EMPERYALİZMİN GÜNCELLİĞİ II
JONGLÖR
Teori büyülü dünyadır. İnsanın aklını başından alır. Bunu en iyi teori ile uğraşanlar bilir. Okuyup yazan kişiye saygımız sonsuz. Üstelik yalnız bizim değil, bilinenin aksine bu saygı ülkemizde de yaygın bir eğilimdir. Okuyana saygı duyarız. Küçük yaşlardan itibaren hepimize okumanın, öğrenmenin erdemi ve fazileti anlatılır. Keşke bu olumlu eğilimin üzerinde yükselen daha güzel bir dünyayı kurabilseydik. Ama kolay değildir. Zira bu olumlu eğilime karşı koyan eğilimler de mevcuttur. Kültürün demokratikleştirilmesinden, halkın bağımsız düşünce ve sağduyu üretmesinden, bunları geliştirmesinden çıkarı olmayan çevreler her zaman var olmuştur. Bu çevreler, kimi zaman zor yoluyla, kimi zaman da hakikati çarpıtarak gerçekleri gizlemeyi, düşüncenin gelişmesini engellemeye çalışır.
Düşünmenin karmaşık bir ilişki olduğunu söyleyebiliriz. Her insan kendi ölçüsünde bir düşünürdür. Burada bunun ayrıntılarına girecek değilim. Ancak siyaset yapmanın topluca düşünmekle yakından ilgili olduğunu belirtmekle yetineceğim. Doğru bir siyasal önderlik, felsefî-ideolojik düzeyde, maddi olguları, kültürel bağlamı içinde süzerek şimdiki zamana ve geleceğe dair çıkarsamalar yapar. Bu çıkarsamalar iskeleti çatılmış bir eve benzer. Bunların alt düzeylere doğru tartıştırılarak indirilmesi ve her aşamada yanlış olanın düzeltilmesi, eksiklerin yerine konulması, nüansların ve geçişkenliklerin belirtilmesi gerekir. Orta düzeyde (siyasal planda) ise bu ideolojik-felsefî düzlemde çatılan düşüncelerin, aydınlar-yazarlar ve düşünce işçilerince işlevsel hale getirilerek ayrıntılandırılması, işlenmesi gerekir. En alt düzeyde, halk tabanında ise gerçekler maddi ilişkilerin gerçekliğine vurulur, arınır ve en önemlisi de sınanır. Halk düşünceyi sınar; onun gündelik yaşamdaki karşılıklarına bakar ve pratikleştirerek yoğunlaştırır. Mahallî kanaat önderleri, örneğin bir mahalle kahvesinde, bir işlikte, bir aile toplantısında bunun değerlendirmesini yapar. Yeni düşünceler harman olur. Bu harman tekrar yukarıya, ideolojik-felsefî düzeye çıkartılınca işte o düşüncenin meyveleri oluşur. Bu meyveler artık siyasal önderliğin elinde en olgun haline kavuşmak üzere tekrar seçilecek, elenecek ve mükemmelleştirilecektir.
Pekiyi, bizde ne oluyor? Bizde bir siyasal önderliğin yokluğundan kaynaklanan genel bir toplumsal “şaşkınlık” hali hâkim. Şaşkınlık diyorum zira mevcut durumu izah edecek daha gerçekçi bir sözcük bulamadım. Gündelik gelişmelerin yoğunluğu ve karmaşası içinde sağlıklı bilgiye dayanan yol gösterici değerlendirmelere ulaşmakta zorlanıyoruz. Birincisi, içinde yaşadığımız gerçekliğe ilişkin haber aldığımız kaynaklarımızın çoğu, kendi haberleşme ağımız olmadığından, onlarca filtreden geçiyor. Burada ne kadar doğru ve sıhhatli bilgiye ulaşabildiğimiz en baştan tartışmalıdır. İkincisi, yorumlar/değerlendirmelerin çoğu belirli çıkar merkezlerinin manüplasyonuna açık halde. Bu nedenle maddi olguyu görürken zorlanıyoruz. Siyasal önderliğin maddi olguları süzerek çıkaracağı ideolojik-felsefî düzeyden köklenen siyasal bir program olmadığından, somut olguları operasyonel hale getiremiyoruz. Bir başka deyişle, “maddi bir güç olacak şekilde fikirler” ortaya çıkmıyor. Düşünce süreci tamamlanamıyor. Düşünce eylemdir, bir çocuk bile bunu bilir. Düşünce sürecimiz tamamlanamadığı için ikili bir zorlukla yüz yüzeyiz; pratiğe müdahale edemiyoruz ve bunu yapacak araçları yaratamıyoruz.
Siyasal önderliğin olmayışı beraberinde bir “aydın sorununu” da getiriyor. Ortalıkta aydın-düşünce insanı kılığında dolaşan tuhaf bir zevat var. Bu arkadaşlar, ya iktidar çevrelerinin izin verdiği oranda düşünce serdediyor ya da onlara karşı olanların gücü ölçüsünde yayın yapabiliyor. Her iki durumda da halkın gerçek beklentileri ve özlemlerini yansıtacak bir seçenek ortaya çıkarılamamış oluyor. Siyasal önderlik, aydınları-düşünce insanlarını, maddi koşullarla alabildiğine ilişkiye geçirerek onların gerçek anlamda düşünebilmesini sağlar. Böylece düşüncenin diyalektiği somut olarak yaşama geçirilmiş olur. Mevcut maddi güç ilişkilerinin etrafında şekillenen omurgasız, silik, karaktersiz, korkak, beyni iğfal olmuş yahut çaresiz-zavallı aydın tiplerini herhangi bir devrimci hareketin etrafında köklenen gerçek aydınlardan kolayca ayırt edebilirsiniz.
Ülkemizdeki aydın tipolojisi süreç içerisinde çok ciddi bir dönüşüm geçirdi. Yaşadığımız coğrafyada sonuçları uzun yıllar boyunca hissedilecek köklü toplumsal çalkalanmalar, kırılmalar, işgaller, savaşlar yaşanırken, bizde adeta “jonglör” diyebileceğim bir aydın modeli ortaya çıktı. Ülkemizde siyasal rejim sorunu gündeme getirilir, komşularımız açık işgale uğrar, emperyalizm halkımızı eblehleştirecek ve sindirecek maddi koşulları yaratırken; bu arkadaşlar, çok soyut, çok “felsefî”, çok idealize tartışmalara daldılar. Bazıları, artık naiflikten mi yoksa gerçekten salaklıklarından mı bilemiyorum, göz göre göre AKP rejiminin ideolojik hegemonyasını kurarken kullandığı bir aparat işlevi gördüler. Ciddi ve köklü teorileri karikatürize ederek, mekanikleştirerek Türkiye nesnelliğine aynen uygulayabileceklerini, dahası uyguladıklarını sandılar. Bunların bir bölümü, Ergenekon adındaki NATO patentli operasyonu, askerî vesayetin daraltılarak “ceberrut devletin” sivil alanın üzerinden çekilmesinin olmazsa olmaz koşulu olarak görüp destek çıktılar. Kimin ne kadar “ceberrut” olduğu tartışması bir yana, liberal sosa batırılmış AB’ci reformizmin ülkemizdeki bu tuhaf destekçileri, bugün bile aynı eklektik, tutarsız ve acayip çizgilerini savunabiliyorlar. Liberalizmin asgari koşullarıyla uyuşmayan her tür hukuksuzluğu, her şeyden önce bir yurttaş olarak görmezlikten gelip, insanlar uydurma davalarla içeri atılırken koro halinde alkışlayan bu arkadaşlar, muhteşem teorik ucubeler ve zırvalar serdedeceklerine zahmet buyurup bu davaların artık külliyatı bulan kitaplarını okusalardı, aslında ne haltettiklerini belki anlayacaklardı. Gerçi bugün bile anladıklarını sanmıyoruz. Emperyalizmin Ortadoğu’daki çıkarlarını kollayacak bir “ileri karakolun” dönüştürülmesi sürecini hepimize “demokratikleşme” (hızını alamayan devrim vb…) diye yutturmaya çalışıp, özrü kabahatinden büyük bir “otoriterleşme” hezeyanıyla içinde kulaç attıkları bataklığı gül bahçesi gibi göstermeye çalışıyorlar.
Aslında, aklı başında herhangi bir yurttaşın bunu görmesi için çok fazla çaba ve bilgi gerekmez. Biraz ilgi, biraz merak… Ama diyoruz ya, etrafımızda jonglörler var. Dikkati sürekli gerçeğin kendisinden başka yöne çekip görmemizi istemedikleri şeyi “hokus pokus” marifetiyle yok ediveriyorlar. Bir siyasal önderliğin en önemli görevi tam da bu nedenle ideolojik mücadeledir. Ülkemizde halkın siyasal önderliğinin bulunmamasının getirdiği en büyük handikap, halkımızın ideolojik olarak savunmasız bırakılmasıdır. Bugün durum daha da böyledir. Dünün liberal görünümlü AKP’ci AB’ci jonglörleri, günümüzde bir başka müttefikleri olan Kürt siyasal hareketinin ve CHP’nin içine nüfuz ederek bir başka “demokratik” hokus pokus’çuluğa oynuyorlar. HDP’nin, AB tarzında düşünen (radikal demokrasi-Post Marksizm arasında salınan eklektik kimlikçi çizgisi) “aydınlarının” genç beyinleri nasıl iğfal ettiğine bir bakın. Bir yandan barış görüntüsü altında tehdit ve savaş tamtamları çalıp bir yandan Türkiye’yi NATO’ya ve AB’ye şikâyet eden bu arkadaşlar bir yandan da yeni yetme çocukları zehirleyip düpedüz liberal eblehlere dönüştürüyorlar. Bir başka tarafta da, kendi içindeki ve tabandaki cumhuriyetçi-antiemperyalist eğilimli öğeleri “ulusalcı” torbasına atıp ne idüğü belirsiz, eklektik politikalarla “yüksek siyasete yelken açan” CHP’li büyüklerimiz, aynı liberal turşunun benzerini sosyal demokrasi adına yiyor, demokratik devrim şiarını geminin bordasından atmaktan çekinmiyorlar.
Emperyalizm jonglörlerle yol alır. Bu dün de böyleydi, bugün de böyledir. Hele günümüzde o kadar çok jonglör var ki, insanlara doğru düzgün düşünmeyi öğretecek bir siyasal önderliğe her zamankinden çok ihtiyaç duyuyoruz. Aklı uyuşmuş kimseler düşünmeyi bilmez. Düşünmeyi bilmeyenler ise her duyduğuna inanır. Her duyduğumuza inanmayacak kadar düşünmeyi öğrenmek ve öğretmek durumundayız. Başka çıkış yolu görünmüyor.
Onur Aydemir