Direnmeyi Kutsallaştıran Bir Devrimci: Nasuh Mitap

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

                                                                                 Hakkı Zabcı

 

Bu yazı gecikmiş bir yazı. Oysa 5 Kasım 2017 günü Kırklareli’de düzenlenen anma toplantısına katıldım ve Nasuh’un mezarı başında onunla dertleşir gibi bir konuşma yaptım. Niyetim, o monoloğu yazıya dökmekti. Ama, hep düşündüm. Yazı yazıyoruz, okuyan var mı? Okuyan varsa, bunlar kim? Sen, ben, bizim oğlansa yazmanın bir kıymet-i harbiyesi olur mu? Kapalı devre yayın, insanı yazma eyleminden vazgeçiriyor. Hadi onu da es geçtik, okuyan varsa, onlara meramımızı anlatabiliyor muyuz ya da okur bizi anlayabiliyor mu? Ben bu endişeleri hep taşıdım.

Yakın arkadaşlarım “Nasuh bu endişelerinin dışındadır, yazmazsan söz uçar gider” dediler. Konuşmayı yazıya dökmeye çalışacağım. Yazıya anlamını değiştirmeyen bir takım eklemeler yaptım anlaşılır kılmak için. Ayrıca bir de EK koydum.

 

Nasuh,

Merhaba!

Üç yıl önceyi hatırlıyor musun? Seni İstanbul Gaziosmanpaşa’daki hastaneden almış, Devrimci-Yol pankartı ve flamaları ile slogan atarak Kırklareli’ne getirmiştik. Orada seni davetsiz devasa bir kalabalık bekliyordu. Pankartları yoktu, sloganları yoktu; ama bir sevgi yumağı olmuş, sana merhaba diyorlardı. Şimdi soracaksın: “Onlar niye yok burada?” diye. Bu bizim ayıbımız; biz hep yüzümüzü kendimize döndük, onlara ulaşmayı bir türlü beceremedik.

Sözgelimi, her sene senin için anma toplantıları yapılıyor; genellikle seni anlatıyoruz seni tanıyanlara, hep bildik şeyleri tekrarlayıp duruyoruz.

Oysa o anma toplantılarında halkın katılımlarıyla “forumlar” düzenlenemez miydi? Ülke sorunlarının ve çözüm yollarının tartışıldığı toplantılar yapılamaz mıydı? Yaşam birliği içinde olan halkın bizzat konuştuğu forumlar… Bu forumlara senin temsilcilerinin ve bilim adamlarının desteği ile olumlu sonuçlar alınamaz mıydı? Solun toplumsallaşmasına yönelik yollardan biri de bu değil miydi?

 Ve hastalığına hayıflanırdın, “Sokakta olmak varken, niye yataktayım?” derdin. O çaresizlik içinde, gençlerden bir şeyler beklerdin, ama biz onlara yabancı, onlar bize yabancı. Değişen dünya içinde değişen Türkiye’nin kapsamlı bir analizini yapmak gerekmez mi. Bu çok bilinmezli denklemi çözmeden politika üretilebilir mi?

 Hani derdin ya “Çok kötü bir süreçten geçiyoruz, biz yokuz, ehveni şer’e mahkûm olduk” diye.

***

Ben senin kadar dinlemesini bilen birini tanımadım. Ama, hastalığın ile birlikte, acelen varmış gibi, dinlemeyi bıraktın, başladın dur durak bilmeden konuşmaya.

Özellikle gençlerle sohbet etmeyi hep arzuladın. Bir seferinde, seninle tanışmak isteyen bir üniversite öğrencisi ile yorgun düşene dek tam üç saat konuşmuştun. Sen ona sorular sordun, o sana sorular sordu. Uzun uzadıya ve de heyecanla anlattın, anlattın, anlattın…

Evden çıktığımızda gence sordum, ne düşünüyorsun diye. Bana verdiği yanıt aynen şöyle olmuştu: “Nasuh Mitap, devrimci iradesi ile anti-emperyalist ve anti-faşist mücadelenin örgütleyici kurucusu ve yol gösterici lideridir.” Sonra gence döndüm, “Ama ona konuşmuyor, hep susuyor diyorlar” dediğimde, bana dönüp “Ona atfedilen suskunluk, toplum için büyük öneme sahip teslim olmama eyleminin ne olduğunu bilen, onu içselleştirmiş bir devrimcinin tarihe en büyük eleştirisidir.” demişti.

Aradan epeyce zaman geçti. 2014 yılı 3 Kasım’ı gösterdiğinde aramızdan ayrıldın, arkanda hiçbir yazı, hiçbir not bırakmadın. Suskunluğun üzerine yazılar yazıldı, konuşmalar yapıldı. Suskunluğunun bir erdem olduğunu söyleyenler, etik bir davranış olduğunu yazanlar oldu.

Dedin ya “Ben kamyonu devirdim, bir daha şoför koltuğuna oturmam” diye. Bu etik ve erdemli bir davranış olarak kabul edilmişti. Ben, sen aramızdayken de, sana, “Sen bu söylemi bir kamuflaj olarak deklere ediyorsun” demiştim. Sen, ses çıkarmamıştın, ama “Bundan sonra siyasette yürüyeceğim arkadaşları ben kendim seçerim, ama, bu işin asıl sahibi gençlerdir, biz ancak onlara maya olabiliriz.” yanıtını vermiştin bana. Bunu açık seçik açıklaman gerekmez miydi? Bunu yapmadığın için, kimileri, senin siyasetin dışında kalmak için böyle kamyon devirme gibi bir yol tutturduğunu söylemişlerdi. Halbuki, senin en önemli özelliklerinden biri her şart altında parazit yaşamdan kaçmak olmuştu. Diğer bir özelliğinde hayatın boyunca hiç adam kullanmaya kalkışmamıştın. Bunları düşünen yok da kamyon üzerine güzellemeler yapanlar var.

Konuştuğun üniversiteli gencin, seninle ilgili bana söylediklerini de temel alarak “Nasuh’un suskunluğu bir isyandır” diye bir yazı yazmıştım. Sen misin yazan! Başladılar atışlara… Yok “Şeyh uçmaz mürit uçurur” muş. Daha ileri gidenler de oldu. “Kamyonu devirip emekli olanların hareketin geleceği için söz söyleme hakkı yoktur” diye döktürenler de oldu. Bunlar hiç düşünmediler, senin Ankara Emniyeti DAL (Derin Araştırma Laboratuarı) işkence hanesinde, Mamak Askeri Cezaevi’nde Bursa Mahpushanesi’nde yaptıklarını ve yaşadıklarını…

12 Eylül faşist darbesi sonrası 1981 yılı Şubat-Mart aylarına girildiğinde, sizlerin İstanbul’da yakalanmasından sonra, yaygın olarak “Örgüt çöktü, dirensen ne olacak, direnmesen ne olacak” şeklindeki yılgınlık, teslimiyetin temelini oluşturuyordu. Tam o süreçte, sen, DAL polislerinin elde ettikleri bilgilerle tezgâha çekiliyordun. O tezgâhlardan birinin deşifresi, Mamak Askeri Cezaevi’nin C Bloklarında tiyatro sahnesi olarak oynanıyordu. Ufak tefek bir tutuklu arkadaş, sen oluyordun; iri yarı iki üç tanesi de işkenceci polis. Ve sana soruyorlar “Arabanın markası şu, plakası da şu, sen bize yerini söyleyeceksin”. Seni oynayan ufak tefek arkadaş da “O kadarını biliyorsanız, o zaman kendiniz bulun” diyor. Sonra bayılıyorsun, sesin kesiliyor, tezgâh bitiyor.

Bir başka tezgâhta, çok ağır işkence görüyorsun, hem de tehdit ediliyorsun, yine sen de çıt yok! Öldün diye hastane morguna gönderiliyorsun.

Bitmedi. Devrimci-Yol ana davası başlıyor, açlık grevi ve tek tip elbiseyi protesto için yapılan direniş ve Devrimci Yol Davası’nın ve mensuplarının bütünlüğünü savunmak için gösterdiğin hassasiyet… Sonra Bursa Cezaevi ve sonuçlanmadan tespit edilen tünel kazma girişimleri…

Hep derdin ya “Yenilgi bazen devrim niteliğindedir. Bu minvalde, mücadelenin devamı için sübjektif koşullar hep vardır; yeter ki sübjektif şartlar ile objektif şartları birleştirebilecek siyasi zekâ ve işlenebilecek bilgi olsun; bilgiyi işleyebilmek için de felsefi bir alt yapının olması gerek. Teslimiyet yenilgiden farklıdır.  Teslimiyette bunların hiçbirinden söz edilemez.”

 

Bütün bu sürece müdahil olan sade yurttaş, aynen şöyle diyordu: “Nasuh Mitap, faşizmin bütün karanlığı ile çöktüğü bir anda, topyekûn işkencesi ile tek bir söz alamadığı direniş abidesidir” diyerek, teslim olmamaya övgü diziyordu.

Direnmeyi bu kadar kutsallaştırmak, küçülmeyi getirmez mi dediğimizde sen “Direnmenin içselleştirilmediği kalabalıklar çok çabuk erir, bunu Türkiye’de yaşamıyor muyuz?” demiştin. Ve ilave etmiştin: “Direnmeyi de koşullara göre, sürekli güncellemek gerekir. Devrimci-Yol böyle kurulmuştu? Direnme, eylem içindeki eylemdir. Sistem ile barışık eylemlerin içinde hiç direniş olabilir mi? Direnme devrimci bir eylemdir.

Zaten gidişata müdahale şansın da yoktu. Hatta bir seferinde dememiş miydin? “Sahnedekileri indirip biz sahneye çıksak ne yapabiliriz ki?” Esas trajedi bu değil miydi?

Geleceğe yönelik yazdıklarımızın, söylediklerimizin haddi hesabı yok. Ama unutuyoruz, gelecek süratle bugün oluyor. Ve en önemlisi, söylediklerimizin eylemi gelecekte olmaz, yaşadığımız süreçte olur. Anlayacağın, söylediklerimizi eyleme dönüştüremiyoruz. Bu yok olmak anlamına gelmiyor mu?

                                                      ***

Suskunluğunun temelinde, bu süreçte yaşadıklarının rolü yok mu? Ve Mahir Çayan’dan, onu güncelleyerek, bir türlü vazgeçmeyen sen, liberalizme savrulan “sol” kesimin kuşatmasından kurtulup, emperyalizme karşı mücadeleyi esas alan arkadaşlarınla birlikte yalnızlaştırılmaktan çıkış arayışların, hastalıkla birlikte uçup gitti. Geride ne kaldı Devrimci Yol aşkından başka!

Biraz da iyi şeylerden söz edelim. Benim bildiğim bir tane Nasuh vardı, şimdi bakıyorum, birden fazla Nasuh var. Her siyasi grup, seni yanlarına oturtma çabasında. O zaman sana bir görev düşüyor: Bu grupları birleştirmek. Ama bana diyeceksin ki “öyle bir şey olsaydı ben de sahnede olurdum. Yapılanlar da ‘biraz da sen oyalan’ cinsinden bir şey. Sonuçta hiçbir şey değişmeyecek, kendi rotalarını kendilerinin çizeceği gençlikten gelecek değişiklik”.

Hoşça kal!..

 Hakkı ZABCI

 

EK

Bu konuşma içerikli yazıya bir ek yapmak istiyorum. Teslim olma ve olmama konularını halk nasıl anlıyor? 1980’lerin sonuna doğru, benim de içinde bulunduğum yaşanmış bir olay. Bu 3 Kasım 2013 tarihinde Anafikir’de “PONTECORVO” başlıklı yazıda “Düğünle Gelen Özür Borcu” alt başlığında yayınlanmıştı. İşte o yazı:

 

DÜĞÜNLE GELEN ÖZÜR BORCU

1980’li yılların sonu. Dışarıda cezaevi arkadaşlığının canlılığını yitirmediği yıllar. Bu arkadaşlardan birinin kardeşinin düğünü var.

“Gelin bir köy düğünü görürsünüz. Bizim köy başka köylere benzemez. Yeşilliktir, insanı cömerttir…” teklifi üzerine bir arabaya doluştuk, Tokat’ın kırsalına yollandık.

Düğün sahibi, arkadaşın babası karşıladı bizi. Çok sevecen bir adam, güleç yüzlü bir ihtiyar. Davul güm güm çalıyor.

Arkadaş, “Bizim düğün üç gün üç gece sürer” dedi. Çok sıcak bir atmosfer var.

İlk dikkatimizi çeken şey, yaşlısı genci Kızıldere türküleri mırıldanıyor. Güleç yüzlü yaşlı amca da öyle. Bu mırıltılardan cesaret alarak “Ben Mahir Çayan’la aynı dönemde Siyasal’da okudum” dedim. “Ya öyle mi?” dedi yaşlı adam umursamaz bir tavırla. Sonra, üstüme vazifeymiş gibi siyasetten, mücadeleden falan bahseder oldum. Güleç yüzlü adamın suratı asıldı. “Bak yeğenim” dedi. “Buraya geldiniz. Şeref verdiniz. Yiyin, için, keyfinize bakın, ama siyaset yapmayın” diye ilave etti. “Niye” dedim. “Sen Kızıldere türküsünü mırıldanıyorsun ama”. “Geri dur, Mahir’den bahsediyorsun uluorta. Mahir, Maltepe’de mi teslim oldu Kızıldere’de mi? Sizler teslim olmuş adamlarsınız. Biz sizin peşinizden gelmeyiz” diye karşılık verdi.

Çok bozulmuştuk. “Biz kaç arkadaşımızı kaybettik biliyor musun? Biz de faşizmin zindanlarına düşmedik mi? Ne yani, teslim olmamak ölmek mi demek?” diye arkadaşlarımızdan biri biraz da sert bir tonla isyan etti. “Oğlum” dedi yaşlı adam. “Teslim olmamak tabii ki ölmek değil. Teslim olmamak dik durmak demek, teslim olmamak demek ezilmemek demek. Teslim olmamak demek, mücadeleye devam etmek demek. Her neyse…

Neşemiz kaçmıştı, ertesi gün dönmeye karar verdik, düğünün devamını beklemeden. Oralı arkadaşımız “babam hazmedemiyor, üzüntüsünden böyle konuşuyor” diyerek bizi yatıştırmaya çalıştı. Biz kararımızdan dönmedik. Düğün sahibi yaşlı adam, yine güleç yüzüyle bizi yolculamaya geldi. Sırtımızı sıvazladı, ama kalın da demedi. Sadece “Bize, biz halka bir özür borcunuz var!” dedi.

Neydi bu “ÖZÜR BORCU”?

Unuttuğumuz, uzaklaştığımız bir şey miydi? Neydi?..    HZ

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

One Response

  1. Benim anladığım bu özür borcu, yenilginin nedenlerini sıraladıktan sonra özeleştiri yapıp siyasete artık elveda diyecekler tarafından yerine getirilmelidir. Yapabilirler mi? Yapılmazsa baypas edecek yepyeni anti biat kültürü içinde dinamik bir kadro-kitleyle yapılacaktır bu! ‘Özeleştiri’ anlayışlarımız farklı demek ki! Gelinen noktada Haziran ‘hareketi’ kendiliğinden bir özeleştiri çabası doğurmuş mu oluyor?! Özgürlük ve Dayanışma’yı diriltebilir miyiz? 2000 satan Demokrat Muhalefet dergisinden sonra…ki
    TBMM’ye protokol gidiyordu çoğu…
    Halka hesap verme bizim düsturumuzdu…Ne çabuk unutuldu, ne çabuk dejenere edildi? Neler neler deforme edilmedi ki? Neyse bizimkisi hasbihal. Senin yazın mücbir nedenlere bağlı bir yazı. Benim yazılarım genelde sağaltım amaçlı, seninse öğreticilik taşıyor, yol gösterici, yüzün geleceğe dönük. Kucaklıyorum bize insanlığı, evrenselliği gereğinde dik duruşu günlük yaşamın en küçük hücresinde de taşımayı ve direnmenin kutsallığını öğretenleri…. kucaklıyorum!
    Nâzım’ın dediği gibi “Mesele esir düşmekte değil- Teslim olmamakta bütün mesele”

    Not: Yazında Alime Abla’nın (MİTAP) birkaç resim çalışmasına daha yer verseydin iyi olurdu. Tarihe not düşütüğün bu yazında da
    nice devrimcinin ve bir halkın gönlünde taht kurmuş parazit yaşamı reddeden Nasuh Abi’yi bizlere tanıttığın için teşekkürler. Direnmenin abidesinin yeni bir yol açacağına inananlardanım. Öyle hoş, öyle sade!…

SERKAN YAMAN için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir