Kapitalizmin “kriz”lerinden söz edince ilk akla gelen ekonomik krizdir. Yalnız ekonomik krizler “şişede durdukları gibi durmaz”lar. “Biliyoruz ki iktisadi krizler, salt iktisadi krizler olarak kalmıyorlar; daha sonra toplumsal krize dönüşüyor ve ülkeleri asıl toplumsal kriz, hatta son aşamada da siyasal kriz olarak sarsıyorlar.” (Taner Timur, Kriz ve…, Toplum, İnsan, İdeoloji, Ekonomi s. 88, Tan Kitabevi Y. 2009)
19’uncu yüzyıl sonlarından başlayarak emperyalizm, dünyanın dört bir yanına mal ve sermaye şeklinde yayılmakla kalmadı siyasal, askeri ve ideolojik tahakküm kurmak amacıyla ulusal sınırları aştı. 20’inci yüzyıl başlarında dünyayı paylaşmaya kalkışan emperyalist devletler, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na yol açtılar. Milyonlarca insanın canına mal olan bu sömürgeci ve yağmacı savaştan dünyanın ilk devrimci sosyalist devleti, Sovyet Rusya ve hemen ardından da ilk milli kurtuluşçu devleti, Türkiye Cumhuriyeti doğdu.
Yeni girilen emperyalist kapitalizm çağında, Marx ve Engels’in rekabetçi kapitalizm döneminin proleter devrimi teorisinden gelişen Lenin’in kesintisiz devrim yaklaşımı içinde proleter devrimi teorisi pratikte gerçekleşirken, emperyalizmin açık işgali altındaki bir ülkede de milli güçlerin önderliğindeki ulusal bağımsızlık mücadelesi başarı sağlıyordu.
Bu gelişmelerin üzerinden çok geçmeden emperyalist-kapitalist dünya, sermaye piyasalarının çökmesiyle büyük bir ekonomik bunalımın içine düştü ve bunun sonucunda İkinci Emperyalist Yeniden Paylaşım Savaşı patladı. Bu savaştan sonra Sovyetler Birliği’nin desteğiyle Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalizm kuruldu ve bir kısım sömürge veya yarı-sömürge ülkede de ulusal kurtuluş hareketleri yükselişe geçti. Başta Çin, sonra Küba ve Vietnam gibi ülkelerin halkları bağımsızlıklarını kazandılar. Sosyalist ve ulusal bağımsızlıkçı ülkelerin ortaya çıkmasıyla dünyanın önemli bir kısmı emperyalizmin egemenliğinden kurtuldu ve böylece dünya kısmen özgür dönmeye başladı.
Emperyalist kapitalist sistem yapısı gereği zaman zaman şiddetlenen ekonomik krizler üretti. (*) Kapitalist sistem hayatta kaldığı sürece bu krizleri üretmeye devam edecek ve bunlar zaman zaman diğerlerinden daha da ağır şekilde seyredecek. Çünkü kapitalist üretim biçimi yapısı gereği kriz üretmekte, kendi içinde kriz potansiyeli taşımaktadır. Kapitalizmdeki bu kriz potansiyeli temelde üretim araçlarının özel mülkiyetiyle üretimin toplumsallaşması arasındaki çelişkiden kaynaklanmaktadır. Bu temel çelişki ortadan kaldırılmadan iktisadi krizler sürekli olacaktır ve dünyada milyonlarca insan işsiz kalmaya devam edecek, yoksulluk, açlık ve sefalet içinde yaşamlarını sürdüreceklerdir. Bu iktisadi krizler her seferinde yükselip sonra sönümlenerek sistem normalleşme yoluna girmeyecektir. Kapitalist sistemde işçinin ürettiği artı değere sermayedarın el koyması, kapitalizmin anarşik yapısı, sürekli adaletsizlik üretmesiyle ortaya çıkan iktisadi krizin toplumsal krize dönüşme potansiyeli taşıdığı anlamına da gelmektedir ve bu durum sonunda siyasal krizlerin patlamasına ortam hazırlamaktadır.
1970’ler dünya ekonomisi için oldukça zorlu yıllardı. Vietnam Halk Savaşı’nın ABD için yarattığı sorunlarla Bretton Woods sisteminin altın ve dolar merkezli sabit kur düzeni bozuldu. 1973-74’de birinci petrol krizi, 1979-80 ikinci petrol ve borç kriziyle oluşan enflasyon ve durgunluğa karşı Keynezyen politikalar yeterli yanıtı veremedi. 1970’li yılların ortalarında Avrupa ülkelerinde işsiz sayısı 18 milyona, ABD’de 13 milyona ulaştı. Emperyalist ülkelerin yaşadığı bu bunalımlı dönemin ortaya çıkışında 1968 Devrimci Hareketinin yarattığı etkinin de gözardı edilmemesi gerekir. Bu hareketinin yenilgisinden sonra iktisat alanında da gerici, tutucu fikirler ön plana çıkıyordu. Keynezyen ekonomi politikalarına karşı monetarizmi savunan Milton Friedman, sosyalist merkezi planlamaya, kapitalist ülkelerde kamusal harcama ve yatırımlara karşı olan ve serbest piyasacılığı savunan F. A. von Hayek gibi ekonomistler öne çıkmaya başladılar.
1979’da İngiltere’de iktidara gelen Thatcher ve ABD’de Reagan yönetimleri emperyalist kapitalizmin içine düştüğü bu bunalımdan çıkabilmek için Keynesçi müdahale yöntemlerinin bir kenara bırakılmasını ve serbest piyasacılığı esas alan ekonomi politikalarının öne çıkarılmasını savunmaya başladılar. (**) Bu iktisat politikalarına göre içeride, kamu harcamaları kısılacak, refah devleti politikaları bırakılacak, kamu iktisadi kuruluşları özelleştirilecek, özel sektör üzerindeki kamu denetimleri hafifletilecekti. Bu neo-liberal politikaların uluslararası düzeydeki yansımaları, uluslararası sermaye hareketleri üzerindeki denetimlerin azaltılması ve ticaret üzerindeki sınırlamaların hafifletilmesi şeklinde olacaktı. (Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, s. 263, Türkiye İş Bankası Y. 2021)
İkinci Emperyalist Yeniden Paylaşım Savaşı’ndan sonra, az gelişmiş ülkelerde (dışa bağımlı) ithal ikamesi yoluyla sanayileşme modeli benimsenmişti. Emperyalist kapitalist ülkelerde piyasacı politikalar ağırlık kazanmaya başlayınca, iktisadi olarak bu gelişmiş ülkelere bağımlı olan az gelişmiş ülkelerin izledikleri politikalar da en başta bu bağımlılık ilişkilerinden dolayı değişmeye başladı. Bu değişme, “Washington Konsensüsü” olarak anılan, ABD ve diğer G-7 ülkelerince benimsenen IMF, Dünya Bankası ve WTO (Dünya Ticaret Örgütü) tarafından dünyaya dayatılan neo-liberal ekonomi politikaları doğrultusunda oldu. Bu politikalar, söz konusu emperyal örgütlerin “standart paketi” hâline getirilerek bütün yarı sömürge ülkelerin önüne sürülmekteydi. Bu standart paketten, ithal ikamesinin korumacılığını ve devlet müdahaleciliğini bırakarak piyasa mekanizmasını benimsemeleri ve ekonomilerini-pazarlarını dışa açmaları istekleri çıkıyordu. Bu geri kalmış ülkeler emperyalist sermayeye olan bağımlılıklarının ve yaşadıkları krizlerin de etkisiyle IMF ve diğer yabancı finans kuruluşlarının piyasacı politikaları benimsemeleri yönündeki baskılarına karşı duramadılar.
Bu arada gelişmekte olan bazı ülkeler sözü geçen baskılara karşı direnç gösterebiliyorlardı. Bunların en büyüğü olan Çin siyasal bağımsızlığını elde ettikten sonra ekonomik bağımsızlığını da emperyalistlerin sıkıştırmalarına rağmen önemli ölçüde korumuş, sanayileşme sürecinde devletçiliğin ağırlığını sağlayabilmişti. 1980’lerden itibaren Asya’nın iki büyük devi Çin ve Hindistan ihracata yönelik sanayileşme stratejisini devlet müdahaleciliğiyle birleştirerek, yüksek tasarruf ve yatırım sağladılar ve yüksek büyüme oranlarına ulaştılar. (Ş. Pamuk, s. 264-265)
***
1945’ten-1970’lere kadar geçen sürede, dünya ekonomisi ve gelişen ülkeler kısmen istikrarlı, az dalgalı bir büyüme dönemi yaşadılar. Bu yıllarda sosyalist ülkeler ve gelişen ülkelerin büyük bir bölümü, Japonya gibi çok hızlı büyüyen ülkelerin dışındaki kapitalist ülkeler, yıllık kişi başına gelirde yüzde 3’e yakın büyüdüler. Aynı dönemde dünya ekonomisinde kişi başı gelirin artış hızı ise yılda yüzde 2.6 kadardı. “Buna karşılık, neo-liberal politikaların yürürlükte olduğu 1980 sonrası dönemde, gelişmiş ve özellikle de gelişen ülkeler sık sık iktisadi dalgalanmalarla karşı karşıya kaldılar. 1980-2010 döneminde dünya ekonomisinde kişi başı gelirin ortalama artış hızı yılda yüzde 2 oldu.” ( Ş. Pamuk, s. 301)
Ancak neo-liberal politikaların uygulandığı dönemde bu ortalama değerlerin gerisinde büyük bir farklılaşma yatmaktaydı. Büyüme hızları yönünden “hem gelişmiş ülkelerle hem de gelişen ülkeler arasında büyük ayrışmalar ortaya çıktı. Bazı ülkelerde kişi başına gelir çok düşük hızlarla artarken veya hemen hiç artmazken, diğerleri çok yüksek büyüme hızlarına ulaşabildi.” (Age, s. 301)
Fakat bu genel ortalama oranı yanıltmamalı, örneğin devlet sektörünün ve korumacılığın ağırlıklı olduğu Çin’in bu yıllar arasındaki kişi başına yıllık gelir ortalaması yüzde 6.7 iken neoliberal ekonomi politikalarının uygulandığı ABD’nin, Japonya’nın ve diğer gelişmiş ülkelerin yıllık ortalamaları yüzde 1.7’dir. Hindistan’da bu oran yüzde 4.2 iken Türkiye’nin kişi başına gelir ortalaması yüzde 2.4’dür. (Age)
Neo-liberalizmin acımasızca uygulandığı Latin Amerika, Afrika ve Ortadoğu’daki ülkelerin ortalama büyüme hızlarının ise yılda yüzde 1 ve altında seyretmiş olması neo-liberal politikaların en çok geri bıraktırılmış ülkeleri vurduğunun somut göstergesidir.
Diğer yandan bu dönemde, dünyada uygulanan neo-liberal politikaların ana unsurlarından biri olan özelleştirmeler yoluyla özellikle geri kalmış ülkeler, işçi sınıfları ve diğer emekçi kesimler daha fazla fakirleştirilirken, devletin mülklerine çöken rantiyeler ve mafyalar ülkelerin sırtından zenginleştiler.
Neo-liberal politikalar, dünyada eski döneme göre sadece ekonomik yönden daha olumsuz sonuçlar oluşturmadı, siyasal olarak da önemli olumsuzluklara ortam hazırladı. Doğu Bloku’nun dağılmasında oynadığı rolden başka, Batı sisteminde de yeni gelişmelere neden oldu. ABD, Avrupa ve bunların etki alanları içinde yer alan ülkelerde “yeni sağ” rüzgârların esmesinde etkin rol oynadı. Neo-liberal politikalar, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki “merkezci rasyonel” siyasal eğilimleri, merkez sağ ve merkez sol da denilen “eski” siyasal akımları hırpaladı ve bunların yerini alacak ya da etkinliklerini zayıflatacak olan dinci, etnik-ırkçı, neo-faşist ve muhafazakâr akımların canlanmalarının koşullarını oluşturdu. 19’uncu yüzyılın liberal ideolojisinin yerini alan emperyalizm, neo-liberal politikalarla birlikte daha da gericileşerek “merkezci mutabakat”ı etkisizleştirdi, dünyayı daha eşitliksiz, anti-demokratik, yoz ve faşizan bir ortama sürükledi.
Ana siyasetlerini “Soğuk Savaş” üzerinden kuran siyasal rejimler, Doğu Bloku’nun dağılması üzerine büyük bir boşluğun içine düştüler. Özellikle Avrupa’daki merkez sağ partilerin İkinci Emperyalist Yeniden Paylaşım Savaşı’ndan bu yana izledikleri siyasetleri boşa çıkmış oldu. Fransa’da de Gaulle’cüler, İtalya’da Hıristiyan Demokrasi, Almanya’da Hıristiyan-Demokratik Birlik Partileri siyaseten ve örgütsel olarak parçalandılar, hizipleştiler. Bu durumun ortaya çıkmasında Doğu Bloku’nun dağılması kadar neo-liberalizmin toplumlarda yarattığı sarsıntıların da etkisi oldu. Sağ da daha sağa kayıyordu.
Batıdaki merkez sol, sosyal demokrat ve Komünist Partiler de 1990’lı yıllarda bunalıma girdiler. Bu olumsuzluğun doğmasında, Sovyetler Birliği ve SBKP’nin çöküşünden başka, bu partilerin kendi ülkelerinin halkına iktidar oldukları takdirde daha eşitlikçi, daha demokratik ve daha fazla sosyal hukuk düzeni kurabileceklerine dair güven verememeleri etkili oldu. Bu yıllarda ideolojik olarak bunalım yaşamaya başlayan Batılı ülkelerdeki sol partilere ve sendikalara işçi sınıfları da yüz çevirdiler.
Bu dönemde, 1960 ve 1970’’lerdeki gibi bir varlık göstermeyen yeni sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketleri de halk kitlelerinden eskisi gibi destek bulamıyorlardı. Latin Amerika’da görülen siyasal yükselişler ise kalıcı olamadı, halkların sorunlarına esaslı çözümler üretemediler ve bu yüzden çoğu saman alevi gibi geldi gitti. Toplumda yaratılan hayal kırıklıkları, güven bunalımları çoğunlukla giderilemedi. Latin Amerika ülkelerinde yaşanan bu olumsuzluklarda; karşı-devrim hareketlerinin rolünün yanı sıra, ABD emperyalizminin ekonomik-ticari ambargo, istihbari operasyon ve askeri saldırılarının etkilerini de unutmamak gerekir.
Bu arada başarısızlığın suçunu kendilerinde aramak yerine solda-sosyalizmde aramaya kalkışan “liberal solcular” da türedi ve devrimci sola, sosyalizme en büyük zararı da bunlar verdiler. Bu dönemdeki devrimci-sosyalist hareketlerin çoğu, emperyalist hegemonyaya son vererek bağımsızlıkçı devrimci demokrasiyi, kapitalist sömürü düzeninin yerine sosyalizmi kurma konusunda halk kitlelerine gerekli güveni veremediler. Bu durumda halk kitleleri, yeterli güçten yoksun sol hareketler, ilerici-devrimci partiler yerine, gidişatın daha da kötüye gitmesini önlemek adına, ehven-i şer olarak gördükleri sosyal demokrat, merkez solcu vb. siyasi partilere destek vermeye başladılar. Türkiye’de de gelişmeler bu yönde seyretti.
Sovyetler Birliği’nin Yıkılışı “Tarihin Sonu” muydu?
Bütün dünyada gericilik ve yozlaştırma rüzgârı estiren neo-liberalizm, Sovyetler Birliği’nin yıkımında da rol oynadı. 1979’da Afganistan’a girerek saplandığı bataklıktan on yıl sonra yenilgiyle çıkan Sovyetler Birliği’nin 30-40 yıldır devrimci sosyalizmden sapmanın yarattığı sorunların üstüne neo-liberalizmin etkileri de eklendi. Gorbaçov, “zamanın ruhu”nun etkisine kapılarak Sovyetleri, Glastnost (açıklık) ve Perestroyka (yeniden yapılandırma) “reform”larıyla liberalize etmeye kalkıştı. Batı, SSCB ve Varşova Paktı’nı dağıtmak için Yeşil Kuşak teorisiyle dinsel ögeleri öne çıkardı, gerçek mi sanal mı olduğu hala tartışılan Yıldız Savaşları projesiyle de teknolojiyi kullandı. ABD emperyalizminin bu girişimleri sosyalist sistemin çökertilmesinde etkili oldu ve 1989’da Varşova Paktı, ardından 1991’de de SSCB dağıldı. Böylece Yalta antlaşması ve Brejnev doktrini de sona ermiş oldu. İki yıl içinde Sovyetler Birliği Komünist Partisi dağıldı ve SSCB’ni oluşturan 15 cumhuriyet birlikten ayrıldı.(***)
Bu gelişmeler üzerine ABD, 1990’larda tek kutuplu hale gelen dünyada rakipsiz hale geldi. Soğuk Savaş’ın bittiği bu dönemde siyaset bilimci F. Fukuyama bilinen meşhur makalesini yazdı: “Tarihin Sonu Mu?” Makalede savunduğu görüşe göre, serbest piyasa ekonomisi ve liberal demokrasiyle dünya arasındaki engel ortadan kalkmıştı. Liberal kapitalizm büyük bir zafer kazanmış gibi gösterildi, aklı başında görünen birçok insan da bu yanılgıyı doğrudan ya da dolaylı biçimlerde savundu. Bu fikri savunanlarda ilk sendelemeler, 1997 Asya, 1998 Rusya ve ardından da 2001 ve en önemlisi de 2008’de ABD’de patlak veren krizler nedeniyle oldu.
Sovyetlerin dağılması ve ABD emperyalizminin dünyanın hâkimi olarak göründüğü bu dönemde sosyalizme ağır saldırılar yapıldı. Sosyalizmin sadece sistemsel olarak değil, siyaseten ve ideolojik olarak da bittiğini, kapitalizmin sonsuza kadar kazandığını ilan eden demagoglar türedi.
Ancak bu erken konuşan “düşünür”, akademisyen ve çevrelerin bir kısmı, neo-liberalizmin tökezlemeye başlaması ve siyasal gericiliğin Batı’da da yükselmesi üzerine, kapitalizmin dünyanın geleceği olduğuna inanmamaya, aksine yeni sömürgeci, talancı ve savaşçı politikalarıyla dünyayı giderek daha da içinden çıkılmaz ortamlara sürüklediğini görmeye başladılar. ABD ve müttefiklerinin petrol, pazar ve dünyaya hakimiyet uğruna, türlü yalanlar uydurarak, 2003 yılında giriştikleri Irak işgalinde 1.5 milyon insanı öldürmeleri, şehirleri bombalarla yakıp-yıkmaları, ülkeyi etnik ve mezhepsel olarak bölmeleri, Yugoslavya’yı parçalamak için çıkartılan içsavaşta yapılan katliamlar, Libya’yı içsavaşa ve bölünmeye sürükleyen BM ve NATO kaynaklı saldırılar, Ortadoğu ve Doğu Avrupa’da yaratılan “renkli devrimler” ve “bahar” hareketlerinin sonucunda siyasal ve dinsel gericiliğin birçok ülkeye hâkim olması, bir kısım kapitalist düşünürün “tarihin sonu” dedikleri şeyin aslında dünyanın sonuna gidiş olduğunun ortaya çıkmasıydı. Günümüzde Ukrayna çıkarılan savaşın temelinde de bu gerici görüş ve politikalar yatmıyor mu?
30-40 sene boyunca demokrasiyi kovan neo-liberalizm, sadece yarı-sömürge ülkelerin başına bela olmadı, kapitalist ülkelerde de finans kapital halkın iradesinin önüne geçti. Vaat edilen dünya cennetinin yerini düşen refah, artan işsizlik, yükselen enflasyon, büyüyen eşitsizlik ve yoksulluk aldı. Ekonomik büyüme yavaşlarken zenginler daha zengin, yoksullar daha yoksul oldular. Ücretler gerçekte geriledi, borsa ve döviz yükselişe geçti, gelir ve refah “tabana yayılmak” yerine en tepedeki küçük bir azınlığın elinde yoğunlaştı.
1980-2016 arasında, yani neo-liberal politikaların belirleyici olduğu dönemde, dünya nüfusunun en tepesindeki %10’luk en zengin kesimin gelirdeki payı, neredeyse her yerde, farklı hızlarda arttı. Gelir eşitsizliği büyüdü. (Facundo Alvaredo, Thomas Pıketty, …, Dünyada Eşitsizlik Raporu, s. 6, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları)
İngiliz yardım kuruluşu Oxfam’a göre, 2017 yılında, dünyada yaratılan servetin yüzde 82’lik bölümü nüfusun en zengin yüzde 1’lik kesiminin eline geçti. (BBC, 22 Ocak 2018)
Daha geniş bir perspektiften bakınca, dünyada zengin azınlığın daha zengin olmasında, uygulanan neo-liberal politikaların yanı sıra eşitlikçi sistemin (sosyalizmin) çöküşünün de etkisinin olduğunu belirtmek gerekir.
Devam edecek
(*)Türkiye’de Cumhuriyet’tin kuruluşundan 2009’a kadar geçen sürede beş önemli (1929-32, 1958-61, 1978-83, 1998-2001, 2007-2009) kriz yaşandı. Ekonomiyi derinden sarsan ve önemli ekonomik dönüşümlere yol açan bu krizlerden ve durgunluktan başka, göreli daha kısa süreli ve daha az etkili krizler de (1969-70, 1988-1989, 1991 ve 1994) yaşandı. “… serbestleşme-küreselleşme sürecini yaşadığımız son çeyrek yüzyılın (1980-2007) yaklaşık %90’ı kriz yıllarıdır.” (Gülten Kazgan, Türkiye Ekonomisinde Krizler (1929-2001), s. 1, İst. Bilgi Ünv. Y. 2008)
(**)Prof. Dr. Bilsay Kuruç, 28 Mart 2022’de Cumhuriyet Gazetesi’nde, Thatcher’ın emperyalizmin yeni politikasına yaptığı eşsiz hizmeti pek güzel anlatıyor:
“Şimdi… 1980’ler İngilteresi’ne gelelim. Orayı bir İngiliz Teyze yönetiyor: Madam Thatcher. Tory partisinin başkanı ve başbakan. İşe başlayınca önce ayağının tozuyla büyük madenci direnişini kırdı ve sermaye sınıfından ‘Aferin’ ve ‘Demir Leydi’ unvanını aldı. Sonra, topluma dönerek ‘Toplum diye bir şey yoktur!’ (There is no such thing as society) dedi. Bunu iktisat diline çevirirsek, şunu söylüyordu: ‘Size artık deflasyon vereceğiz. Tadından yiyemeyeceksiniz. Fiyat artışlarını iyice yavaşlatacağız. Ücret artışlarınız elbette bunun altında seyredecek. Buna deflasyon derler. Ayrıca, artık öyle sendika, toplusözleşme, verimliliğe göre ücret, dayanışma ücreti gibi ‘ayıp şeyler’ istemeyin. Parasız eğitim, sağlık gibi sözler duymayayım. İş güvencesi veremem. İşsizlik yaşamanın ‘fıtratı’nda var. İş bulan çalışır. Ücreti yetersiz bulunca borçlanacaksınız. Size borçlanma hakkı veriyorum. Çünkü artık borçlanarak yaşayacaksınız. Borcunuzu da ücretinizden ödeyeceksiniz. Ekonomide ‘altın standardı’nın son şeklini 1971’de Nixon Abim yürürlükten kaldırdığı için, kapitalizmin yönetiminde esas ‘altın kural’ olan ‘deflasyon standardı’nı biraz gecikerek artık başlatabiliyoruz. Dünya kapitalizmine kutlu olsun.’
…
Emeği bağlayıp sermayeyi tamamen serbest bırakan model 1990’larla birlikte Amerika’da geliştirildi ve dünyaya yayıldı, yerleşti.”
(***)Sovyetler Birliği’nin çöküşüne karşın dünyada sosyalist ülkelerin tümü dağılmadı. Doğu Asya’da; Çin Halk Cumhuriyeti ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Güney Doğu Asya’da; Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti ve Laos Demokratik Cumhuriyeti, Latin Amerika’da; Küba Cumhuriyeti sosyalist ülkeler olarak varlıklarını sürdürdüler…