Search
Close this search box.

Evren İnsanoğlunun Mülkü Mü? -Mehmet Uysal

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Ormanda arkadaşlarınızla gezinirken, aranızdan birisi “Arkadaşlar, burası yaban keçilerinin yaşam alanı ve mülkü, buraya onlardan izinsiz girmek yaban keçilerine haksızlık olur.” dese,  herhalde arkadaşınızın yüzüne tuhaf tuhaf bakar, içinizden “Arkadaşmıza bir haller olmuş galiba, Allah onun aklını korusun” diye geçirerek gülümserdiniz. Ya da “Şurası da sayın tavşanların mülkü, acaba Tavşanbeyi’ne bir dilekçe mi yazsak” diye alay ederdiniz.  Öyle ya; hangi balıkçı sayın hamsilerden, sayın palamutlardan, sayın alabalıklardan, hangi avcı sayın kekliklerden, sayın tavşanlardan izin alarak onları avlar? Hangi ormancı, kereste yapmak için sayın sedir ve sayın çam ağaçlarının iznine başvurur? Keza, önlerine baraj yapıp, akış düzenlerini değiştirmek için sayın nehirlerden, kayalarını dümdüz ederek yol geçirmek için sayın dağlardan, içine kirli kent ve sanayi dumanlarını salmak için sayın atmosferden izin almayı düşünmek akıla zarar değil midir? Ay’a, gezegenlere, galaksilere gidip, bayraklarımızı dikmek için kimden izin almamız gerekir sizce? O zaman diyeceksiniz ki “Evrenin insanoğlunun mülkü olduğundan bir şüphen mi var da başlıktaki soruyu sordun?” Gerçekten de evrenin insanoğlunun mülkü olduğu öylesine bilinçlerimize kazınmıştır, bizce öylesine doğaldır ki,  aksini düşünmek çok abes gelir.

Evet, insanoğlu evreni sahiplenmiştir, evren insanoğlunun mülküdür. Çünkü, bütün canlılar gibi insanoğlunun doğası da yaşamda kalmaya, hep yaşamaya, yani sonsuz yaşama yöneliktir. Bütün canlılar gibi, insanoğlunun da yaşayabilmek için, yaşam kalım maddelerine ihtiyacı vardır. Yaşam kalım maddeleri ise, “yaşam alanı” dediğimiz “çevre”de bulunur. İnsanoğlunun çevresi tüm evrendir. Yaşamda kalma doğasını yaşayabilmesi için, insanın yaşam alanındaki yaşam kalım maddelerini ihtiyaç duyduğunda güvenle temin edip, tüketebilmesi gerekir. Yaşam kalım maddelerinin güvenle temin edilebilmesi için de, bu maddelerin kaynağı olan yaşam alanlarının insanın kontrolünde olması gerekir. İşte, mülkiyet, “yaşayabilmek için yaşam alanlarının kontrol altında tutulması gereği”nden doğmuştur. Yaşamak bütün canlılar gibi insanoğlunun da doğasının gereği olduğu için, mülk sahibi olmak da insanoğlunun doğasındandır.

Canlı yaşam “yaşam birimleri” tarafından kalıtılarak taşınır. Yaşam birimi, sadece çekirdekten ibaret olan virüslerden, tek hücrelilere, oradan çok hücrelilere kadar, her biri tek başına ya da çiftleşerek kendini kopyalayabilen canlı yapılarıdır. Canlı yaşam, yaşam birimleri tarafından kalıtılıp taşındığına, insan da bir canlı olduğuna göre, insanlık da “insan” denilen yaşam birimleri tarafından kalıtılıp taşınır. Öte yandan, mülk sahibi olmak insanoğlunun doğasından olmakla birlikte, insanlık, “insan” denilen yaşam birimleri tarafından taşındığı için, her bir insan, bir yaşam birimi olarak yaşamda kalabilmek için, kendi kontrolü altındaki bir yaşam alanına ya da kendi kontrolü altındaki yaşam kalım madelerine sahip olma, başka bir deyişle “bireysel mülk” ya da“özel mülk” sahibi olmaeğilimindedir. Toplumsal yaşamın başlarında, özel mülk sahibi olma insan toplulukları bazında bir olguydu. O zamanlar, bir klan ya da kabilenin her bir üyesi özel mülk sahibi değildi, ancak,  bir klan ya da kabilenin yaşam alanı, diğer klan ya da kabilelere göre özel mülk idi. Zamanla, topluluğa dışsal bir olgu olan özel mülkiyet, klan ya da kabile üyelerinin her birinin özel mülkiyet sahibi olmasıyla, topluluğa içsel bir olgu haline gelmiştir. İnsanoğlu, “insan” denilen yaşam birimleri tarafından kalıtılıp taşındığına göre, yaşamda kalma, sonsuz yaşama eğiliminde olması nedeniyle, bireysel özel mülk sahibi olmak da bir yaşam birimi olarak insanın doğasındandır. Doğasından gelen bireysel mülk edinme eğiliminin sonucu olarak, insanlar dağları taşları, ovaları ormanları, dereleri tepeleri, gölleri denizleri, adaları yarımadaları, yaptıkları binaları, fabrikaları, kısacası yaşam kalım maddesi sağlayabilecekleri her şeyi ve her yeri mülkiyetlerine almışlar ve bu mülkiyet üzerinden yaşam kalım maddelerini mülk edinmişlerdir. 

Her bir insan, sonsuz yaşama eğiliminde olduğu için, her bir insanın yaşam kalım maddesi talebi de sonsuzdur. Bu nedenle, her bir insanın kontrolünde olmasını istediği yaşam alanı talebi sınırsızdır. Her bir insan tüm evrenin maliki olma eğilimindedir. İşte bu eğilim, insanları, aralarında “mülk edinme yarışı”na yönelterek, tarih boyunca yaşanmış bütün musibetsizlerin kaynağını oluşturmuştur.

İnsanların sonsuz yaşam kalım maddesi, bunun için sınırsız mülk sahibi olma eğiliminin yol açtığı ve ciddi bir sorun olduğu yakın zamanlarda farkedilmeye başlanan musibetsizlerden birisi de “çevre tahribatı”dır. Çevre tahribatı, insanın yaşam alanlarının fiziki dokusunu, orasının yaşam alanı olma özeliğini ortadan kaldırıp bir “ölü alan” haline getirecek derecede değişikliğe uğratmasıdır. Acaba doğasından gelen mülk sahibi olmak, insana mülkiyetindeki yaşam alanını ölü alana dönüştürme hakkı verir mi? Acaba, mülkiyet hakkı, bir mülkün malikine mülkiyet hakkını, diğer yaşam alanlarını ölü alan haline getirecek şekilde kullanma hakkı verir mi?

Bir insan, kendi mülkiyetindeki yaşam alanını kullanmada hukuken serbestiye sahiptir. Bu çerçevede, malik mülkünü istediği gibi kullanır, kullanım şekliyle yaşam alanını ölüm alanına çevirse bile, ona kimsenin müdahale hakkı yoktur. Bununla birlikte, esasen, aklı başında hiçbir insan da mülkiyetindeki yaşam alanını, ölü alana dönüştürecek şekilde kullanmaz, çünkü aksi bir davranışın yaşamda kalmasının zorlaşması, hatta ölüm demek olacağını bilir. Bu nedenle, çevre tahribatı sorunu, esas olarak, insanların mülkiyetlerindeki yaşam alanlarını kullanırken, başkalarının mülkiyetindeki ya da atmosfer ya da uluslararası sular gibi herkesin kullanımına açık olan yaşam alanlarının tahrip edilmesidir. Mülkiyet hakkının böyle bir tahribata yol açması, başka insanların yaşamlarını tehdit eder. Ancak bütün insanların doğası yaşamaya, hatta sonsuz yaşamaya yönelik olduğu için, mülkiyet hakkının başkalarının yaşamını tehdit edecek şekilde kullanılması haksızlıktır ve böyle bir mülkiyet hakkı kullanımı, müdahale edilerek önlenmeyi gerektirir. İşte insan haklarının en yenilerinden olan “çevre hakkı”nın zemininde bu anlayış ve yaklaşım vardır. Peki, öyleyse diğer insanların yaşama hakkını tehdit eder şekilde mülkiyet hakkı kullanımına kim müdahale etmelidir?

Acaba, gerek bireysel mülkiyetindeki, gerekse ortak kullanılan yaşam alanlarının tahribatına karşı, her bir insan, “benim çevre hakkım var” diyerek, bu tahribata neden olan kişi ya da kurumlara bizzat müdahale edebilir mi? Bütün diğer insan haklarında olduğu gibi, her bir insanın “meşru müdafa” ve “zaruret hali” dışında, kendi hakkını koruma amacıyla, başkalarına müdahale etmesi, toplumsal yaşamda kaosa neden olarak, toplumsal yaşamı tahrip ederek, onu dağılmaya doğru götürür.  Toplumsal yaşamın dağılması durumunda da ortada savunulup korunacak ne bir hak ne de bir hukuk kalır. Bu nedenle, bütün insan haklarında olduğu gibi, çevre hakkının savunulup korunması, esas olarak kamu otoritesinin işidir. “Esas olarak” dedik, çünkü çevre hakkının savunulup korunmasında, kamu otoritesinin çevreyi koruyucu eylemleri dışında, her bir insanın ya da “sivil toplum”un da yapabileceği ve de yapması gereken çok şey vardır. Bu da her şeyden önce “çevre koruma bilinci”nin toplumsal yaşamda yaygınlaştırılıp derinleştirilmesi yönünde etkin bir faaliyet göstermektir. Böyle bir faaliyet, bir taraftan çevrenin, “sivil toplum faaliyeti” sınırları içinde, bizzat sivil toplum tarafından korunması yönünde eylemlere dönüşeceği gibi, bir taraftan da toplumsal yaşamda yükselen çevre duyarlılığının kamu otoritesine yansımasını ve kamu otoritesinin çevre koruma eylemlerinin etkinleşmesini sağlayacaktır. Kamu otoritelerinde çevre duyarlılığının yükselmesi ve bunun çevre koruma hukukuna, çevre koruma organizasyonlarının oluşumuna ve nihayet kamusal çevre koruma müdahalelerine yol açan ana etken, sivil toplumda uyanan, yaygınlaşıp derinleşen çevre koruma bilincidir.

Çevre koruma bilincinin, bir kamu iradesi biçimine dönüşmesinin sonucu olarak, etkin bir sivil toplum örgütlenmesinin yanında, şimdi oldukça gelişmiş bir çevre koruma hukuku ve kamusal çevre koruma kurumları vardır. Ancak, dünyanın bütün ülkelerinde, gerek çevre bilinci, gerekse çevre korumacı sivil ve kamusal örgütlenme, aynı düzeyde değildir. Bunun sonucu olarak, çevre koruma bilinci ve örgütlenmesinin zayıf olduğu ülkeler, gerek kendi ülkesinin gerekse başka ülkelerin insanları ve kurumlarının çevreyi tahrip eden eylemleriyle karşı karşıya kalabilmektedirler.

Öte yandan, çevre bilinci yükseldikçe çevreye yönelik yoğunlaşan araştırmalar göstermiştir ki, “çevre” siyasi sınırlar ile çevrili bir alandan ibaret değildir.  Şimdi artık, “çevre” denince, “küresel ısınma” olayında olduğu gibi, tüm gezegenimiz anlaşılmaktadır. Başka bir deyişle, “çevre sorunu” şimdi küresel bir sorundur. Ancak, çevre tahribatına müdahale yetkisi, ulusal/yerel siyasi otoritelere aittir. Ayrıca uluslararası sularda olduğu gibi küresel çevrenin bazı yerleri ulusal/yerel siyasi otoritelerin müdahale alanı dışındadır. Ayrıca, “küresel ısınma sorunu”nda olduğu gibi, küresel bir çevre koruma girişimi, bazı ülkelerin, “ulusal çıkar”larını koruma gerekçesiyle, “ulusal bağımsızlık” ve “ulusal egemenlik” haklarına dayanarak katılmamaları sonucunda aksamaktadır. Çevre sorununun küresel bir sorun olması, bunun yanında, küresel siyasi parçalılık ve küremizin bazı yerlerinin siyasi otoritelerin kontrolü dışında olması, küresel bir sivil çevre koruma örgütlenmesi yanında, “Evren insanoğlunun mülküdür. İnsanoğlunun taşıyıcısı olan yaşam birimleri, bireysel mülkiyet haklarını bu çerçevede kullanabilirler. Bu çerçevenin dışına çıkan mülk kullanımları kamusal müdahaleyi gerektirir.” anlayışı temelinde yapılanmış bir “küresel kamusal çevre koruma otoritesi”nin varlığını gerekli kılmaktadır. 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir