarısızlığa uğratacak direnişlerini Rusya’nın desteklemeye başlamasıyla gelişmeler yön değiştirdi. Daha sonra Türkiye de bu kesime yaklaşmak zorunda kaldı. ABD’nin müttefiki, NATO üyesi Türkiye, Suriye ve Irak’a düşen ateşin çok geçmeden kendini de yakacağını görmeye başladığı için bu komşularıyla birlikte hareket etmek durumunda kaldı. Gelişmelerin planladığının aksi yönünde ilerlemesi ABD’yi ürkütmeye başladı. Bu arada emperyalist devletler arasındaki çelişkilerin de giderek derinleşmesi ve ülkesi içindeki iktidar odakları arasındaki çekişmelerin büyümesi ABD emperyalizmini zora sokan diğer önemli gelişmelerdir. (Son zamanlarda ABD emperyalizmiyle Avrupalı emperyalist devletler arasındaki çıkar ve hegemonya çatışmaları derinleşirken, ABD’nin içinde de Trump’la Amerikan bürokrasisi arasındaki kavga giderek boyutlanmaktadır. Trump Kudüs çıkışıyla Yahudi sermayesini arkasına alarak güç toplamaya çalışmaktadır.)
En son Barzani ile denediği referandum ve Kerkük’ün işgali, Suudi Arabistan ile kalkıştığı Körfez ve Lübnan operasyonlarının istenen sonucu yaratmaması, hatta ters tepmesi Trump’ı yeni bir hamleye zorladı. Asya’nın batısında oluşan geniş ittifakın ve haklı direnişlerin karşısında bu zaaflı, başarısız konumlanışla duramayacağını anlayan ABD, İsrail kartını öne sürerek yeni bir çıkış yolu bulmaya kalkıştı. Uzun bir zamandır cephe gerisinde tuttuğu İsrail’i Kudüs hamlesiyle öne sürmüş oldu. Artık İsrail sadece Ortadoğu halklarının değil neredeyse bütün dünya halklarının (bölgemizdeki işbirlikçiler hariç) karşısına geçmiş durumda.
Trump’ın Kudüs kararı ABD ve İsrail’in hiç istemeyecekleri bir gelişmeye de yol açma ihtimalini içinde barındırıyor; bu haksız kararla birlikte Filistin halkı çok önemli bir politik ve taktik avantaj elde etme şansını yeniden yakalayabilir. Bölgedeki bütün Amerikan acente ve taşeronlarının ise bu kararla ilgili muhtemel gelişmelerden olumsuz etkilenecekleri kesin. Her şeyden önce bu kararın yanında duranlar dünyada yalnızlaşmakla kalmayacaklar kendi ülkelerine ve halkına da zarar verecekler. (Sonuçta bu karardan en fazla da İsrail halkının zarar göreceği besbelli. Hem maddi hem etik hem de insani yönlerden…)
Daha şimdiden Suudi Arabistan’ın Trump’ın Kudüs adımıyla ilgili haberlere yasak getirmeye başlaması ve 24 yıl Suudi Arabistan istihbarat servisini yönetmiş olan Prens Faysal El Suud’un ABD Başkanı Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma ve Amerikan Büyükelçiliğini Tel Aviv’den bu kente taşıma kararı üzerine bu hareketin radikal gruplar için “oksijen” olacağını söylemesi dikkat çekici. El Suud konuşmasında, bu gruplarla “başa çıkmanın zor olacağı” uyarısında da bulunuyor.
Bu Amerikancı istihbaratçı tam olarak kimleri kastediyor bilmiyoruz ama Trump’ın bu kararının sonuçta dinci örgütlerden çok Filistin’deki El Fetih gibi laik ve ilerici örgütlerin güç kazanmasına yarayacağı açık. Çünkü Asya’da tarih artık ilericilerin güç kazanması yönünde akmaya başladı. Dincilik geçtiğimiz yıllarda çıkabileceği en yüksek yere, zirvesine çıktı ve toplumsal gelişmeler, bu gerici akımın bölge halklarının gözünde eski itibarını yitirerek düşüşe geçmesini sağladı.
Kudüs’ün Müslümanlar için çok önemli bir yer olduğu doğrudur ama IŞİD ve El Kaide gibi dinci radikallerin bugüne kadar İsrail’e bir taş bile atmadıkları ve hatta Suriye’ye karşı Siyonistlerle işbirliği yaptıklarını da cümle âlem bilmektedir. Gazze’de örgütlü dinci Hamas ise Amerika’ya yakın Sisi yönetiminin kontrolü altına girerek eski öneminden çok şey kaybetti.
Bugüne kadar ABD ve İsrail’e muhalif olan, emperyalizme ve Siyonizm’e karşı çıkan laik-solcu-devrimci kesimlerin bu karara karşı yürütecekleri mücadele bu kesimlerden örgütleri büyütecektir. Bundan böyle solun, bağımsızlıkçı yurtseverlerin önleri daha fazla açılacaktır. Kararlı-süreklilik arz eden ilerici karaktere sahip mücadeleler ve örgütlenmeler gelip geçici dinsel içerikli Cuma gösterilerinden çok daha kalıcı sonuçlar yaratacaktır. Dinci kalabalıkların ve örgütlerin gösterileri, sloganları geniş kitleleri artık on beş-yirmi yıl öncekiler gibi etkileme şansına sahip olamayacak. Bu kesimler son yıllarda bütün bölgede çok kötü sınav verdiler ve itibarsızlaştılar. Bunların birçoğunun emperyalizmin işbirlikçileri, acımasız cani, demokrasi ve insanlık düşmanı oldukları ortaya çıktı. (IŞİD, El Kaide, Nusra gibi Vahabiler, Müslüman Kardeşler ve daha birçokları… Türkiye’de ise bunların uzantılarından başka FETÖ gibi Amerikan ajanlarını ve diğer gerici yobaz dincileri de bu kesimlerin içinde saymak gerekir.)
Bundan sonra halk kitlelerinin çoğunluğunun dincilik ve etnikçilik yapanların tarafında değil, ilerici-yurtsever-laik ve akılcı kesimlerin yanında yer alacaklarını söyleyebiliriz. Zaman kulluğu ve emperyalizmle işbirliğini savunanların değil yurttaşlık bilinci taşıyanların ve bağımsızlıkçılığı savunanların lehine akmaktadır.
Türkiye’de herkesin aklına takılan bir konuyu daha gündeme getirmeden yazıyı bitirmeyelim. Ülkemizdeki iktidar sahipleri, yıllardır emperyalizmin ve Siyonizm’in saldırısı altındaki Filistin’in mazlum halkının yanında durmakta samimiyseler, “Eyyy Trump” nutuklarının, telefon trafiklerinin, görüşmelerin, toplantıların vb. ötesine geçmeleri gerekir. Daha da ötesi ülkenin başına iş açma ihtimali yüksek “Lozan Antlaşmasını güncellemek gerekir” türünden gereksiz tartışmalarla vakit geçireceklerine, bütün dünya ve Ortadoğu halklarının baş düşmanı olan ABD emperyalizminin askerlerini ve diğer elemanlarını ülkemizde kullandıkları askeri üslerden, radar tesislerinden, limanlardan ve diğer yerlerden atmakla işe başlasınlar. Halkımızı Amerika’nın İncirlik üssündeki atom bombalarının yaratacağı muhtemel tehlikelerden kurtarsınlar. “Eyyy”lenmelerle inandırıcı olamadıkları açık, somut icraat gerekiyor, icraat…
Sonuç olarak, ABD’nin Kudüs hamlesi yeni acılara neden olmaya başladı ve daha da olacaktır ama bölgedeki anti-emperyalist, ilerici mücadele açısından olumlu sonuçlar da yaratacaktır.
(*)Sovyetlerin dağılmasını sosyalizmin yıkılması olarak görenler, dünyada bir ilk olan bu “sosyalist devlet”in emperyalist güçlerin her türlü karalama kampanyalarına ve çok yönlü saldırılara rağmen yetmiş yıldan fazla ayakta kalmış olduğunu unutuyorlar.
Dünyanın giderek hızlanan bilimsel gelişme (uzay, robot, nano teknoloji, bilişim vb. alanlarda) çağında tarihin çok kısa aralıklı ve keskin hatlı iniş-çıkışlar yaşamaya başladığına tanık oluyoruz. Tarihsel ve toplumsal gel-git dalgaları eski dönemlerdeki gibi nispeten yumuşak hatlı ve uzun aralıklı değil artık.
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte kapitalizmin sözcüleri “tarihin sonu geldi, kapitalizm artık bütün dünyaya hâkim olacak” türünden düşünceler ortaya atmışlar ve küreselleşen emperyalizmin yenilmeyeceğini ve bir başarı abidesi olarak varlığını ilanihaye sürdüreceğini savunmuşlardı. Ama çok geçmeden dünyadaki gelişmeler, toplumsal hareketler durumun hiç de öyle olmadığını kanıtladı. Özellikle Asya ve Latin Amerika’nın birçok ülkesinde emperyalizmin yenilmez olmadığı aksine kâğıttan kaplan olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Ayrıca emperyalistlerin bir bütün olmadıkları, aralarındaki ekonomik ağırlıklı çelişkilerin şu sıralarda derinleşmeye başladığına da tanıklık etmekteyiz. Bu gelişmelerin dünya solu için olumlu sonuçlar yaratacağı apaçık. Bütün mesele, ilerici-devrimci-sosyalist kesimlerin somut gerçekliği ifade eden devrimci, bilimsel ve gerçekçi olduğu gibi halkın da benimseyebileceği düşünce ve şiarlar etrafında bir araya gelerek, devrimci siyasal bir önderliğin kapsayıcılığında kendilerini örgütleyebilmelerindedir.
Bir Yanıt
ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü, İİT’na üye devletlerin İstanbul’da dün yaptıkları toplantı sonucunda yayınladıkları bildiride Doğu Kudüs’ü Filistin devletinin Başşehri ilan etmelerini değerlendirirken şöyle demiş: “İsrail’in egemenliğinin kati sınırları taraflar arasındaki nihai statü müzakerelerine bağlıdır.”
Bu sözler karşısında insanın aklına şu soru takılıyor: Başkan Trump, ABD Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararını verirken, başka bir ifadeyle Kudüs’ü İsrail’in Başkenti ilan ederken bu şehrin İsrail’in sınırları içinde olduğuna nasıl karar verebildi? Her şeyden önce Kudüs İsrail’in bir şehri değil, işgal ettiği bir yer. Kudüs, İsrail’in BM tarafından kabul edilen sınırlarının dışında Filistin toprağı olan bir şehir. Filistinliler burayı müzakereler yoluyla İsrail’e verdi mi ki ABD burayı bu ülkenin toprağı gibi görebiliyor?
ABD’nin Ortadoğu’da attığı her adım haksız, hegemonyacı ve sömürgeci, ezilen halkları işbirlikçileriyle birlikte daha fazla ezmeye ve soymaya yönelik.