Baş Çelişki, Adalet ve Kitleler-Mehmet Ali Yılmaz

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

1847’de Adiller Birliği’nin Londra’da yaptığı kongresinden sonra “Bütün insanlar kardeştir” şeklinde formüle ettiği parolasını Marx benimsememişti. Marx, “Kardeşi olmaktan hiç de haz duymadığım bir alay insan var bu dünyada…” diyordu. Engels arkadaşı Marx’ın isteği üzerine başka bir şiar önerdi ve bu öneri kabul gördü: “Bütün dünya işçileri, birleşiniz!”

“Herkese adalet” düşüncesine de Marx’ın bu çıkışından hareketle bakılmalı. Bizim adalete bakışımız “herkese hakkettiği şey” şeklinde olmalı. “Hak”kı esas alan gerçekçi adaleti savunmalıyız. Adaleti iyilikseverlikle karıştırmamak gerektiği gibi liberalleştirilmesine de onay verilmemeli ve bu yönelime itiraz edilmeli. Yalnız itirazın şekli çok önemli. Yanlış itirazın örneklerini Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü sırasında ve sonrasında gördük. Gerçek durumdan kopuk, kitlelere ayak direyen uç fikirler savunularak yanlış daha da büyütüldü. Bu hatalı yaklaşımla yürüyüşü destekleyen ilerici tabana sahip kuruluşlar ve geniş kitleler üzerinde olumlu bir etki sağlanamadı ve hatta bu geniş kesimlerin geçici de olsa, liberal fikirlerin etki alanına savrulmalarına hizmet edildi.

 

Lenin’in şu ifadesi bu uçlarda seyretmeyi alışkanlık haline getirenleri çok güzel anlatmaktadır: “Onlar, Marksizmde belirleyici olan şeyi, yani Marksizmin devrimci diyalektiğini zerre kadar kavrayamadılar.”

 

Emperyalizmin ve içerdeki uzantılarının hâkim olduğu bir ülkede Kılıçdaroğlu ve çevresinin yaptığı gibi herkes için adalet istenmez, istenmemeli. Bizimki gibi ülkelerde ancak sömürülen-ezilen, hakkı gasp edilen halk kesimleri için adalet istenir. Peki, böyle bir ülkede herkes için adalet istenmesi halini bazı solcuların yoğun biçimde desteklemesinin altında yatan asıl neden nedir?

 

Bu olayda ve daha başka birçok siyasal gelişme karşısında solun önemli bir kesiminin oraya-buraya savrulmasının altında yatan en önemli neden ana kerteriz noktasının kaybedilmiş olmasıdır. 1960’ların sonlarında ve 70’lerde bu gibi durumlarda devrim anlayışına ve bu anlayışı belirleyen önemli nedenlere bakılırdı. Bu anlayışı belirleyen nedenler içinde Baş çelişki belirleyici bir yer işgal ederdi. Ülkede yaşanan Baş çelişkiye göre politika tayin edilir, yürünecek yol-yordam tarifi yapılırdı. Dünya ve ülke tahlillerine göre belirlenen Baş çelişki emperyalizm ve içerdeki uzantılarıyla halkın arasındaki çelişkiydi. Bu çelişkinin halkın lehine çözümüyle tam bağımsızlık ve gerçek demokrasinin sağlanacağı savunulurdu. Bir başka ifadeyle bu, Milli Demokratik Devrim ya da Demokratik Halk Devriminin başarıya ulaşması anlamına gelmekteydi.

 

Peki, Baş çelişki 1970’lerden sonra çözümlendi mi de solun önemli bir kesimi yıllardır bu temel belirlemeyi terk ettiler ya da görmezden geliyorlar?

 

Soru: Söz konusu dönemden bu yana ülkemizin emperyalizme olan ekonomik, siyasi, askeri vd. alanlardaki bağımlılığı ortadan mı kalktı?

 

Cevap: 1980’den itibaren Türkiye’nin emperyalizme olan bağımlılığı daha da arttı. Bu gidiş AKP döneminde de devam etti, ediyor. Son dönemlerde emperyalist sermayenin ülkemiz üzerindeki etkisinin olağanüstü boyutlara ulaştığı da bir gerçek.

 

Soru: Bu dönemden sonra ülkemiz daha demokratik bir memleket haline mi geldi?

 

Cevap: Sıkıyönetim ve olağanüstü hallerden yakamızı kurtarabildiğimiz yok!

Bunlar yetmezmiş gibi 1970’lerde sorun olmayan laiklik, eğitim, kadın hakları, hukuk gibi alanlarda çok önemli geriye gidişler yaşadık, yaşıyoruz. İnsanların hayat tarzına müdahaleler vandallık ölçüsüne ulaştı.

16 Nisan’da yapılan Anayasa referandumuyla Seçim Kanunu’nu çiğneyerek bir gecede “atı alıp Üsküdar’ı geçti”ler. Parlamenter sistemi yok ederek dolun dizgin Tek adamcı bir rejime gidiliyor, TBMM Franko İspanyasında olduğu gibi Cortes’leştiriliyor…

 

Gerici akımların, cemaat ve tarikatların kol gezdiği ülkemiz, bugünlerde, temel insan hakları, fikir hürriyeti ve hukuk sistemi gibi alanlarda 1970’lere göre çok daha ağır koşullarla karşı karşıyadır. ABD’nin yol verdiği AKP iktidarı döneminde emperyalizme olan bağımlılık daha önce görülmemiş boyutlarda artmış, demokrasi daha da gerilemiş, aydınlanmacı-cumhuriyetçi değerler adım adım yok edilmiş, devlet gerici bir zihniyetin eline geçmiştir. (Bugünlerdeki kayıkçı kavgaları -ABD ile PYD tartışması ve Almanya ile atışmalar- ya da at değiştirme faaliyetlerine karşı direnişler bu bağımlılığın sona ermekte olduğunu göstermez.  Bu atışmalarla ne ekonomik bağımlılık ne de askeri bağımlılık son bulur.  Mısır’da Mübarek gönderilip yerine Müslüman Kardeşler ya da Sisi’nin gelmesiyle bu ülke bağımsız mı oldu, yoksa demokrasiye mi kavuştu? Halkımızda özünde varolan emperyalizmle mücadele geleneğini AKP’nin Batılı bazı devletlere karşı iç politikaya oynayan çıkışlarıyla karıştırmamak gerekir.)

 

1980’lerden itibaren ülkemize ve halkımıza karşı yürütülen neo-liberal politikalar emperyalist tahakkümden kurtulma ve işbirlikçi egemenlerin hâkimiyetlerine karşı mücadele etme nedenlerini zayıflatmamış aksine daha da güçlendirmiştir. Yani ülkemizde halk kesimleriyle emperyalizm ve işbirlikçileri arasındaki çelişki daha da ağırlaşmıştır ve bunun adı da Baş çelişkidir.

 

İşte solun bir kısmının görmediği bu gerçektir. Onlar görmüyorlar çünkü 1990’lardan itibaren neo-liberal akımların etkisi altına girdiler ve solu, devrimciliği yanlış yollara soktular. Bunu yaparken tarihi, felsefeyi çarpık düşünceleriyle yeniden yorumladılar ve kitlelere bu saçmalıkları sürekli pompaladılar. Post-modern akımların etkisiyle soyut bir düşünce tarihi temelinde tarihi dönemlerin yeniden tarifini yaparak gericiliğin değirmenine su taşıdılar. Böylece emperyalizmin bölge politikalarına tabi olan gerici-dinci kesimlerin aydınlanma ve aklın üstünlüğünü alt etme faaliyetlerine hizmet ettiler. Siyasette bir kısmı yetmez ama evetçi’lik şeklinde kendini gösteren bu post-modernistler insan zihninin temeline dinsel dogmaları koyarak aklı bu dogmaların esiri eden gerici iktidara ve “başı secdeye değen” ortaklarına payandalık yaptılar. Aydınlanmayı, devrimciliği itibarsızlaştırarak gericiliğin önünü açan bu kesimler şimdi Türk modernitesinin önemli bir aktörü olarak siyaset sahnesinde, yaklaşık yüz yıl önce, yer alan CHP’yi daha fazla liberalleştirme ve batıya hoş gösterme çabası içindeler. Dün sövüp saydıkları bu partiyi liberalize ettikleri adalet kavramının peşine taktılar. Bunların savunduğu adalet hiçbir şekilde gerçek bir adalet olamaz, amaçları halk, ülke, aydınlanma, ilericilik ve gerçek demokrasi için olamaz. Gerçek amaçları CHP’yi AB’nin dışı şekerle kaplanmış sömürgeci politikalarıyla, ABD’nin kara gücünün siyasi platformdaki temsilcileriyle ve emperyalizmin emrindeki gerici cemaatinin kalıntılarıyla buluşturmaktır. Böylece Özal ve Erdoğan’la yaptıkları Türkiye’nin uluslaşma sürecini ortadan kaldırma faaliyetlerine şimdi de bu sürecin tarihi mirasçısı CHP’nin yönetimini kontrol ederek devam etmek istiyorlar.

 

Sanki bir iş bölümü yapılmış gibi. AKP laikliği, eğitimin birliğini ve bilimselliğini, kadın haklarını vb. ortadan kaldırırken; bu yeni liberaller de Cumhuriyetin kurucusu partiyi içeriden ve dışarıdan kuşatarak elde etmeye çalışıyorlar. AKP’nin de bu işbirlikçilerin de asıl amaçları ortaktır: Ülkemizi emperyalizmin Ortadoğu politikalarının aleti yapmak ve giderek parçalamak, gericiliğin kalesi yapmaktır.

 

Emperyalizmin bu politikasını boşa çıkarmanın yolu geniş halk kitlelerini karşıya almaktan, bu kesimlerde liberallerin at oynatmasına olanak tanımaktan geçmiyor. Aksine en geniş kesimleri emperyalist siyasanın ve gericiliğin karşısına dikmeyi sağlayacak politikalar üretilmeli. Halka gerçekleri açıklamanın yolu emperyalizmi ve AKP iktidarının iç politikaya oynayan gerici siyasetini eleştirmekten geçmektedir. Bu eleştiri şu ülkeye, bu güce yaslanarak yapılmamalı, ülkemizin ve halkımızın çıkarları temel alınarak yapılmalıdır.

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir