Dilbilimde Saussure Devrimi-Mehmet Uysal

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Saussure öncesinde, dil incelemeleri, toplumsal yaşamın “dil” olgusunun kökenini bulmaya yönelik olarak;

 çeşitli dillerin tarihini, geçirdikleri değişimi ve diller arasındaki ilişkileri, gruplaşmaları incelemek suretiyle yapılırdı.

muysal@anafikir.gen.tr

Ferdinand de Saussure (“Sasür” olarak okunur) 1857’de İsviçre’nin Cenevre kentinde doğdu. Ailesi doğabilimciydi. Onbeş yaşına geldiğinde Fransızca, Almanca, İngilizce, Latince ve Yunanca öğrenmişti. Üniversite öğrenimine 1875’te Cenevre Üniversitesi’nde fizik ve kimya öğrencisi olarak başlamakla birlikte, Yunan ve Latin dilbilgisi derslerini de alıyordu. Dil dersleri deneyimi, Saussure’e asıl ilgi alanının dil incelemeleri olduğunu gösterdi. Bunun üzerine Hint-Avrupa dillerini incelemek üzere Almanya’ya, Leipzig Üniversitesi’ne gitti. Leipzig Ünivesitesi, genç dil tarihçilerinin; “Yeni Dil Bilgiciler (Junggrammatiker)”in merkezi olması bakımından, Saussure için isabetli bir seçim oldu. Saussure, Berlin’de geçirdiği 18 ay dışında, dört yıl Leipzig’de kaldı ve 1878’de 21 yaşındayken, “Hint-Avrupa Dillerindeki Ünlülerin İlk Dizgesi Üstüne İnceleme” adlı çalışmasını yayınladı ve bu çalışma kendisine haklı bir ün kazandırdı. Berlin’den Leipzig’e döndüğünde, bir profesörün, Saussure’e “İsviçreli büyük dilbilimci Saussure ile yakın uzak bir akrabalığın var mı?” diye sorduğu rivayet edilir. Saussure, Leipzig’de doktorasını da verdikten sonra, Paris’e giderek “École Pratique des Hautes Etudes”’de dersler vermeye başladı. 1891’de İsviçre’ye dönerek, Cenevre Üniversitesi’nde profesörlüğe atandı. Önce Sanskrit ve tarihsel dilbilimi dersleri verdi. Bir profesörün emekli olması üzerine, 1906 yılından itibaren genel dilbilim dersleri vermeye başladı. 1912’de rahatsızlanarak yatağa düştü ve Şubat 1913’te, 56 yaşındayken öldü. (Kaynak: Vikipedi, Özgür Ansiklopedi)

Ölümünden sonra, Cenevre Üniversitesi’ndeki öğrencileri, ders notları üzerinde titizlikle çalışarak, Saussure’ün düşüncelerinin sistematik olarak ortaya konduğu “Genel Dilbilim Dersleri” adlı kitabı, 1916’da yayınladılar. Kitap, Berke Vardar tarafından Türkçe’ye çevrilerek, aynı adla Multilingual Yabancı Dil Yayınları tarafından yayınlanmıştır.

Saussure öncesinde, dil incelemeleri, toplumsal yaşamın “dil” olgusunun kökenini bulmaya yönelik olarak; çeşitli dillerin tarihini, geçirdikleri değişimi ve diller arasındaki ilişkileri, gruplaşmaları incelemek suretiyle yapılırdı. Saussure’ün, bu dil incelemesi anlayışını eleştirmek suretiyle geliştirdiği ve “devrim” niteliğindeki dil anlayışının temel tezi, “dil kendine yeterli ve bağımsız bir sistem olarak ele alınmalı ve incelenmelidir” biçiminde özetlenebilir. Saussure’ün dil anlayışının ana çizgilerini, aşağıda, Berna Moran’ın “Edebiyat Kuramları ve Eleştiri (İletişim Yayınları)” adlı kitabından yapacağımız alıntılarla ortaya koyacağız. 

 “Yapısal dilbilim (…) Ferdinand de Saussure ile yirminci yüzyılın başlarında ortaya çıktı. Ölümünden sonra, 1916 yılında, ders notlarının Genel Dilbilim Dersleri adı altında  yayımlanması ile dilbilimde yeni bir çığır açıldı. O zamana kadar dilbilimciler için dil, birtakım dil olgularının toplamı idi ve bunlar ayrı ayrı öze sahip imiş gibi tek tek ele alınırdı. Dil çalışmaları, zaman içerisinde bir dilin geçirdiği değişiklikleri incelemek ve bunların kurallarını bulmaktı. Dilin zaman içerisindeki evrimlerine yönelmeye artzamanlı (diachronic) yaklaşım diyoruz. Saussure ise dili, belli bir zaman noktasında ele alarak eşzamanlı (synchronic), kendi kendine yeterli ve bağımsız bir sistem olarak (vurgu bize aittir M.U.) incelemeyi önerdi. Örneğin on altıncı yüzyıl Türkçesi ile yirminci yüzyıl Türkçesini, ayrı ayrı, eşzamanlı olarak incelersek farklı iki sistem buluruz. Bu iki zaman noktası arasında Türkçenin gelişimini de inceleyebiliriz ve bu, artzamanlı bir inceleme olur. Ne var ki, bugünkü Türk dilinin sistemini açıklamak için ne bu gelişimi bilmek ne de hesaba katmak zorundayız. Çünkü sistemi anlamak, onun öğeleri arasında o andaki bağıntıların oluşturduğu yapıyı açıklamak demektir. Bu söylediklerimizi tavla oyununa uygulayarak örneklendirelim (Saussure örnek olarak birkaç yerde satranç oyununu kullanır)… Tavla bilmeyen biri tavla oynayanları birkaç gün seyretse yavaş yavaş oyunun sistemini kavramaya başlar… Sonunda tavla oyunun sistemini bulur bu kişi. Şuna dikkat edelim, bu kişi sistemi anlamak için tavla oyununun tarih içinde nasıl geliştiğini, nasıl değişiklikler geçirdiğini anlamak zorunda değildir. Bunu araştırmak artzamanlı bir yaklaşım olurdu. Bundan başka, oyunun sistemi dış gerçeklikten bağımsız, saymaca birtakım kurallardan oluşmuştur ve kendi içinde bir bütün meydana getirir. Ayrıca oyunu oluşturan öğelerin (pulların, zarların M.U.) kendi öz varlıkları önem taşımaz; önemli olan sistem içindeki işlevleri, birbirleriyle olan bağlantılarıdır(B. Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, s. 186,187).

Böylece, Saussure, dilbilimi, “dili, kendi kendine yeterli ve bağımsız bir sistem olarak inceleyen bilim” olarak belirler. Ancak, dilin bağımsız bir sistem olarak ele alınabilmesi için, Saussure’ün kendinden önceki metafizik dil anlayışı ile hesaplaşarak, bu anlayıstan da kopması gerekmektedir.

 “Sağduyuya uygun, Saussure’den önceki dil anlayışına göre dil, var olan nesneleri adlandırır. Yani sınıflara ayrılmış düzene sokulmuş hazır bir dış dünya vardır (vurgu bize aittir M.U.) ve bu gerçekliği biz dil ile aktardığımıza göre, dil bu dünyayı yansıtmaya yarayan bir araçtır. Saussure bu dil anlayışını köktenci bir biçimde değiştirdi ve durumu tersine çevirdi (vurgu bize aittir M.U.)diyebiliriz. Saussure’e göre dil zaten mevcut nesneleri, kavramları sonradan etiketleyerek bir çeşit katalog oluşturmaz, çünkü dil kavramlardan önce (vurgu bize aittir M.U.)  vardır. Bu iddiayı biraz daha açalım. Yapısalcı dilbilime göre dış dünya, kesintisiz bölünmemiş büyük bir yığın, bir bütündür ve dil bu yığını anlaşılır kılmak için böler. Örneğin dilden önce taş, kaya ve maden ayırımı yoktur ama biz bütünü, taş sınıfı, kaya sınıfı, maden sınıfı olarak birimlere ayrıştırır ve böylece dünyayı kavranılır, anlaşılır hale sokarız. Bunu yapmasaydık zihnimiz karmakarışık bir duyumlar yığını olarak kalırdı… Şu da var ki, her dil dış dünyayı aynı şekilde bölmez. Türkçede çayırda otlayan hayvana da, sofrada yenen etine de koyun denir, ama İngilizcede bunlar sheep ve mutton olarak ayrılırlar. Demek ki, İngilizce dünyayı başka şekilde bölmüş oluyor. Bu söylediğimizi renkleri de ele alarak örneklendirebiliriz. Biliyoruz ki, güneş ışığını bir prizmadan geçirirsek güneş tayfını (spectrum) elde ederiz. Bu tayfta renkler kesintisiz olarak birinden ötekine geçer. Ama biz bu renkleri, kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert ve mor olarak böleriz. Oysa doğada bir ayrım yoktur. Görülüyor ki, bizim doğal olarak kabul ettiğimiz renk ayrımları aslında dil sayesinde yapılmış ayrımlardır ve dilden önce mevcut değildiler. O halde dil, algıladığımız nesneler yığınını keyfi olarak birimlere ayıran bir göstergeler sistemidir ve bu anlamda gerçekliği yansıtmaz, üretir (B. Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, s. 188,189).

Berna Moran’ın yukarıya alıntıladığımız; Saussure’ün dil-dış dünya ilişkisine yaklaşımını ifade eden sözleri ile ilgili olarak birkaç şey söylemek istiyoruz. “Dilin dışında bir dış dünya var” düşüncesi, metafizik bir düşüncedir. Saussure’ün, renkler ile örneklenen “dil zaten mevcut nesneleri, kavramları sonradan etiketleyerek bir çeşit katalog oluşturmaz, çünkü dil kavramlardan önce vardır” ifadesindeki  “kavram” ile, metafizik anlamdaki; yani Platon’un idealar’ı, Aristoteles’in formlar’ı, Spinoza’nın modus’u, Leibnz’in monadlar’ı, Hegel’in Geist’i vs. anlamındaki “kavram” kasdedilmiş olmalıdır. Böyle olduğu, Saussure’ün aşağıya alıntılayacağımız “gösterilen” sözcüğü ile, dildeki, “dil kullanılarak yapılmış kavram”ı kasdetmesinden ve bu iki “kavram” sözcüğü  arasındaki anlamın farklı olmasından anlaşılmaktadır. Öte yandan, yukarıdaki alıntıda geçen “Yapısalcı dilbilime göre dış dünya, kesintisiz bölünmemiş büyük bir yığın, bir bütündür ve dil bu yığını anlaşılır kılmak için böler.” düşücesine  de şöyle eleştirimiz var: “kesintisiz bölünmemiş büyük bir yığın, bir bütün olarak dış dünya” ve “bizim doğal olarak kabul ettiğimiz renk ayrımları aslında dil sayesinde yapılmış ayrımlardır ve dilden önce mevcut değildiler” ifadelerinden, Saussure’ün  “dilden önce ve dilin dışında bir dış dünya var” -metafizik- düşüncesini taşımakta olduğu anlaşılmaktdır. Bununla birlikte, Saussure’deki bu metafizik kalıntısı “dış dünya” düşüncesi, Saussure’ün dil-dış dünya ilişkisine yaklaşımı ile uyuşmamaktadır. Çünkü, “biz dünyayı dil ile kurarız” diyen –Saussure gibi- birisinin, dilin kurduğu dışında “bir yığın halinde kesintisiz  bir bütün olarak dış dünya” düşünememesi gerekir. Gerçekten de, aklımız “dış dünya”yı “mantık” denilen kalıplara göre bir kavramlar sistemi halinde kurar ve evrene baktığı zaman,  bu kalıplar çerçevesinde bir dış dünya gerçeği görür. Bunun aksini iddia edenlere,  “bir yığın halinde kesintisiz bir bütün olarak dış dünya”, örneğin “yığın halinde bir bütün olarak renkler” düşünebilmelerini öneririz. Ne yaparsak yapalım “bir yığın halinde kesintisiz bir bütün olarak dış dünya” ya da “yığın halinde bir bütün olarak renkler” düşünemeyiz. Görüldüğü gibi bu eleştirilerimiz, Saussure’ün düşüncelerinin geçersiz olduğunu kanıtlamaya değil, metafizik kalıntılardan arındırılmasına ve onun açtığı yoldan geliştirilmesine yöneliktir. Zira, Saussure, “dil zaten mevcut nesneleri, kavramları sonradan etiketleyerek bir çeşit katalog oluşturmaz, çünkü dil kavramlardan önce vardır” demek ve bunu “renkler” ile örneklemek suretiyle, dilin metafizik ile bağını kopararak, onun “bağımsız bir yapı olan” doğasını ifade etmiş ve böylece dilin, “kendisi” olarak incelenmesinin yolunu açmıştır. Dil toplumsal aklın kendisi olduğuna göre, Saussure’ün dile yaklaşımı, toplumsal aklın kendisini kendisi olarak bilmesinde, böylece toplumsal aklın özgürlüğünü keşif sürecinde “devrim” niteliğinde bir adımdır.GotlobFrege’nin mantık-matematiğin geleneksel metafizikten arındırılmasındaki rolü neyse, Saussure’ün dildeki rolü de odur.

 Acaba Saussure’e göre dilin içi nasıl yapılanmıştır? Başka bir deyişle Saussure’e göre acaba dil nasıl bir yapıdır? Berna Moran’dan dinlemeye devam edelim.

“Edebiyatta yapısalcılığı anlamak için Saussure’ün dil konusunda yaptığı bazı ayrımlara daha değinelim. Bunlardan biri dil (langue) ile söz (parole) ayrımıdır. Dil, bir dil sistemine verilen addır. Türkçe, Fransızca, İngilizce dilleri dediğimiz zaman dili bu anlamda kullanırız. Söz ise dilin somut kullanımı, yani dilin belli bir konuşucu tarafından belirli bir andaki uygulanmasıdır. Bu sayısız söz’ler bir dil sistemine uyarlar. O halde somut ve bireysel söz’ün arkasında, onu belirleyen soyut ve toplumsal bir sistem (yapı), dilvardır. Dilbilimin amacı bu yapıyı ortaya çıkarmaktır ve bunu yapmak için söz’ü inceler. Deminki tavla örneğimize dönecek olursak, diyebiliriz ki tek tek tavla oyunları somut söz’e tekabül eder, oyun olarak tavla ise soyut dil sistemine… Başka önemli bir ayrım, gösteren/gösterilen  ayrımıdır.  Sözler bir şeye işaret ettikleri için birer göstergedirler ve bir göstergenin iki yönü vardır: Biri bir ses imgesidir ki gösteren adını alır. “Köpek” dediğimiz zaman ağzımızdan çıkan ses imgesi gösterendir, bunun işaret ettiği köpek kavramı ise gösterilen’dir… Gösteren ile gösterilen arasındaki bağıntı saymacadır (keyfi), çünkü köpek kavramını bu sözcükle göstermek için bir neden yoktur. Başka dillerde köpek kavramı başka sözcüklerle anlatılır. Daha önce de söylediğimiz gibi, sistemin içindeki bağıntılar dış gerçeklikten bağımsızdır. Köpek sözcüğü dil sistemi içinde bir ad olarak kullanılır ve bir ad olarak davranışı, diğer öğelerle bağıntıları, gerçeklikteki dört bacaklı hayvanla ilgili değildir. Sözcükler birer gösterge olduklarına göre, dil bir göstergeler sitemidir ve dış gerçeklikten bağımsız, kendi iç kurallarına göre işler (Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, s. 187, 188).

Dil bir göstergeler sistemiyse, acaba göstergeler birbirine nasıl bağlanarak sistemi meydana getirirler?

“… Dedik ki, göstergeler, bir kağıdın iki yüzü gibi gösteren ve gösterilenden oluşuyor. Bir ses birimi olarak ‘taş’ göstereni dış dünyadaki sert bir nesneyi değil, ‘taş’ kavramını gösteriyor. Taş ses birimi bu anlamı neye borçludur. Bu ses biriminde ona böyle bir anlam yükleyecek bir özellik mi var? Hayır, ona bu anlamı veren, gösterenin içinde var olan pozitif bir nitelik değil, yalnızca diğer gösterenlerle olan ayrılığıdır (vurgu bize aittir M.U.). Saussure’ün deyişiyle ‘sözcükte önemli olan sesin kendisi değildir, sözcüğü bütün öbür sözcüklerden ayırt etmemizi sağlayan ses ayrılıklarıdır.’… Taşa anlamını kazandıran onun ‘baş’, ‘kaş’, ‘taç’ gibi diğer göstergelerle karışmamasını sağlayan ses başkalığı olduğuna göre anlamı üreten dildir. Daha doğrusu dilin öğeleri arasındaki bağıntılar ve ayrılıklar sistemidir (vurgu bize aittir M.U.). İşte bu sözcükler keyfi olduğu için şu önemli sonuç çıkıyor. Gerçeklikle dil arasında (metafizikçilerin düşündüğünün aksine M.U.) doğal bir bağıntı yoktur, keyfi bir bağıntı vardır. Dili bilimsel bir şekilde eşzamanlı olarak incelemek istiyorsak onu dış dünyadan kopararak, bağımsız kapalı bir göstergeler sistemi olarak incelememiz gerekir (Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, s. 189, 190).

Saussure’ün dil-kavram ilişkisine ilişkin düşünceleri üzerine birkaç şey söyleyerek yazımızı  bitirmek istiyoruz.  Saussure’ündil-kavram ilişkisi anlayışında, bir toplumsal olgu olarak ele aldığı dil ile biyo-akıllarda bir nöron yapılanması olarak oluşan “kavram” ve “kavramlar sistemi” arasında bir bağlantı yoktur. Saussure, metafizik nesneleri kasdederek; “dilden önce kavramlar yoktur” demek suretiyle, dilin metafizikten arındırılması yolunda büyük bir adım atmıştır. Ancak, kavramlar ve kavramlar sistemi olarak “dış dünya” her şeyden önce biyo-akıllarımızın, maddi-biyolojik bir süreç olan “düşünme” hareketini  gerçekleştirmesi sonucunda aklımızda bir nöron yapılanması olarak kurulur. Bu nöron yapılanmaları, yine bedenlerimizin çeşitli sesler çıkarmaya uygun ses sisteminin maddi-biyolojik bir süreç olarak hareketiyle sözler haline getirilerek iletişilip toplumsallaşır. Bu nedenle, kavramlar, birer nöron yapılanması halinde dilden önce biyo-akıllarımızda mevcuttur. Eğer dil ile nöron yapılanmaları arasındaki bağlantıyı kurmazsak, dili, biyo-akılların ya da insanın dışında, insana yabancı, aşkın bir şey, kendinde bir şey, yani metafizik bir nesne olarak görürüz.

Saussure’ün çalışmalarının etkisi dilbilim ile sınırlı kalmamıştır. 20. yüzyılda ortaya çıkan ve felsefi olsun olmasın, her türlü söylemi dilsel bir yapıdan ibaret gören “yapısalcılık” adlı felsefe akımı da kaynağını ve dayanağını Saussure’ün düşüncelerinden almıştır.

Mehmet Uysal

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

3 Responses

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir