Ben Neyim? – Mehmet Uysal

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Sartre, Varoluşçuluk Bir Hümanizmadır adlı kitabında şöyle yazmış: “İnsan kendi başına bırakılmıştır. Ne içinde dayanacak bir destek vardır ne de dışında tutunacak bir dal.”[1] Sartre’ın dediği gibi; ben kendi başıma mı bırakılmışım? Benim içimde dayanacak bir destek, dışımda tutunacak bir dal yok mudur? Acaba Sartre’ın ve diğer varoluşçuların dediği gibi; ben koskoca evrende kendi başıma, yapayalnız, yalıtılmış durumda “var olmaya” çalışan zavallı bir mahlûk muyum?

 

İçimdeki; doğuştan mevcut olan en büyük desteğim olan aklım ve benden önce yaşamış ve halen yaşamakta olan milyarlarca insanın akıllarıyla oluşturup, dil üzerinden bana devrettiği/ilettiği, yaşamımı aydınlatan, bana zor zamanlarımda ışık tutan bilgi hazinesi nedeniyle, varoluşçuların insanı kendi başına, içten ve dıştan hiçbir desteği olmayan bir varlık olarak ele almalarına kuşkuyla yaklaşıyorum ve soruyorum: Ben neyim?

 

Ben Canlı Yaşamı Taşıyan Bir Yaşam Birimiyim

 

Canlı yaşam, hamsiden balinaya, dinozordan kertenkeleye, ayrık otundan sekoya ağacına, kuştan bakteriye, “yaşam birimleri” dediğimiz organizmalar halinde kalıtılıp, yine yaşam birimleri halinde yaşanıp, üreme yoluyla geleceğe aktarılır. Her birimiz birer yaşam birimiyiz. Ben de bir yaşam birimiyim.

 

Birer yaşam birimi olan anne-babamı kalıtıyorum. Böylece canlı yaşamı yaşam birimi olarak yaşatıyorum. Birer yaşam birimi olan çocuklarımı meydana getirerek geleceğe aktarıyorum. Böylece, anne-babam üzerinden geçmişteki milyarlarca insana, çocuklarım üzerinden de gelecekteki milyarlarca insana bağlanıyorum. Yaşamakta olan herkes, anne-babası üzerinden, geçmişte yaşamışlara; çocukları üzerinden de gelecekte yaşayacaklara bağlı olduğuna göre, hepimiz birbirimize bağlıyız. Bu nedenle biz, hücreleri her birimiz olan ve “insanlık” denilen devasa bir organizmayız; milyonlarca yıldır yaşayan ve ebediyen yaşayacak olan.

 

Öte yandan, insanoğlu, canlı yaşamın evrimi süreci içinde belirmiş olan bir “hayvan” türüdür. Ben, sadece “insanlık” denilen devasa canlı organizmanın bir ”hücresinden” ibaret değilim. Bunun yanında, canlı yaşamın evrimi sürecinde, “insan” olarak belirmiş atalarım üzerinden, diğer hayvan türlerine bağlanıyorum. Benim bağlantılarım ya da akrabalığım, diğer hayvan türleri ile sınırlı değildir. Canlı yaşamın evrim sürecinde, geriye doğru gittiğimde, bitkilere, oradan da daha gerilerdeki; dört milyar önce, çorba kıvamında,  proteince zengin bir sıvı ortamda oluşmuş olup, kendi kendilerini kopyalayabilen gen atalarıma ulaşıp bağlanıyorum. Öyleyse ben, yaşam birimi olarak, dört milyar yıl önce oluşup, kendini kopyalaya kopyalaya çoğalmış, tek hücreden çok hücreye kadar organizmalara dönüşmüş, türlere ayrılmış canlı yaşamın taşıyıcısıyım. Yani ben canlı yaşamın içindeyim, canlı yaşam da benim içimde. Her birimiz, içimizde, milyonlarca yıldır, kendini kopyalaya kopyalaya, hep yaşayarak bugünlere gelmiş ve hep yaşayarak geleceğe gidecek genler taşıyoruz. Öyleyse söyler misiniz ben ne zaman doğdum, benim yaşım kaçtır ve ben ne zaman öleceğim?

 

Şimdiye kadar ölüme çare bulunamadığına göre, ömrüm sona ermeden de bulunamazsa, bir gün gelip öleceğim. Ancak ben ölmemek,  hep yaşamak, sonsuz yaşamak istiyorum.

 

 

 

Ben Sonsuz Yaşam İsteyen Bir Yaşam Birimiyim

 

Sonsuz yaşam isteğim, benim doğamdan geliyor. Ben organize bir gen kolonisiyim. Genlerim, kendi kendini kopyalama olanağına sahip olup, protein buldukları sürece, kendilerini sonsuza dek kopyalayabilir. Ben bedenimde milyonlarca yaşında genler taşımaktayım. Taşıdığım genler kendilerini kopyalayarak yaşamaya devam edecekler. Bu nedenle ben sonsuz yaşama eğiliminde ve yönelimindeyim; diğer bütün yaşam birimleri gibi.

 

Ben sonsuz yaşam isteğimi, “sonsuz yaşam aşkı” duygusu olarak yaşıyorum. Sonsuz yaşam aşkı, benim duygularımın duygusu. Bütün duygularım, sonsuz yaşam aşkı duygusunun halleri. Sevdiğim şeyleri, benim yaşamıma yaşam kattığı, sonsuz yaşam yolumu açtığı için sevip, “güzel” buluyorum. Güzellikler içinde olduğum zaman, sonsuz yaşam yolumun açık olduğunu düşünüp mutlu oluyorum. Öte yandan, sevmediğim şeyleri, benim yaşamımdan yaşam eksilttiği, sonsuz yaşam yolumu kapattığı için sevmeyip, “çirkin” buluyorum. Çirkinlikler içinde olduğum zaman da sonsuz yaşam yolumun kapalı olduğunu düşünüp mutsuz oluyorum.  Bu nedenle sevmek de sevmemek de sonsuz yaşam aşkımdan kaynaklanıyor. Güzellere “iyi”, çirkinlere “kötü” diyorum.  İyi olmak, yaşam yolunun açık olması; kötü olmak da yaşam yolunun engellenmiş olmasıdır. Mutlak iyilik sonsuz yaşam; mutlak kötülük de ölümdür. Güzel ve iyi, çirkin ve kötü, her dördü de sonsuz yaşamla bağlantılıdır.

 

Bedenim ölümlü olmakla birlikte, ölümü yenip sonsuz yaşama ulaşabilecek miyim?

 

Bu soruya cevap verebilmek için, kendimi biraz daha yakından tanımalıyım.

 

“Ben neyim?” diye sorup, ne’liğimi araştırmam, benim “düşünme” diye bir eylem yaptığımı; düşünme eylemi yapmam da benim bedenimde bir “düşünme sistemi” bulunduğunu gösteriyor. Bedenimdeki düşünme sisteminin adı “akıl”dır. Öyleyse ben akıl taşıyan, yani akıllı bir yaşam birimiyim.

 

Ben Akıllı Bir Yaşam Birimiyim

 

Benim aklım, beden-içim ve beden-dışım ile durup dinlenmeksizin ilişki ve etkileşim halinde. Ben duyuyorum. Yani görüyorum, işitiyorum, kokluyorum, dokunuyorum, tadıyorum. Ben duygulanıyorum. Yani acıkıyorum, susuyorum, seviyorum, âşık oluyorum, sevmiyorum, üzülüyorum, hoşlanıyorum, hoşlanmıyorum, nefret ediyorum, korkuyorum, heyecanlanıyorum…

 

Aklım, beni duygulandıran şeyleri merak ediyor. Merakım mantığımı harekete geçiriyor. Mantığımla gözlüyorum, inceliyorum, ölçüp biçip hesap ediyorum… Daha uzakları ve daha derinleri gözleyip, inceleyip, ölçüp biçip, hesap edebilmek için “düşünme aletleri” yapıyorum. Düşünme aletlerimi sürekli yetkinleştirip, çeşitlendiriyorum. Çok eskiden uzayı çıplak gözle gözlerken, yaptığım güçlü teleskoplarla ve diğer aletlerle, şimdi 7,5 milyar ışık yılı uzaklara kadar, her yöne bakabiliyorum. Düşünme aletleri benim aklımın, bedenimin içine ve dışına uzanan uzantıları. Düşüme aleti yapmada öyle ileriye gittim ki -örneğin-  benim gibi, ancak benden çok daha hızlı düşünebilen yapay zekâlar meydana getirdim. Eminim ki yapay zekâların ve diğer düşünme aletlerinin çok çok daha gelişmişlerini yapacağım. Yaptığım düşünme aletleriyle, evrenin en büyük ve en küçük derinliklerine kadar, aklımın değmediği yer, bilmediğim şey kalmayacak. Alet yapma geçmişimde, bu güne kadar kaydettiğim akıl almaz gelişmenin seyri, bana bunu gösteriyor. Çünkü aklımın düşünme-bilme olanakları sonsuzdur. Aklımın sonsuzluğunu, onun düşünme programı olan matematiğe ve bilgilerini iletiştiği dile bakarak görebiliyorum. Ayrıca, evrenin başlangıcı olduğu söylenen Büyük Patlama ve öncesine ve evrenin sonu olduğu söylenen Büyük Çatırtı ve sonrasına giderek, uzay-zamanın ötesini düşünebilmem de benim aklımın sonsuzluğunu gösteriyor.

 

Aklımın duygusal ve mantıksal olmak üzere, iki türlü hareket yapması, bana onun, duygulanma ve mantık sisteminden oluştuğunu gösteriyor. Duygulanma sistemim, bazı iç salgı bezlerinden oluşuyor. Mantık sistemim ise duyu organlarım, sinirlerim ve düşünme aletlerimden oluşuyor. Tabii ki duygulanma ve mantık sistemimin merkezinde beynim yer alıyor.

 

Aklıma daha yakından bakayım…

 

Benim aklım özgürdür. Çünkü o, kendi kendine harekete geçebilir. Harekete geçebilmek için aklımın kendinden başka hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. “Dışarıdan bir uyartı gelmezse akıl harekete geçemez.” itirazının hiçbir geçerliliği yoktur. İçindeki duyarlılıklardır aklı harekete geçiren. Görme engellileri hiçbir ışık uyartısı; işitme engellileri hiçbir ses uyartısı harekete geçiremez. Ayrıca aklımın içindeki duyarlılıklar, her uyartıya karşı otomatik olarak harekete geçmez. Aklım, geçmiş yaşantısından gelen ve hafızasında kayıtlı olan bilgi ve deneyim birikiminin ışığında, uyartılar arasında seçim yapar. Benim gözlerim, video kamerası gibi pasif bir izlenim alıcı değil, geçmiş yaşantısının ışığında izlenim seçen bilinçli bir bakıcıdır.

 

Benim aklım özgürdür, çünkü kendi kendine harekete geçebilmesi yanında, her şeyi içine alabilir. İçine aldığı her şey üzerinde düşünme etkinliğinde bulunabilir. Böylece her şeyin bilgisini edinebilir. Çünkü aklımın düşünme-bilme olanakları sonsuzdur. Benim aklımın içine almayacağı, üzerinde düşünme etkinliğinde bulunup, bilgisini edinemeyeceği şey yoktur. Bu nedenle, sindirim ve dolaşım sistemlerimin aksine, aklımın etkinliği, bedenimin içiyle sınırlı olmayıp, bedenimin çok çok ötelerine, sonsuza uzanır.  Aklım, en küçük atom-altı parçacıktan, en uzak galaksiye kadar, her yere gidebilir, her yerde hareket edebilir. Gözümü evrene açtığım zaman, onu her yerde hazır ve nazır olarak görebiliyorum. Evren, benim aklımın devasa bir aynasıdır.

 

Benim aklım özgürdür. Çünkü onun, kendi kendine harekete geçebilmesi; her şeyi içine alıp, içine aldığı her şey üzerinde düşünme etkinliğinde bulunup, her şeyin bilgisini edinebilmesi yanında, bilgisini edindiği şeylerin hareketine egemen de olabilir. Roger Bacon, “Bilmek egemen olmaktır.” demiş. Evrenin yapılanmasını ve hareketini biliyorsam, atomlarla, atom-altı parçacıklarla oynayamayacağımı, böylece evrenin yapılanmasına ve hareketine müdahale edemeyeceğimi kim iddia edebilir?

 

Bedensel ömrümün sınırlı oluşunu göstererek, “Ey Mehmet Uysal,  aklının ömrü, bedeninin ömrü ile sınırlı iken, sonsuz yaşama nasıl ulaşabilirsin?” diye sormayın. Çünkü benim aklımın ömrü, bedenimin ömrü ile sınırlı değil. Çünkü ben bir “toplumsal akıl” sistemi içinde yer alıyorum. Toplumsal akla karışmakla, benim aklımın ömrü, bedenimin ömrünün çok çok ötelerine, sonsuza uzanıyor. Toplumsal aklı tanıtmadan, kendimi yeterince anlatmış olmam.

 

Toplumsal akıl ile devam edelim…

 

Ben Toplumsal Akıllı Bir Yaşam Birimiyim

 

Toplumsal akıl, dil ile birbirine bağlanmış olan biyo-akıllar arası bir iletişim ve etkileşim sistemidir. İnsan, “insan” oluşundan bu yana duygu ve bilgilerini “sözler” halinde dile-getirerek paylaşmak suretiyle toplumsallaştırmıştır. Bu nedenle, düşünmek başlangıçtan itibaren hep toplumsal bir etkinlik olmuştur. Dil, sadece yaşamakta olan biyo-akıllar arası duygu ve bilgi iletişim “aracı” değil, aynı zamanda gelmiş, geçmiş ve gelecek akılların duygu ve bilgilerinin, hiç ziyan edilmeksizin saklandığı bir hafıza, bir hazinedir de. Her yeni kuşak, dili öğrenerek bu hazineyi devralır, duygu ve bilgilerini bu hazineye ekleyip zenginleştirdikten sonra, sonraki kuşaklara devreder. Bu nedenle, dil, toplumsal aklın kendisidir. Duygu ve bilgiler, dile-getirilip de toplumsal hafızaya kaydedilir kaydedilmez, uzay-zamanın ötesine geçerek, sonsuzluğa karışırlar. Sözcüklerin, bize ezeli ve ebediymiş, hep varmış gibi gelmeleri bundandır. Sözcüklerin yaşı yoktur.

 

Ben, toplumsal akla dil ile karışıyorum. Bir dil sisteminin için doğuyorum. Büyürken, içine doğduğum dili öğrenip, aklımın içine alıyorum. Dil üzerinden, geçmişte yaşamış bütün akıllara bağlanıyorum. Dil üzerinden, yaşamakta olan bütün akıllara bağlanıyorum. Yine dil üzerinden, benden sonra yaşayacak bütün akıllara bağlanıyorum. Benim aklım, dili içine almakla, yaşamış, yaşamakta ve yaşayacak olan bütün akılları; bütün akılların duygulanma ve mantık sistemlerinin hareketini içine alıyor. Demek oluyor ki diğer insanlara, sadece genetik olarak değil, kültürel olarak da bağlıyım. Her bir insan da benim gibi, diğer insanlara genetik ve kültürel olarak bağlı. Öyleyse bizler, genetik ve kültürel bağlarla birbirimize bağlanarak, toplumsal akıl denilen yapıyı oluşturuyoruz.

 

Gelmiş geçmiş bütün ressamlar, heykeltıraşlar, şairler, romancılar duyarlılıklarını sanat eserleri olarak “dile-getirip”, böylece toplumsallaştırıp, toplumsal aklın duygulanma sistemini oluşturmuşlar. Sanat eseri olarak dile-getirilmiş duygular, uzay-zamanın dışına çıkarak, dile-getiren akılların bedenlerinin ömrünün çok ötelerine, sonsuza uzanmış. Gelmiş geçmiş bütün mantıkçı-matematikçiler, filozoflar ve bilim insanları akıllarının düşünme etkinliğinin ürünü olan bilgileri yazı ile dile-getirip, böylece toplumsallaştırıp, toplumsal aklın mantık sistemini oluşturmuşlar. Yazı olarak dile-getirilmiş bilgiler, uzay-zamanın dışına çıkarak, dile-getiren akılların bedenlerin ömrünün çok ötelerine, sonsuza uzanmış. İşte ben dili öğrenmekle,  toplumsal aklın uzay-zaman ötesindeki duygulanma ve mantık sistemi ile temas ediyorum, onu içselleştiriyorum ve böylece uzay-zaman ötesine geçerek sonsuzluğa karışıyorum.

 

Gelmiş, geçmiş ve yaşayan sayısız sanatçı, toplumsal aklın duygulanma sistemini canlı ve hareketli tutup, böylece mantık sistemini hareketlendirip sonsuz ufuklara yöneltmişler. Gelecekteki sanatçılar da toplumsal aklın duygulanma sistemini canlı ve hareketli tutup, mantık sistemini sonsuz ufuklara yöneltmeye devam edecekler. Gelmiş, geçmiş ve yaşayan sayısız mantık-matematikçi, insan aklının düşünme programını keşfedip, sürekli geliştirip, yetkinleştirmişler. Gelecekteki mantık-matematikçiler de insan aklının düşünme programını geliştirip, yetkinleştirmeye devam edecekler. Gelmiş, geçmiş ve yaşayan sayısız bilim insanı, gerek biyo-akıllarını gerekse düşünme aletlerini kullanarak, toplumsal aklın bilgi içeriğini sürekli genişletmişler. Gelecekteki bilim insanları da, gerek biyo-akıllarını gerekse düşünme aletlerini kullanarak, toplumsal aklın bilgi içeriğini sürekli genişletecekler.

 

Öyleyse ben, aklım ile dile, dil ile üzerinden de toplumsal akla bağlanıyorum. Öyleyse ben toplumsal aklın içindeyim. Öyleyse ben toplumsal akıl denilen; insanın “insan” olması ile birlikte oluşmuş ve ebediyen yaşayacak olan, gelmiş geçmiş milyarlarca biyo-akıldan ve düşünme aletlerinden oluşan; sonsuza uzanan büyüklüğü ve sonsuz gücüyle bir “akıl almaz” düşünme sisteminin bir parçasıyım. Öte yandan, toplumsal akla dil üzerinden bağlanmakla, toplumsal aklı içimde taşıyorum. Yani ben toplumsal aklın içinde olduğum gibi, toplumsal akıl da benim içimde. Böylece onun uzandığı her yere ve zamana gidiyorum. Biyo-aklımın ve biyo-aklım dolayısıyla toplumsal aklın düşünme olanakları sonsuz olduğu için ben uzay-zamanı da içime alıp, sonsuza uzanıyorum.

 

Biyo-aklımın ve biyo-aklım dolayısıyla toplumsal aklın düşünme olanakları sonsuz ise, benim aklım bu olanağını kullanarak, her şeyi içine alıp, içine aldığı her şey üzerinde düşünme etkinliğinde bulunup, her şeyin bilgisini edinebiliyorsa, benim dışımda başka akıl yok demektir. Benim dışımda başka akıl yoksa, ben evrenin aklıyım. Evren kendini benim üzerimden düşünüyor ya da ben düşünen evrenim demektir. Hegel’in “Felsefe, varlığın kendini düşünmesidir.” sözünü, bu anlamda okuyup, anlıyorum ben… Bir -önemli- farkla ki Hegel, aklı, aklın dışında, akla yabancı bir şey; “Geist-Mutlak Fikir” olarak görmüştür; bütün metafizikçiler gibi… Hegel’in, metafizik yanılsamayla,  “Geist” adını vererek, ezeli ve ebedi mutlak varlık ya da hakikat olarak gördüğü şey, toplumsal akıldan ya da “ben”den başka bir şey değildi…

 

Biyo-aklımın ve biyo-aklım dolayısıyla toplumsal aklın düşünme olanakları sonsuz olduğu için, ben uzay-zamanı da içime alıp, sonsuza uzanıp, sonsuzluğu yaşıyorum. Ancak benim bedenim uzay-zaman içinde yaşıyor. Yani doğuyorum, yaşıyorum ve ölüyorum. Bununla birlikte, ben sonsuz yaşam istiyorum. Peki, ben sonsuz yaşama ulaşabilecek miyim?

 

Sonsuz Yaşama Ulaşabilecek miyim?

 

Mademki insan aklı mutlak olarak özgürdür, mademki aklın özgürlüğü ile her şeyi kapsama alanına alabilip, kapsama alanına aldığı her şeyi düşünebilip, böylece her şeyin bilgisini elde edebilme ve bilgisini elde ettiği şeylerin hareketine egemen olabilme olanağına sahiptir, mademki canlı-olan doğası nedeniyle aşkla sonsuz bir yaşam istemektedir, o halde aklın, her şeyin hareketine egemen olma olanağını kullanarak “maşukuna”, yani sonsuz yaşama neden kavuşamasın?

 

Şimdiye kadar olduğu gibi, insanoğlu/kızı, sonsuz yaşam aşkıyla hareketini sürdürecek olan aklının, mutlak özgürlük olanağını kullanarak, bir gün mutlaka uzay-zamana, ölüme, yaşama egemen olarak, sonsuz yaşama kavuşacaktır. Şimdiye kadar olduğu gibi, bu yolda kademe kademe, ancak giderek hızlanan adımlarla ilerleyecektir.

 

Sonsuz yaşama nasıl ulaşacağımızı, “Aşkla Sonsuz Yaşam” adlı kitabımızda, oldukça ayrıntılı olarak ortaya koyduk. Ana çizgileriyle ifade edelim.

 

Geliştirdiği biyoteknoloji yöntemleriyle, halen kök hücreden doku ve organ yapabilen, canlıları klonlayabilen insanoğlu/kızı, çok çok daha gelişmiş biyoteknoloji yöntemleriyle tüm organizmasını tamamen yenileyebilecek. Bir zamanlar insanlığı kitleler halinde kırıp geçirmiş hastalıkların kökünün kazınmış olmasının gösterdiği gibi, sürekli ilerleyen tıp bilimi, dış ve iç etkenlerden kaynaklanan bütün bedensel hastalıkları ortadan kaldıracak ve tekrar ortaya çıkmasını önleyecek. Yaşlanan organların sürekli yenilenmesi ve hastalıkların ortadan kalkmasıyla 150-200 yıl, belki de daha uzun yaşamak işten bile olmayacaktır. Eski çağlarda 35-40 olan ortalama yaşam süresinin, şimdi neredeyse ikiye katlanmış olması bize bunu gösteriyor.

 

İnsanoğlu geliştireceği tekniklerle, bütün ölmüşleri, geride bıraktıkları biyolojik ve kültürel kalıntılarından elde edilecek bilgilerle, geçmiş yaşantılarından daha sağlıklı olarak, bedenleri ve bilinçleriyle canlandırabilecek.

 

O zaman Cahit Sıtkı’nın “Olursa bir şikâyet ölümden” olsun dediği durum olacak. Uzayan yaşam sürelerine rağmen ölümden şikâyet devam edecek. Çünkü yaşam süreleri ne kadar uzamış olursa olsun, kaç kere canlandırılırsa canlandırılsın, organik bedenler önünde sonunda ölmeye devam edecek. Ancak sonsuz yaşam aşkıyla hareket eden akıl, şikâyet edip durmak yerine, hiç hız kesmeden, ölümün çaresini aramaya devam edecektir. İnsan aklı, ölümün çaresini de organik bedenler yerine inorganik bedenler halinde yaşamaya devam ederek bulacaktır.

 

“Düşünmenin, nöron hareketinden elektron hareketine dönüştürülmesi” olan bilgisayar teknolojisi, baş döndürücü gelişmesini, ivmesini arttırarak sürdürecektir. Bunun sonucunda, akıllarımızın duygu ve mantık sistemleri ve bu sistemlerimizin hareketiyle edindiğimiz bilinçlerimiz çiplere kopyalanabilecek, böylece “biyo-akıllar” “elektro-akıllar”a dönüşecek. Önceleri elektro-akıl olarak bir “robot-beden”de yaşamımızı sürdürürken, daha sonra, robot-bedene de ihtiyacımız kalmayacak. Böylece, bedene bağımlılıktan kurtularak ışık hızında serbestçe hareket eden elektro-akıllar haline geleceğiz. Işık hızında hareket edebilir hale gelmekle, uzay-zamanı avuçlarımızın içine almış olacağız.

 

Elektro-akıllara dönüşmekle, beşeri dillerin yerini elektro-dil alacak. O zamana kadar beşeri dillerle toplumsallaşmış olan bireysel akıllar, bir “elektro-dil” ile birbirine bağlanmış “toplumsal elektro-akıl“ haline gelecekler. Başka bir deyişle, toplumsal akıl, elektro-akıllar arası bir iletişim ve etkileşim sistemine dönüşecek. Böylece baştanbaşa elektro-akıl ile konuşan ve ışık hızında hareket eden devasa bir sistem, “Bir” haline geleceğiz. Her birimiz, bir “elektro-akıllar sistemi” olan Birin bir parçası olacağız. Her birimizin mantık sistemleri aynı olmakla birlikte, duygu sistemlerimizin farklılığı nedeniyle, bilinç yapılarımız farklı olabilecek. Bu nedenle her birimiz “Biricik” olacağız. Bizi birbirimize bağlayan elektro-dil ve elektro-akıllarımızın ışık hızındaki hareketi nedeniyle, her birimiz her an her şeyi bilebileceğiz. Böylece, her birimiz “Bir”in içinde, ancak “Bir” de hepimizin içinde olacak.

 

Bu aşamaya bizi, aklımızı ateşleyen ve hep hareket halinde tutan ve iyi ya da kötü, çok çeşitli duygu durumları olarak yaşadığımız sonsuz yaşam aşkı taşıyacak. Bu aşamaya geldiğimizde ise biyo-akıl/beden durumumuzdayken taşıdığımız hemen hemen bütün biyo-duygularımızı yitirmiş olacağız ne yazık ki… Bu halimiz, bize sonsuz yaşama ulaştığımız izlenimini vereceği için, sonsuz yaşam aşkı duygumuz da epeyce zayıflamış olacaktır. İşte o zaman ölmüş olduğumuzu düşüneceğiz. Öyle ya; “ölüm” dediğimiz şey, duyguların yitimi ise ve biz de “elektro-akıl” haline gelmekle duygularımızı büyük ölçüde yitirmişsek, ölmüş olmaz mıyız? Ancak, geldiğimiz bu aşamada, “bilinçli ölüm durumu” olacak. Yani ölmüş olduğumuzun farkında olacağız. Böylece, sonsuz yaşam aşkımızın bizi getirip bıraktığı yer, bilinçli ölüm durumu olacak. Bilinçli ölü durumumuz, bizde üzüntü, keder duygusu uyandıracak. Böylece sonsuz yaşam aşkımız, ölmüş olmaktan kaynaklanan üzüntü ve keder olarak harekete geçecek. Harekete geçen sonsuz yaşam aşkımız (o zamana kadar yapageldiği gibi), ölüme çare bulmak üzere, aklımızın mantık sistemini yeniden ateşleyecek. Sonsuz yaşam aşkının ateşiyle harekete geçen mantık sistemimiz, yeni bir uzay-zaman, bir “yeniden doğuş” tasarlayacak. Aşk, bir “aşk bilimi”nin ışığında yani “bilgiyle” değil, “duyguyla” yaşanan bir deneyim olduğu için, aklımız yeniden doğuşu tasarlarken, o zamana kadar edindiği bütün bilgileri silecek. Yeniden doğduğunda aklın içinde aşk duygusundan ve temel mantık formu olan “kıyas”tan başka hiçbir şey bulunmayacak. İnsanoğlu, en küçük parçacığın hareketini bile ihmal etmeksizin tasarladığı yeni uzay-zamanın içine, aklında geçmiş yaşantısına dair hiçbir bilgi olmaksızın, yeniden aşkla yaşamak üzere doğacak ve doğuş; yeniden yeniden yeniden hep olacak. İşte insanoğlu/kızı, “aşkla sonsuz yaşam”a ya da ölümsüzlüğe böyle kavuşacak.

 

Yazımıza başlarken, varoluşçu insan anlayışından kuşkumuzu ifade edip, “Ben neyim?” diye sormuştuk. Buraya kadar insanın ne olduğuna ilişkin yaptığımız açıklamalar, aynı zamanda insanın ne olmadığımı da açığa çıkarıyor.

 

Ben Ne Değilim?

 

Bu soruyu, Sartre’ın “İnsan kendi başına bırakılmıştır. Ne içinde dayanacak bir destek vardır ne de dışında tutunacak bir dal.” ifadesi üzerinden giderek, satırbaşlarıyla cevaplandıralım.

 

Benim içimde, akıl denilen; sırtımı güvenle yasladığım bir dağ var. Öyleyse ben, içinde dayanacak desteği olmayan bir mahlûk değilim.

 

Ben akımla, dil üzerinden gelmiş geçmiş, yaşayan ve yaşayacak olan milyarlarca insana bağlanıyorum.  Gelmiş geçmiş, yaşayan ve yaşayacak olan milyarlarca insan da yine dil üzerinden bana bağlanıyor. Hepimiz birlikte “toplumsal akıl” denilen sistemi oluşturuyoruz. Gelmiş geçmiş ve yaşayan “yıldız akıllar” sanatsal, felsefi ve bilimsel faaliyetlerinin ürünlerini dil ile toplumsallaştırarak, toplumsal akla aktarmışlar. İnsanın “insan” oluşundan beri aklın ürettiği her şey dile aktarılarak ebedileştirilmiş. Ben doğduğum zaman, önümde atalarımın ürettiği bir bilgi hazinesini hazır buluyorum. Bilgiler sözde ya da kâğıt üstünde kalmıyor; teknoloji olarak pratiğe geçiyor. Bilgiler derinleşip zenginleştikçe, teknoloji de ilerliyor. Hayatın her alanında hızla ilerleyen teknoloji benim yaşamımı kolaylaştırıp, ömrümü uzatıyor. Aklın düşünme olanaklarının sonsuzluğu, içimdeki sonsuz yaşama isteğim ve umudumu besleyip, canlı tutuyor. Kısacası, benim arkamda toplumsal akıl denilen, Himalayalar’dan daha yüksek, yüceler yücesi, “akıl almaz” bir başka dağ daha var. Öyleyse ben, kendi dışımda tutunacak dalı olmayan bir mahlûk da değilim.

 

Kısaca ben koskoca evrende kendi başıma, yapayalnız, yalıtılmış durumda “var olmaya” çalışan zavallı bir mahlûk değilim. Öyleyse ben insan denilen mucizeyim. Her birimizi insan denilen mucizeyiz. Birer birer ve hep beraber insan denilen mucizeyiz.

 

Varoluşçu dostlarım, insan denilen mucize olduğunuza inanmıyorsanız, 35-40 yaşlarındayken “bir ayağı çukurda” sayıldığınız eski çağlardan,  “seksenlik delikanlı” olduğunuz bugünlere nasıl geldiğinizi düşünün. İçinde dayanacak bir desteği, dışında tutunacak bir dalı olmayan, koskoca evrende kendi başına, yapayalnız, yalıtılmış durumda “var olmaya” çalışan zavallı bir mahlûk olsaydınız, bugün hala taş ve ağaç kovuklarında yaşıyor, elinizde taş baltalarla bizon peşinde koşuyor olurdunuz. Hatta yaşamda kalmada en önemli avantajınız olan üstün düşünme yeteneğiniz olmasaydı, doğal seçmede seçilememiş ve kalburun altında kalarak çoktan canlı yaşamdan elenmiş bile olabilirdiniz.

[1] Jean-Paul Sartre’dan aktaran, Prof. Dr. Ali Osman Gündoğan, http://www.aliosmangundogan.com/PDF/Makale/Ali-Osman-Gundogan-Yalnizlik-ve-Dayanisma.pdf

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

3 Responses

  1. Mehmet Uysal hocam, felsefe ve bilgelik dolu yazılarınızı ilgiyle takip etmekteyim. Günümüzde yoğun bir teorik-felsefi çalışmanın yeri doldurulamaz bir önem taşıdığına inanmaktayım. Bu bakımdan; siyaset, “birey olarak insan yaşamı” ve tarihsel aidiyetin ayrılmaz bir bütün olduğunu iddia etmek mümkündür . Düşünceleriniz bu bakımdan da ilgiye değer. Yazılarınızın devam dileğiyle…

    1. Değerlendirmelerin için teşekkür ederim Onur.
      Görüşebilmek dileği ile selamlar, sevgiler.

  2. Değerli felsefeci Mehmet Uysal’ın ”Aşkla Sonsuz Yaşam” ve ”Düşüncenin Düşüncesi” adlı eserleriini okuduktan sonra aklı terketmeyen bir beynimiz olduğu sürece,asla yalnız,çaresiz, ”fırlatılmış” (J.P.Sartre’ın bir başka sözü) olmadığımızı anlamış bir birey olarak,Sartre’!ın varoluşçu felsefesinin yanlışlarını,insanı yalnızlığa ve mutsuzluğa iten bu görüşün; bir insanın yalnız yaşarken bile aklıyla yaşadığı için asla tek başına ve çaresiz olmadığına olan inancım dolayısiyle Mehmet Uysal’a katılıyorum. ve kendisini kutluyorum.

Onur Aydemir için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir