Emperyalizmin Türkiye’yi Ele Geçirme Süreci…

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Türkiye’yi ABD emperyalizminin ele geçirme sürecini ve bu süreç boyunca ülkede yaşanan

tarihi gerçekleri anlatmaya çalışacağım bu yazı dizisinin uzun süreceğini şimdiden belirtmeliyim.

 

ÖNSÖZ

Türkiye ve Ortadoğu ile ilgili yapılacak bütün tahlillerde, İkinci Yeniden Paylaşım Savaşı’ndan itibaren bu bölgede ABD’nin çok önemli bir etkinlik elde ettiği, en önemli hegemonik güç olduğu tartışılmaz bir gerçekliktir. Ekonomik, politik, askeri ve ideolojik yönlerden bölge ülkelerini etkisi altına aldığı tartışmasız bir vakıadır. Bütünlüklü bir bakışla Türkiye’nin, ABD’nin yanı sıra diğer emperyalist ülkelerle, bölge ülkeleri ve Sovyetler Birliği ile gelişen ilişkilerini, çatışmalarını da ele alacağımız bu yazı dizisinde hiç şüphesiz iç dinamiklerin süreç üzerindeki önemli etkisinden de bahsedeceğiz.

Bu yazı dizisinin belki de en önemli amacı, bilgilerinizi tazelemenin yanı sıra, siyasal, toplumsal ve hatta ideolojik değerlendirmeler yaparken tarih bilincinin ne kadar önemli olduğunun altını çizmektir. Herkes Marx’ı, Lenin’i okuyabilir, onların görüşlerini büyük ölçüde anlaya da bilir. Ama bu görüşlerin ışığında ülke gerçeklerini ele alırken tarih bilincinden yoksun bir şekilde değerlendirme yaparsanız vardığınız teorik sonuçların ayaklarının bu topraklara basmadığını görürsünüz. Teorinin bu ülkenin gerçekliğinden beslenmemesi, halkın ilerici değerlerinde hayat bulmaması halinde ise günümüzde çokça rastladığımız gibi özellikle sağa ve “sol”a savrulmalar kaçınılmaz olur. Türkiye halkını tanıyabilmek ve sorunlarını kavrayabilmek için her şeyden önce onun tarihini bilmek ve derinlemesine anlamak gerekir. Toplumsal yapıyı tahlil edebilmek, insan unsurunu kavrayabilmek ve çözüm üretebilmek de büyük ölçüde buna bağlıdır.

Önemli gördüğüm bazı gelişmelerle ilgili değerlendirmeleri geniş tutarsam veya daha iyi anlaşılması için bazı gelişmeler ve tezlerle ilgili uzun alıntılar yapmak zorunda kalırsam şimdiden affınızı dilerim. Maksadım anlatmak istediklerimin daha iyi ve kolay anlaşılmasını sağlamaktır.

Bu yazı boyunca kullanacağım kavramların anlamları devrimci mücadele sürecimiz içinde kabul gören anlamlarla uyum içinde olacaktır. Elbette ki yeni gelişmeleri, koşullardaki değişiklikleri dikkate almaya çalışacağım ama kavramlarımıza sahip çıkan bir anlayışı da terk etmeyeceğim. Gelişmeleri, tarihsel gerçekleri ve olguları açıklamaya çalışırken bunları en doğru ve anlaşılır şekilde izah edebilecek kavramları kullanmaya gayret edeceğim. Örneğin, birçok kitapta 1914 ile 1918 arasında cereyan eden büyük savaşa Birinci Dünya Savaşı dendiğini hepimiz biliyoruz. Ama bu yazıda sözünü ettiğim savaşın içeriğine daha uygun olduğunu düşündüğüm ve devrimci geçmişimizdeki kullanılışını da esas aldığım için “Birinci Paylaşım Savaşı” şeklinde kullanmayı tercih ettim. İkincisi için de “İkinci Yeniden Paylaşım Savaşı” ifadesini kullandım.

GİRİŞ

Emperyalistler arasında meydana gelen paylaşım savaşlarının taraflarını harekete geçiren ana etkenlerin temelinde kapitalist toplumun eşitsiz gelişme yasası yatar.

Meta üretiminin özü gereği ortaya çıkan eşit olmayan gelişme, kapitalizmin bütün aşamalarında görülür. Ama meta üretiminin gelişmesi en yüksek aşamasına, işgücünün bir meta haline geldiği düzeye kapitalizmde ulaştığı gibi, eşit olmayan gelişme yasası da kapitalizmin en yüksek aşamasında, yani emperyalizm aşamasında devrimin ana etkenlerinden biri haline gelir. (G. Thomson, Mars’tan Mao Zedung’a Devrimci Diyalektik Üzerine, S.83-84.)

Kapitalizmde eşit olmayan gelişme fikrinin ilk nüvesi Marx’da görülür. Ama eşitsiz gelişme yasasını derinliğine kavrayıp teorileştiren Lenin’dir. Bu yasa, gelişmenin eşitsizliği emperyalizmin içinde durmaksızın işlemektedir. Marxizm-Leninizmin kilit kavramlarından olan Eşit Olmayan Gelişme Yasası, sadece ekonomik ve toplumsal alanlarla ilgili değil, politik ve kültürel üstyapısal olanlar dâhil, bütün alanlar için geçerlidir. Belirli süreler için diğer yasaları etkisi altına alma potansiyeline sahiptir. Bu yasa kapitalist-emperyalizmin yapısının açıklanmasında ve onun krizlerinin aldığı biçimlerinin belirlenmesinde önemli bir konuma sahiptir. (Henri Lefebre, V.İ.Lenin’in Hayatı ve Filozofik, Ekonomik, Politik Düşüncesi II, S.358, 359, 361.)

Emperyalist güçlerin pazar, toprak, yer altı ve yer üstü kaynakları, hammadde, vb. üzerinde birbirleriyle durmaksızın mücadele içinde oldukları ve bu bitmek bilmeyen mücadelenin gizli veya açık şekillerde sürdürüldüğü tarihi bir gerçektir. Paylaşım çeşitli alanlarda tamamlanmış gibi görünse de gelişen kapitalist güçler bölüşümün yeniden yapılmasını zorlarlar. Ne şirketler ne de emperyalist devletler paralel ve bir birini takip eden bir düzen içerisinde gelişme veya kriz anlarında gerileme içindedirler. Ani sıçramaların da görüldüğü bu anarşik durum gelişmelere bağlı olarak savaşlar da dâhil çeşitli çatışmalı sonuçların doğmasına neden olur.

“Kapitalizm, üretim araçlarının ve, unutulmasın üretimdeki anarşinin, özel mülkiyeti demektir… Oysa ekonomik evrim içinde kuvvetlerin nispeti değişmektedir. 1871’den sonra Almanya, İngiltere ve Fransa’ya nispetle üç ya da dört kere daha güçlenmiştir. Japonya da, Rusya’ya nispetle on kere daha. Kapitalist bir devletin gerçek gücünü ölçmek için bir tek araç vardır, savaş. Özel mülkiyetin ana ilkeleriyle çelişmez savaş, tam tersine özel mülkiyetin gelişiminin kaçınılmaz ve dolaysız ürünüdür. Kapitalist rejimde, çeşitli ekonomilerin ve türlü devletlerin eşit şekilde gelişmesi imkânsızdır. Kapitalist rejimde, durmadan bozulan dengeyi zaman zaman yeniden kurmanın yolu, sanayide krizler, politikada savaşlardır.” (Lenin, Seçme Eserler, S.91, MAY Y.)

Bu eşitsiz gelişimin yarattığı ortamda emperyalist devletler, 20. yüzyılın ilk yarısında iki büyük paylaşım savaşıyla milyonlarca insanı canından ettiler. 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında dünyanın en büyük iki ülkesi arasındaki ekonomik, politik ve askeri rekabet Avrupa’da iki dev grubun oluşmasına neden oldu. Bunlardan birisinin başını çeken İngiltere, yüzyılın başlarında, yeryüzünün büyük bir kısmını elinde tutuyordu. Çok büyük zenginliğinin kaynağını, kendi ülkesindeki işçilerin emeğine el koymasından ziyade, sayısız sömürgelerini sömürmesi oluşturuyordu. Bankalarının muazzam finans gücü sayesinde neredeyse yeryüzünde ayak basmadıkları, el atmadıkları kara parçası kalmamıştı. Ortaya çıkan az sayıdaki güçlü banka hemen hemen bütün dünyayı sermayesi ile bir ahtapot gibi sarmıştı. Bir mali oligarşi haline gelen Fransa’nın konumunun, İngiltere kadar olmasa da sömürgecilikte ve tefecilikte aşağı kalır tarafı yoktu.

Erken yol almaya başlayan İngiliz ve Fransız armadalarının karşısına ise daha genç ve dinç bir başka grubun lideri çıkıyordu. Dünyayı ziyafet sofrasına çeviren İngiliz ve Fransız sermayedarlarından kendilerine boş bir karış yerin bile bırakılmadığını gören yeni ama büyük bir güç haline gelen Almanya, kesin bir hesaplaşma ile dünyanın en büyüğü olmayı hedefliyordu.

“1871’de yeni bir soyguncu güç çıktı ortaya, yeni bir kapitalist güç boy gösterdi, ve İngiltere’yle kıyaslanmayacak bir hızla gelişti. Bu bir temel olgudur. Bu tartışma götürmez olguyu, yani Almanya’nın daha üstün kalkınma hızını kabul etmeyen ekonomi tarihi kitabı yoktur. Almanya’da kapitalizmin bu hızlı gelişmesi, Avrupa devletler topluluğunda boy gösteren genç ve dinç bir soyguncunun gelişmesiydi. Bu soyguncu orda şöyle diyordu: ‘Hollanda’yı mahvettiniz, Fransa’yı yenilgiye uğrattınız, dünyanın yarısının üzerine oturdunuz. Şimdi izin verin de biz de hakkımız olanı alalım.” ( V.İ.Lenin, Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketleri, S.276, Yöntem Y.)

Bu yeni yetme ama iddialı kapitalist ülkenin (Almanya) “hakkım” dediği şey dünyadan pay koparmak ve “benim de sömürgelerim olsun” anlamını taşıyordu. Bu yarışın ganimetten haraç almak için sonuçta savaşa kadar giden bir süreç olduğu açıktı.

“…dünyanın nispeten erken bir dönemde, özellikle Avrupa kıtasının Batı yakasının lehine paylaşılmış olması, gecikmiş sanayi devletlerine (ABD, Almanya, Rusya, Japonya)  denizaşırı genişleme için çok az alan bırakıyordu. Bunların mucizevî gelişmeleri, varolan toprak paylaşım düzenlemelerine güçlü bir meydan okumayla sonuçlandı.” (E. Mandel, İkinci Dünya Savaşının Anlamı, S.10, Yazın Y.)

Sonuçta savaştılar, sömürgeci kapitalizm için, soyguncu, kumarbaz finans sermayesi için, ön saflara da sömürgelerinden topladıkları askerleri koyarak kıyasıya savaştılar. Birinci Paylaşım Savaşı’ndan (1914-1918) yenik çıkan Alman emperyalizminin Avrupa’ya ve hatta dünyaya hakim olma, herkesten daha çok soygun yaparak dünyayı yutma isteği yine de dizginlenemedi.

“Ancak, Birinci Dünya Savaşı hiçbir biçimde kapitalist dünya içindeki ekonomi ve politika arasındaki artan çelişkiyi ‘çözmedi’. Doğru Almanya yenildi, ama dünya önderliği için yarışta kesin olarak saf dışı edilecek şekilde değil.” (E. Mandel, age, S.11.

Tekelci Alman sermayesinin en gerici, en şoven, en militarist kesimi doymak bilmiyordu. İngiltere’nin ve Almanya’nın tarihleri, İkinci Paylaşım Savaşı’nın sonuna kadar ilhaklar, işgaller ve sömürgecilik için sürekli, kanlı savaşlar tarihidir.

Doğuda yükselen güç Japonya ise Birinci Paylaşım Savaşı’na geç giren ülkelerden biriydi (6 Nisan 1917). Savaşta aynı tarafta olmalarına karşın Çin’i elde etme konusunda ABD ile çekişme halindeydiler. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra her iki ülke de Bolşeviklerin karşısında yer alan Beyaz orduları destekledi. ABD ile birlikte Japonya Kolçak’a destek amaçlı olarak Sibirya’ya asker gönderdi. Sibirya’dan Baykal gölüne kadar olan Rus topraklarını işgal etmeye kalkışan Japonya’yı önleyen de ABD oldu. Savaştan zenginleşmiş olarak çıkan Japon emperyalizmi, 1919’da Versay Barış Konferansı’nda “Büyük Dörtlü” (Lloyd George, Wilson, Orlando ve Clemenceau) arasında yer almayı başardı. Paris Barış Konferansı’nda alınan kararlarla Almanya’nın aleyhine Pasifik’te yeni haklar elde etmeyi garanti ederek Birinci Paylaşım Savaşı’ndaki kısıtlı rolüne karşın savaştan büyük güç olarak çıkmayı başardı. 1929-33 iktisadi bunalımının da etkisiyle Asya’nın doğusunu ele geçirerek yaşamakta olduğu pazar sorununu aşma ihtirası ile yanıp tutuşuyordu. Böylece Asya-Pasifik’in büyük bir kısmını kontrol etmeyi planlayan Japonya dünyanın en önemli güçlerinden biri olmayı hayal etmekteydi.

Dünyanın 20. Yüzyıl başına kadar gördüğü bu en büyük savaş da ülkeler arasındaki paylaşım ve hegemonya sorununu çözememişti. Yenilgiye uğrayan ülkeler için getirilen ağır yaptırımlar içeren anlaşmalar, bu ülkelerin büyük sermayelerinin sınır tanımayan aç gözlülükleri, savaş sonrasında yükselen milliyetçiliğe, faşizm ve Nazizm gibi ideolojilerin etkinliklerinin artmasına olanak sağladı. Bütün bu gerçeklerle birlikte özellikle büyük krizin de etkisiyle emperyalist ülkelerdeki tekelci sermaye çevrelerinden birinin veya bir kaçının diğerleri üzerinde etkinlik kurması ve dünya hegemonyasını elde etmesi İkinci Yeniden Paylaşım Savaşı’nın asıl nedeniydi. Büyük finans kesiminin, büyük bankaların bir dünya egemenliğinin kurulabilmesi için bunların devletinin diğerlerine askeri ve iktisadi üstünlüğünü sağlaması şarttı.

Özellikle İkinci Yeniden Paylaşım Savaşı’yla birlikte sürekli savaşan ve yıpranan iki büyük emperyalist gücün, İngiltere ve Almanya’nın yanı sıra doğunun fırsatçı emperyalisti Japonya’nın da yerini, etkinliğini giderek artıran daha dinç, daha güçlü yeni bir emperyalist devlet almaya başladı. Bu hammadde kaynakları yönünden zengin, parası çok, endüstrisi olağanüstü gelişmiş, silah gücü çok büyük olan ülke ABD idi. Bu yeni emperyalist devlet, bağımlı veya yarı-bağımlı ülkeleri süreç içerisinde hegemonyası altına almak için yeni tip sömürgecilik yöntemleri de geliştirmekteydi.

İkinci Yeniden Paylaşım Savaşı sonucunda Batı Avrupa’nın sömürge imparatorlukları çökerken, bu emperyalist ülkelerin geri bıraktırdığı sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin halkları ise yeni bağımsızlık mücadelelerine başlıyorlar veya uzun zamandır sürdürdükleri mücadelelerine, yeni siyasal, ekonomik ve askeri gelişmeleri de göz önüne alarak devam ediyorlardı.

Mehmet Ali Yılmaz

 

Devam edecek.

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir