Dolaylı Paylaşım Savaşı Mı?

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Birinci ve İkinci Paylaşım savaşlarında dünyanın en büyük ülkeleri karşı cephelerde mevzilenerek, bütün güçlerini ortaya koyarak açıkça savaştılar. Bu savaşlarda ABD hariç savaşan ülkelerin şehirleri, limanları, hava alanları, fabrikaları, yolları vd. tahrip edildi. İki paylaşım savaşında da kazanan taraftaki ülkeler de tahrip edildi ve halkları da büyük zayiatlar verdi. Günümüzde bu iki savaşa benzeyen türden dünya savaşlarının olması beklenmemeli. Çünkü emperyalistler kendi ülkelerine de büyük zararlar verecek türden savaşlardan yana görünmüyorlar. Artık başka ülkelerde, eğitip-yönettikleri, silahlandırdıkları güçleri savaştırarak “dolaylı savaşlar”la üstünlük mücadelesi yapıyorlar (bu arada askeri, ekonomik, ticari vb. ambargolarla yürütülenleri de unutmayalım). Böylece ne çok ağır sonuçlar yaratma potansiyeline sahip nükleer vb. silahlar kullanılıyor ne de kaybeden taraf ağır sonuçlarla karşılaşıyor. Belli düzeyde sınırları çizilmiş bu dolaylı savaşlara –vekâlet savaşları da diyorlar- bazı hallerde büyük emperyalist güçler doğrudan da müdahil oluyorlar. Bu gelişme savaşın cereyan ettiği bölgenin ekonomik-stratejik önemine ya da siyasal beklentilere göre ortaya çıkıyor. Ortadoğu-Doğu Akdeniz bölgesinde gerçekleşen savaşlar büyük güçlerin doğrudan veya dolaylı olarak içinde yer aldığı mücadelelerdir. Bu bölgede ortaya çıkan savaşların sonuçları genellikle dünya siyasasında önemli değişiklikler yaratırken; savaşın tarafları üzerinde de büyük değişikliklere neden olmuştur.

1956’daki Süveyş bunalımı sırasında İngiltere ve Fransa’nın İsrail ile birlikte Mısır’a doğrudan saldırıları ve Kanal’ın işgali, Ortadoğu’daki en etkin emperyalist devlet olan Büyük Britanya’nın yerini ABD’ye kaptırmasıyla sonuçlandı. Bu savaşın bir başka sonucu da; bölgede Sovyetler Birliği’nin etkinliğinin artmasıdır.

1967’deki Arap- İsrail savaşında emperyalist devletler İsrail’in arkasında yer alırlarken; Sovyetler Birliği ise Mısır ile Suriye’nin destekçisi durumundaydı. Dünyanın o zamanki en büyük güçlerinin taktikleri, silahları sahada İsrail ve Araplar eliyle boy gösterdi. Bu dolaylı savaşın sonucunda görünüşte Araplar yenildi ama aslında Sovyetler Birliği’nin teknolojisi başta olmak üzere savaş taktikleri ve danışmanlıkları da başarısız oldu. Bu gelişme Sovyetler Birliği’nin emperyalist güçler karşısında o zamana kadar aldığı en önemli yenilgidir ve sonunu hazırlayan nedenlerden de biridir.

Saddam’ın Kuveyt’i işgal etmesini bahane eden Baba Bush’un Irak’a karşı giriştiği saldırı, ABD’nin küresel güç olmasının dünya kamuoyuna kabul ettirilmesi gibi bir sonuç yaratmakla kalmadı, Irak’ın kuzeyinde Barzani devletinin temelinin atılması sürecini de yarattı.

2003’de oğul Bush’un başlattığı Irak’ın işgaliyle bu ülke dağıtılıp yakılıp-yıkıldı. Sekiz yıl süren bu işgal sırasında milyonlarla ifade edilen insan öldü, yaralandı ve ülkesini terk etmek zorunda kaldı.

ABD, yirmi yıl içinde, Irak’a yönelik iki saldırısından ilkinde kürenin en büyük gücü olduğu kanısını insanların gözüne sokarcasına kabul ettirdi. İkincisinde ise ne kadar zalim, soyguncu ve talancı olduğunu gösterdi. Daha da önemlisi bu işgalle, bölgenin orta büyüklükteki ülkelerini etnik-mezhepsel farklılıklara göre parçalayarak kukla devletçiklerle bölmeyi politika haline getirdiği ortaya çıktı.

ABD bu yeni politikayı Kuzey Afrika’dan Güney Asya’ya kadar-Türkiye’nin de dâhil olduğu bölgede-uygulamaya koymaya başladı. BOP ve GBOP olarak adlandırılan bu yeni siyasayı “Arap Baharı” ismiyle önce Tunus, Libya ve Mısır’da uygulama sürecine soktu. Demokrasi ve özgürlük getirileceği iddiasıyla baskıdan bunalan halk kitlelerinin ayaklandırılmasıyla başlatılan bu süreç ülkeleri kaosa ve giderek içsavaşa sürüklüyordu. Tunus ve Mısır bir süre bu yeni planın içinde bocaladıktan sonra kendilerini bir ölçüde kurtardılar ama Libya perişan edildi. Afrika’nın zenginliklerine göz koyan Batılı emperyalistlerin saldırılarıyla Libya parçalanarak adeta ortaçağa sürüklendi. Libya’daki bu operasyona Rusya ve Çin’in BM’de göz yumması da ayrıca unutulmaması gereken bir konudur.

ABD’nin Irak’tan askerlerini çekmesinden sonra Suriye’nin karıştırılarak en başta İsrail’in rahatlatılması amaçlandı ve giderek bu ülkenin etnik-mezhepsel farklılıklara göre parçalanması gündeme getirildi. Bu planın uygulanmasında Suriye’deki etnik ve mezhebi örgütlenmelere görev verilirken; AKP iktidarı, Suudi Krallığı ve Körfez şeyhlikleri gibi dış güçler de aktifleştirildi.

1990’da Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra uzun bir süre Akdeniz’de etkili olamayan Rusya, Suriye’nin parçalanma sürecine sokulmasıyla birlikte bu bölgeyle ilgili sesini yükseltmeye başladı. Akdeniz’deki tek deniz üssü bu ülkede olan Rusya, Suriye yönetimine sahip çıkabilmek adına çeşitli faaliyetler içine girmekten kaçınmadı. Libya’nın parçalanmasına boyun eğen Rusya Esad yönetimini, İran’ı ve bu ülkenin Doğu Akdeniz’deki Hizbullah ayağını da yanına alarak Suriye’nin kaderinin tayininde söz sahibi olabilmek için harekete geçti. Suriye’deki deniz üssünün yanına bir de hava üssü ekleyen Rusya başlattığı bombalamalarla etkinlik alanını genişletme yolunu tercih etti.

Rusya’nın Suriye’ye çökmesinin önemli bir bahanesi de vardı. ABD ve İsrail’in yönlendirmesiyle oluşturulan cihatçı IŞİD’in Irak ve Suriye’de elde ettiği şehirler, büyük topraklar, petrol yatakları ve halktan sağladığı destek birçok ülke gibi Rusya’yı da rahatsız ediyordu. Daha doğrusu bu rahatsızlık görüntüsü büyük devletlerin işlerine geliyordu. Rusya Federasyonu içinde yaşayan Müslüman topluluklardan birçok savaşçının da IŞİD içinde yer alıyor olması bu ülkenin bölgeye gelmesinin başlıca nedeni olarak gösteriliyordu. Zaten bu Selefi örgüt bir yandan Batılı emperyalist devletlerin de Irak ve Suriye’ye yönelik hesaplarının örtüsü olarak kullanılırken; diğer yandan ABD’nin PYD’ye toprak kazandırmasının ve Irak’tan Akdeniz’e açılmasını istedikleri koridorun da gerekçesi oluyordu.

ABD öncülüğünde kurulan koalisyonun da Rusya öncülüğünde oluşturulan cephenin de hedefi aynı örgüt, IŞİD gösteriliyor. Her iki taraf da -nüansta farklılık olsa da- IŞİD’e karşı mücadeleyi esas aldıklarını iddia ederlerken; aslında kendi emperyal çıkarlarını gözetiyorlar ve bu çıkarlara uygun olarak bölgeyi düzenlemeye çalışıyorlar. Bölgede hangi devlete ve örgüte dayanarak politikalarını hayata geçirebileceklerinin hesabı içindeler.

Küresel boyutlu güçlerin (ABD ve Rusya başta olmak üzere), bölgesel düzeydeki güçler (AKP iktidarı, İran, Irak, Esad yönetimi, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri, PKK-PYD, Hizbullah, vd) havuzundan birilerini yanlarına alarak Ortadoğu’yu yeniden biçimlendirmeyi ve yönetmeyi amaçladıkları çok açık. IŞİD’e karşı savaş görüntüsü altında yürütülen bölgenin paylaşımı kavgası kızıştıkça daha tehlikeli bir hal almakta ve dolaylı mücadeleyi doğrudan itişmeye doğru zorlamaktadır. Bu giderek gerginleşen ilişkilerin sonunun nereye gideceğinin hiçbir garantisi yoktur.

Rusya’nın son zamanlarda Suriye’de güç gösterine başlaması, Doğu Akdeniz’e sürekli güç yığması, Hazar Denizi’nden ve Akdeniz’den füze fırlatması, sadece IŞİD’de karşı geliştirilen hareketler olarak tarif edilemez. Bu eylemler esasen bölgede hesabı olan diğer büyük güçlere karşı pazı şişirme anlamına da gelir. Bu tür güç gösterileri ister istemez Rusya ile askeri müttefiklik ilişkisi olmayan ülkeleri rahatsız eder ve yeni sorunların, saflaşmaların ortaya çıkmasına ortam hazırlar.

Rusya bu son ataklarıyla, tarihten gelen Akdeniz’e çıkma amacını gerçekleştirmeyi istediğini gösterdiği gibi, Türkiye’yi de baskılamaya çalışmaktadır. Rusya’nın Suriye’de Türkiye’ye yakın durmaya çalışan ve sahada önemli bir etkinliği de olmayan Türkmen güçlerine karşı giriştiği ağır saldırılar tarihi kökleri olan emperyal siyasayla da bağlantılıdır. Rusya’nın 19. Yüzyıl boyunca Osmanlı Avrupası’nda ve 20. yüzyıl başlarında Balkanlarda Türkiye’ye karşı giriştiği operasyonların farklı düzlemdeki bir benzerini bugünlerde Suriye üzerinden yapmaya çalıştığını söylemek yanlış olmaz. Bu arada AKP iktidarının Suriye krizi sürecinde ortaya koyduğu tamamen yanlış ve Türkiye aleyhine olan politikalar da Rusya’nın hareket alanını genişletmesine imkân tanıdı. Bu ülke, İran’ın Türkiye ile çok uzun yıllara dayanan tarihi rekabetlerini de kendi lehine kullanmakta başarılı olmaktadır. Rusya İran’ı da yanına alarak, ABD ile Suriye üzerinden giriştiği bilek güreşinde, AKP’nin mezhepçi politikalarını bahane ederek Türkiye’ye gözdağı vermeye çalışmaktadır.

Türkiye’nin bölgedeki gücü-etkisi Rusya-İran ittifakı tarafından yok edilirse bu durum tahminlerin ötesinde sonuçlar yaratır.

1-Türkiye’nin Suriye’deki ve Irak’taki Türkmenlerle ilişkisi kesilirse bu durum Türkmenleri tamamen etkisizleştirir ve hatta yok edilmelerine neden olur.

2- “Kürt koridoru”nu ABD ile de anlaşarak (ABD ve Rusya-İran ittifakı diğer konularda çatışsalar da “Kürt koridoru” işinde anlaşabilirler) istedikleri şekilde açarlar. O zaman bu koridoru Hatay üzerinden bile geçirmeye kalkışabilirler. (Bu şekilde açılacak bu koridor Kürtlerin değil orayı açan emperyal güçlerin olur.)

3-İran’daki Azerileri ve diğer unsurları daha kolay bir şekilde hizaya sokarlar.

4-Rusya Federasyonu’ndaki Müslüman ve Türki unsurları etkisizleştirirler.

5-Bu gelişmeler Orta Asya Türk devletlerinin bağımsızlığını ve Doğu Türkistan’daki Uygurları da olumsuz yönde etkiler.

Böylece önümüzdeki yüzyıl içinde ortaya çıkacağı iddia edilen “Türk sorunu” nu Çin’le birlikte çözmüş olurlar! Bu gelişme içimizdeki liberal solcuları ve hatta konjonktür gereği ulusalcı görünen Rusya muhiplerini de sevindirir.

Suriye’de yerinden-yurdundan edilmiş Türkiye sınırına sığınmış insanların (milliyeti Arap, Kürt veya Türkmen olması neyi değiştirir?) Rus uçaklarınca bombalanmasını neredeyse olumlu bulan bu insanların solculukla (ulusalcılık iddiasında olanlar da dahil) ilişkileri olabilir mi? Suriye’de Amerika’nın hiçbir işinin olamayacağını söylediğimiz gibi Rusya’nın orada ne işinin olduğunu da sorabilmeliyiz. Bir ülkedeki yönetimin dış güçlere dayanarak ayakta kalmasının meşru bir nedeni olabilir mi? Bir yabancı güce, üstelik bölgeyle ilgili hesabı olan bir dış güce yaslanarak ayakta kalmaya çalışan bir devlet ya da örgütün bağımsızlıkçılığından söz edilemez.

Türkiye’nin ne Rusya ile ne de başka bir güçle çatışma içine girmesi doğru bir politika değil elbette. Hele de AKP zihniyeti iktidarda iken Yayladağı’nda son yaşanılan türden çatışmalar ülkenin başına çok ciddi sorunlar açabilir. Ama bu durum uluslararası emperyal güçlerin ve onların uzantılarının Türkiye’nin üstüne çullanmalarını da haklı göstermez. Türkiye halkı herkese karşı, her şart altında-AKP gericiliğine ve Damat Mahmut Paşalara rağmen- hakkını ve hukukunu savunmak durumundadır. (*)

Devrimciler, halkın haklarını ve ülkenin bağımsızlığını her şartta savunurlar. Hiçbir koşul altında Tam Bağımsızlıkçılık’tan taviz verilemez.

 

(*) Marx, 4 Şubat 1878’de W. Liebknecht’e yazdığı mektupta, Mithad Paşa’nın karşısında yer alan Abdülhamid’in kız kardeşiyle evli olan Damat Mahmut Celaleddin Paşa’nın Rus işbirlikçisi olduğunu belirtir.

editor

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

2 Responses

  1. ABD’nin yarattığı Ortadoğu bataklığına Rusya balıklama daldı. Rusya Afganistan macerasını unutmuş gözüküyor. Ortadoğu ne İskenderler, ne Sezarlar gördü…
    ABD, Rusya ile Türkiye’yi kapıştırarak bu ülkelerin iyice yıpranmalarını bekliyor. Sonra Batı Asya’yı istediği gibi düzenler. Böyle bir durumda bu bölgede ABD’ye karşı çıkacak bir güç kalmamış olur.
    Bugünlerde hayatın garip bir cilvesine daha tanık oluyoruz: liberal solcularla ulusalcılık şampiyonluğu yapan sözde solcuların Rusya yandaşlığında anlaştıklarını görüyoruz.

  2. yazarımız durumu tam olarak vermiş.sadece 1967-2003 arası gelişimi ve emperyal ilişkiler biraz eksik kalmış gibi.şöyleki 1990 lı yıllarda cezayirin durumuna bakıldığında ortadoğunun şu an ki durumunun başlangıcını görürüz.o dönem cezayirde nerede ise %100 e yakın oranda latin emperyalizmi fransa eliyle etkinliği yürütüyordu.fakat cezayir sahrasında yeni petrol sahalarının ortaya çıkması işi değiştirdi ve cezayir kanlı iç savaşla yüzleşmek zorunda kaldı.FİS başlı başına bu savaşın tarafıydı ve anglo sakson emperyalizmin temsilcisi abd tarafından sonuna kadar destekleniyordu.o dönemlerde bu örgütün 5 liderinden 3 ünün abd miami de villaları olduğu çok sonraları ortaya çıkmıştı.sonuç fransa bu işte resmen geri adım atmak zorunda kalmış gelirin % 25 lik kısmını abd ye kaptırmıştı. oyun aynen arap-israil savaşındaki gibi oynanıyordu.nasıl ingiltere adı geçen dönemde abd nin dümen suyuna girdiyse fransa da girmeliydi.ama fransa dik başlılık yapıyordu latin emperyalizmi rövanş istiyordu.istediklerini ortadoğuda buldu kötüleşen ırak -abd ilşkileri fransanın yüzünü güldürmüş elf ve total ıraka tüm güçleri ile girmişti üstelik saddam Mitterrand ı seviyordu hatta madam zırt pırt ıraklarda geziyordu.nihayet fransa dolayısı ile latinler cezayir rövanşını almak üzereydi ki saddamın fevri hareketi(şimdi sanki birilerini hatırlatıyor) kuveyti işgal ediverdi.anglo-saksonların isteği bir gözdü iki göze birden sahip olmuşlardı.ve ırak savaşı patladı.(1.körfez savaşı).bu doğal olarak böyle kalmayacaktı şu fransızlar çok oluyordu ve abd nin dümen suyuna artık girmeliydiler.ikide bir yok natodan çıktım yok siyasi kanadına girdim işleri olmuyordu.böylece ırak fransa sayesinde topyekün temizlendi ve bildiğimiz bugünkü durum ortaya çıktı.bu sırada Mitterrandda seçimleri kaybedince muhafazakar sarkozy seçimin ertesi günü camp david ayakları ile bushların çiftliğinde 15 gün izaya çekildi ve nihayet fransa da dümen suyuna girdi ama bazı unsurlar kabul etmiyordu sonuç ruanda oldu.artık fransa kesin aynı ingiltere gibi abd nin dümen suyunda idi.işte size ortadoğunun çok ama çok kısa özeti

A.Karamanlıoğlu için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir