Siyasette başarı ve başarısızlık ölçütleri genellikle siyasi iktidarı ele geçirme,
bu olmasa dahi değiştirme, belirleme, kontrol etme, etkileme ölçütleri üzerine kurulmuştur. Eğer siyaseti, sadece, devlet kurumu biçimindeki siyasal iktidarı belirleyen ve etkileyen etkinlikler şeklinde düşünürsek bu ölçütler kuşkusuz geçerli olacaktır. Ama siyaset sadece bundan mı ibarettir?
Özgürlüğü ve eşitliği esas alan siyasi hareketlerin tarihine bir göz gezdirelim; bunların bir kısmı siyasi iktidarı ele geçirme konusunda tam bir başarısızlık yaşamışlardır; hatta yenilgiye uğramışlar, bastırılmışlar ve tarihin hafızasından silinmeye çalışılmışlardır. Ancak onların bize sunduğu tarihi deneyim zihinlerde capcanlı yaşıyor; yeni deneyimlerde hayat buluyor ve zenginleştirilerek sonraki kuşaklara aktarılıyor.
Kısacık bir ömrü olan, topu topu 71 gün süren Paris Komünü’nü hatırlayalım. 1871’de Fransa ile Almanya arasındaki savaşın hüküm sürdüğü koşullarda, esarete ve eşitsizliğe isyan eden işçilerin ve devrimcilerin, askerlerin de katılmalarıyla Paris’te yönetimi ele geçirmeleri ve bir öz yönetim modeli kurmalarıyla ortaya çıkar. Ortak mülkiyete dayalı “komünal” yaşamı kuran işçilerin ve sosyalistlerin mücadelesi solun siyasi tarihine altın harflerle yazılmıştır. Kısa süren ve yenilgiyle sonuçlanan bir eylemdir bu; eylemcilerin 50 bini öldürülmüş ve 7 bini sürgün edilmiştir. Fakat Komün, kapitalizm dışı bir dünyanın, eşitliğin, kardeşliğin ve gerçekten demokratik bir yaşamın nüvelerini sunmuştur; sosyalizm ve komünizm düşüncesi için bir pusula olmuştur.
Ya da daha az bilinen İngiliz İç Savaşı’ndaki Kazıcılar (Diggers) hareketi… 1630’dan itibaren Cumhuriyetçiler ile monarşistler arasında cereyan eden iç savaşta, cumhuriyetçilerin yanında yer alır Kazıcılar. Ancak istemleri, burjuva cumhuriyetinin çok ötesindedir. Londra’nın kırsalında, Surrey’de kamu arazisini işgal etmiş ve bu arazide ortak mülkiyete dayalı bir üretim sistemi kurmuşlardır. Ancak hareket, bir yıl sürmüş, burjuva sınıfı ve büyük toprak sahiplerinin tepkisini çekmiş ve destekledikleri cumhuriyetçi Cromwell tarafından kanlı bir biçimde bastırılmıştır. Yine de Kazıcılar ve önderlerinden “Özgürlük Yasası” kitabının yazarı Gerrard Winstanley’in hatlarını çizdiği komünist toplum ütopyası, iki yüz yıl sonraki sosyalist düşüncelere ışık olmuştur.
Türkiye’deki Fatsa deneyimi gibi, halkın kendi kendini yönetmesine dayalı pek çok örnek verilebilir. Siyasette başarı ölçüsünü iktidar olma ölçütü üzerinden aldığımızda, yenilmiş ya da başarısız olmuş diye nitelenebilecek bu türden deneyimler, gelecek kuşaklara, ortak mülkiyete ve halkın kendi kendini yönetimine dayalı bir var oluşun hayal ya da ütopya olmadığını, insanın özgürlük istencinin ve dayanışmacı doğasının bunu fiiliyata geçirebileceğini gösteriyor.
Gezi direnişine gelince, egemen sınıflara ve onların ideolojisine isyan eden, gerçek demokrasiyi ve dayanışmacılığı esas alan, kendiliğinden ortaya çıkan, farklı istek, tepki ve taleplerin etrafında birleşerek büyüyen, şehirden şehire, mahalleden mahalleye sıçrayarak genişleyen bir hareket. Tarihe şimdiden mal olan bir isyan ve direniş; üstelik özellikle gençlerin polise karşı gece gündüz mücadeleleriyle süreklilik kazandı. Şimdi “Provokatör” ya da “marjinal” diye adlandırılıp direniş içindeki halktan koparılmaya çalışılan gençler 31 Mayıs gecesi Taksim’de mücadeleyi bıraksalardı belki de direniş bugün bu haliyle olmayacaktı. İktidar bilerek, taktik gereği Taksim’i Gezi’den koparmaya çalışıyor; sanki Taksim’dekiler şiddet yanlısı Gezi’dekiler barışçıl gibi; oysa Taksim olmadan Gezi olamazdı ya da tam tersi Gezi olmadan Taksim.
Taksim ya da Gezi direnişinin nasıl geliştiği ve özellikleri hakkında pek çok şey sıralayabiliriz elbette. Benim üzerinde durmak istediğim boyutu ise, tıpkı Paris Komünü, Kazıcılar hareketi ve diğer devrimci demokrasi deneyimleri gibi, ortaklık ve eşitlik üzerinden kurulan ilişkiler zincirine eklenen, eklenecek bir tarihsel halka olmasıdır.
Gelecekte, Gezi direnişi denildiğinde, esarete, baskıya karşı bir isyanı; ama aynı zamanda paylaşmayı, özveriyi, dayanışmayı ve özel mülkiyetçi zihniyetin dışında kamusal ve ortak olanı kurmayı, bütün bunları yaratan insani durumu anımsayacağız. Farklı bir var olma biçimini, kendi olmayı ancak kendi olarak birlik olmayı anımsayacağız. Kütüphanesini anımsayacağız; herkesin kitap, dergi, magazin, gazete getirip koyduğu ve herkesin bunları serbestçe alıp okuduğu Çapulcu Kütüphanesi’ni. Reviri anımsayacağız; gönüllü hizmet veren sağlıkçıları, parasız ilaç ve tıbbi malzemeleri getiren eczacıları. Derslikleri hatırlayacağız; sınavlara girecek öğrencilere ders veren öğretmenleri, onlara sınav kitapları yetiştiren yaşça büyük diğer öğrencileri. Üzerine bedava yiyeceklerin ve içeceklerin dizildiği, eylemcilerin taş üstüne taş koyarak yaptıkları duvarı; aşevini, torbasına ekmek koyup göstericilere dağıtan yaşlı kadını; göstericiler için pencerelerinin kenarına su, limon, yiyecek yerleştiren kadınları…
Eylemciler Gezi’de bir dünya kurdular; ortak bir dünya… Öndersiz, lidersiz bir örgütlenme gerçekleştirdiler. Radyolarını kurdular, kendi gazetelerini çıkardılar, kendi belgesellerini yaptılar. Kamulaştırdılar. “Bu topraklar herkesindir!” dediler. Metruk arazilerden parklar yaptılar; onlara isim verdiler. Kendilerine “müştereklerimiz grubu” dediler. Burada daha fazla ücret, iş, aş, yardım gibi taleplerin ötesinde; özgür olmak ve bir dünya yaratmak; daha iyi bir dünya isteği var… Siyasetin bundan daha anlamlı, daha güzel bir biçimi var mıdır, bilmiyorum. “Apolitik” denen kişiler, siyasete bütün yaratıcılıkları ile yeni bir içerik ve biçim verdiler.
Tarihte yapıp sönen, kısa süreli komün deneyimlerinden söz ettik. Bunlar ya savaş ya iç savaş koşullarında ya da merkezi iktidarın (devletin) çokça zayıfladığı dönemlerde ortaya çıkmıştır. Gezi direnişi bu açıdan özgün; diğerleri gibi olağanüstü bir durum içinde hayat bulmuyor; neredeyse her şeyin “normal” görüldüğü, alışılagelenin hüküm sürdüğü, olağan bir dönemde parlıyor. Bu direnişi tümüyle bir komün deneyimi olarak değerlendirmek mümkün değil elbette. Ancak daha sonra hatırlamak için yazarken, kayıta geçirirken anımsayacağımız Gezi Direnişi’ni bu yönüyle de kucaklamak ve miras almak gerekiyor. Belki daha sonra, sadece miras aldıklarımız için değil, çıkaracağımız dersler için de öğretici bir kaynak olacaktır Gezi “Komünü”. Tıpkı Paris Komünü’nden çıkarılan derslerin 1917 devrimcileri için bir ışık olması gibi. Paris Komünü’nün dağınıklığı, hedefsizliği, örgütlenmedeki zaafları, kurucu bir siyasi irade geliştirmede yaşadığı sorunlar gerek Marksist kuram gerekse devrimin sürekliliği açısından liderler için ders çıkardıkları önemli bir kaynak olmuştur. Aslında saydığımız bu özellikler hemen hemen bütün Komün deneyimlerinde şu ya da bu şekilde kendini gösteriyor. En önemli sorun, sürekliliği sağlamak. Uzağında olsak da varlığını bildiğimiz ölçüde nefes alabildiğimiz bir ada olarak kalmaması… Yapabileceğimiz belki de, içinden daha kalıcı, etkili, toplumsal ve siyasal anlamda dönüştürücü bir siyasi iradenin doğabilmesinin olanaklarını araştırmak ya da buna çabalamak…
Sonuç ne olursa olsun, yenilgi ya da başarısızlık ile sonuçlansa dahi, Gezi direnişi, Anadolu topraklarında yaşanmış en görkemli başkaldırılardan, özgürlük mücadelelerinden ve ortaklaşmacı-dayanışmacı-kamucu deneyimlerden biri olarak zihinlerde capcanlı yaşayacak.
PC: Bu yazı birkaç gün önce yazılmıştı. Tarihe “11 Haziran Müdahalesi” olarak geçebilecek nitelikte, neredeyse 24 saat aralıksız süren, polisin her zamanki gibi gaddarca ve şiddet dolu müdahalesi sonrasında 12 Haziran sabahından itibaren Gezi Parkı komünü yaralarını sarmaya çalışıyor. Aşevinde tarhana pişiriliyor, bedava yağmurluk dağıtılıyor, standlarda taze simit ve kahvaltılıklar sunuluyor, Seyyar revirler özellikle hedef seçilmiş. Gönüllü sağlıkçılar sağlık hizmetlerini devam ettirmeye çalışıyor. Gün ışıyıncaya kadar kütüphaneye su, gaz sıkılmış, plastik mermi atılmış. Gaz sıkıldığında dahi kütüphaneye bağışlar sürmüş.
Ayşe Tütüncügil