Tüm sebeplerle; Gezi Parkı üstüne verilecek her karar, yapılacak her referandum
artık ülkenin her vatandaşını da yakından ilgilendirmektedir. Ölümlerin olduğu, körlüklerin/görme kayıplarının yaşandığı, kafa travmalarının geçirildiği, post travmatik stres bozukluklarının nüksedeceği yerde, olayı popüler sanatçılarla ve plebisite kayacağı belli olacak bir referandumla örtmeye çalışmak, mücadelenin ne uğruna yapılacağını da sorgulatacaktır.
KERAMETİ KENDİNDEN MENKUL BİR BAŞLIK, İKİNCİSİNE GEREK YOK: ‘‘HER YER TAKSİM, HER YER DİRENİŞ’’ Neslihan Yalman
Bir yazıya başlamanın şimşekşi dikeylikle zihni dolaşarak, parmaklara doğru yayılan elektrikli kasveti vardır. Bu kasvetin yazınsal boyutta şehvete ulaştığı noktayla birlikte, toparlanan fikirler ve sözcükler akmaya, tutkuyla karışık bir düzene girmeye başlar. Lakin, bu yazacaklarım öyle kolayca altından kalkılabilecek bir konu üstüne değil.
Nitekim, Türkiye ‘‘Taksim Gezi Parkı Protestoları’’yla –ki ben, buna direniş demeyi daha uygun buluyorum- bir kırılma yaşadı. Derin bir kırılma… Öyle bir kırılma ki; ülkenin her kesiminden/her renginden bir akış, yayıla yayıla bilince doğru nehre dönüştü. Tartışılmayanları tartışmaya açtı, üstü kapatılanların örtülerini indirdi, bir araya gelemeyecek isimleri-grupları bir araya getirdi.
Aslında, bir şekilde ülkenin tüm dinamiklerini ortaya çıkardı. Kökenden yüzeyde olanlara dek… Bu sebepledir, üstüne ne yazılsa birazı eksik kalacaktır. Diyebilirim ki, Türkiye tarihi de taşınıp gelmiştir şu direnişle.
Dağılmamak açısından belli konu başlıkları atılabilir. O başlıklar bile kendi alt başlıkları içinde açımlanabilir. Dedim ya; bazı yazıların tamamlanmaya çalışılmışlığı bizzat eksikliğidir. Bir yüksek lisans/doktora tezi gerekliliği, ihtiyacı da doğabilir.
1) TOPÇU KIŞLASI SORUNSALI:
18. yüzyılda yapıldığı belirtilen kışla, askerlikle beraber başka işlevler için de kullanılmıştır. Hatta; Kabakçı Mustafa Paşa İsyanı (1807) sonucunda, III. Selim’in tahttan indirilmesi sırasında tahrip olmuştur. Osmanlı ordusunun modernleşmesi sürecinde de etkili şekilde kullanılan kışla, üstüne bir de 31 Mart Ayaklanması’nı (1909) görmüş; askerler ayaklanarak II. Abdülhamit’i tahttan indirmişlerdir.
Daha sonra orta kısmı futbol sahası şeklinde de kullanılan bina, 1. Dünya Savaşı yıllarında Fransızlar’ın işgaliyle Senegalli askerlere tahsis edilmiştir. Sonunda yıkılarak, yerine Taksim Gezi Parkı yapılmıştır.
AKP döneminde ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi öncülüğünde, parkın yıkılması istemine karşı, 2012’den beri çeşitli platformlardan karşı sesler çıkmaya başlamıştır. Hükümet, Gezi Parkı’nın Taksim’in ve İstanbul’un sembolü olduğu yönünde gelen ifadelere de kulak tıkamıştır. Taksim’e cami –ki, cami sadece bir kesime ait özel mülkmüş gibi- ve AVM yapacağız –ki, yine İstanbul AVM’ler cehennemi olmuştur- gibi sert söylemlerle kimse dikkate alınmamıştır.
27 Mayıs-28 Mayıs 2013 günü protestolar için parka çadır kuran insanlar (içlerinde Sırrı Süreyya Önder, Okan Bayülgen gibi tanınan isimler ve gençler de vardır) kitap-şiir okuyarak, şarkı söyleyerek eylemlerini barışçı şekilde ortaya koymuşlardır.
O gün, 5 ağaç yerinden sökülmüştür. [Biz bu 5 ağacı, Ehli Beyt’in 5 ana ismine istinaden okuyor ve ilk sökülen ağaca Ali adını veriyoruz. Çünkü, Müslüman’ın Müslüman’a kullandığı cebir düzleminde, olayı Kerbelâ şeklinde de okuyoruz.]
29 Mayıs 2013’te; hükümet başkanı-seçimle başa gelen biri gibi değil de, adeta yaptırımcı gibi konuşan başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ne yaparlarsa yapsınlar orayı yıkacaklarını belirtmiştir. Ardından; çadırlar dağıtılmış-ateşe verilmiş, insanlar kovalanmış, herkesin üstüne su sıkılmış ve hatta kimileri yıkılan bir duvarın altında kalmıştır.
31 Mayıs 2013 günü, ben ağacın da vekiliyim diyen Sırrı Süreyya Önder omzundan gaz bombası kapsülüyle vurulmuş; gazeteci Ahmet Şık yüzüne isabet eden bomba sonucu kanlar içinde hastaneye taşınmıştır. Yaralılar giderek çoğalmış, hükümetin izniyle rahatça hareket eden polis zor kullanımının dozunu arttırmıştır.
Kışlanın laneti midir bilinmez; olaylar Ankara, İzmir gibi büyük iller başta olmak üzere, Antakya, Tunceli, Adana ve İzmit gibi ilere de yavaş yavaş yayılmaya başlamıştır.
Gezi Parkı’nın ve yeşil alanların/ağaçların korunması şeklinde başlayan mesele; bununla birlikte vahşi kapitalizmin, özelleştirmelerin, -arı İslam’ı tenzih ederek belirtirsek- İslamofaşizmin, tek particiliğin, kadrolaşmanın, işsizliğin, özgürlüklere müdahalenin halk üstündeki baskısının dışavurumuna dönüşmüştür. Ağaçların köklerinden tomurcuk tomurcuk fışkıran dalga hareketi ortaya çıkmıştır.
Pankartlara, duvarlara, yerlere isyanın ve direnişin şairlerinin dizeleri yazılmaya başlanmıştır:
‘‘Elbet bir hinlik vardır seni sevişimde/ ey kanıma çakıllar karıştıran isyan’’ (İsmet Özel)
‘‘Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine’’ (Nazım Hikmet)
Ceberut, tepeden bindirilen ve gafil bir iktidar müdahalesi, haklarını savunmasızca ifade etmeye çalışan insanları sayı olarak çoğaltmış; birçok kişi, mağdur olanların yanına gelerek onlara destek vermeye başlamıştır. Ardından; spreylerle, danslarla, şiirlerle, kitaplarla, müziklerle bir sokak hareketi başlamıştır. Direniş, sanatsal bir temsille alanları rengarenk boyamıştır.
2) ÇEŞİTLİ OLUŞUMLARIN, KİŞİLERİN BİRLİKTE HAREKET ETMESİ:
Bu direnişin en önemli göstergelerinden biri, farklı kesimden büyüklü-küçüklü pek çok oluşumu-insanı aynı çatı altında bir araya getirmesidir. Örneğin; kendilerine ‘‘Devrimci Müslümanlar’’ diyenler (Eren Erdem, İhsan Eliaçık gibi isimler) diğerleriyle bir araya gelmişlerdir. Öyle ki; Eliaçık, ‘‘twitter’’da LGBT’den (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Transgender) fotoğraflar bile paylaşmıştır Gezi Parkı’ndan. Böylesi bir hoşgörü yayılmıştır etrafa.
Tabii, bu durum İslam’ı araçsal olarak kullananların pek hoşuna gitmemiştir. Çünkü olaylar; dini evirip çevirip ranta/konuma/topluluğa/aile içi ilişkilere alet eden, Kur’an-ı Kerim’i kendileri yazmışlarcasına eril fetvalar veren, orada burada güç gösterileri uygulayan ve –halkın vergileriyle yapılan- camiyi Allah’ın değil de, kendilerinin tapulu malı zanneden kimileri tarafından hazmedilecek gibi değildir.
Kemalizm, başörtüsü, din min, zoka moka diye senelerce kullandıkları ve kimilerine bu uyuşturucu başlıkları yutturdukları konularda, dini referansları kendileri kadar iyi bilenlerin çıkması onları daha da sinirlendirmiştir. O yüzden, bu nüansı es geçmeyelim ve İslam’la İslamcı’yı, İslam’ı kendince yaşayanla onu çeşitli sosyal ilişkileri için araçsallaştıranı, mazlumun değil de zalimin yanında olanı ayıralım.
Hoşgörünün futbola yansıyan görüntüleri de ayrı bir umut, heyecan yaratmıştır. Özellikle, (Beşiktaş) Çarşı taraftar grubunun yaptıkları Türkiye’nin dört yanından takip edilmiştir. Öyle ki; -polisin Freud’yen aygıtlarına, iktidarsal araçlara karşı- kocaaaaa iş kepçesini de ele geçirerek leziz bir direniş sergilemişlerdir. Kepçenin ağzını kaldıra kaldıra iktidara doğru sallayarak… Varın, göstergebilimsel-psikanalitik çözümlemeyi siz yapın.
Çarşı grubu, direnişin mizah ayağını oluşturan en önemli etken olmuştur. Ama, bizi şaşırtmamıştır. Çünkü; Çarşı, başından beri her türlü insani/politik konuya duyarlı ve sağlam temsiller sergileyen bir yapılanmadır. Duyarlı alt yapısı, halkın içinden bir oluşumu ve kenetli örgütlenmesi vardır.
Ardından; TOMA’yı/yahut sadece kepçeyi (o bölümü biraz kaçırdım ben; Vedat hayali miydi? Kızlar kime deliriyorlardı?) ele geçiren gençle beraber olmak isteyen, ona methiyeler düzen, hatta evlenme teklif eden genç kızlar, kadınlar ortaya çıktı. Kadın hareketlerini, kadının varlığını –ki, kendi cenahlarında da bunu yapmışlardır- ikinci sınıfa düşüren ya da onun ifade özgürlüğünün sınırlarını yumuşak geçişlerle kendisi çizen bir İslamcı gelenek için bu, sarsıntı yaratacak bir durumdu. Gelinen noktada İslamcı kesimin cinsel, erotik, bedeni, ruhani düzeyde kendisini ifade eden doğru dürüst temsilcileri, entelektüelleri ve kadınları çok yoktur. Olanların da erkeklerinden izin almadan söz söylemeye, hareket etmeye ve evlilik, çocuk, aile gibi kurumsallıkların dışına çıkmaya hakları bulunmayabilir. İmam nikahı, -başka bir erkek cehaleti düzeyinde- kumalık gibi sistemler de cabasıdır. Ki, iktidar zamanında kadın cinayetleri, dayak, fuhuş, sözlü şiddet vb. artmıştır.
Oysa, direnişte gerek süsüyle püsüyle gerek kadınsal başka kodlarıyla pek çok hemcinsim Taksim’de TOMA’ların üstüne yürümüşlerdir. Gaz, cop yemişlerdir. Saçlarından sürükleyen polis şiddeti, onlara ekstra erkek şiddeti olarak da biçilmiştir. Erkeklik; sözü olan, kendini özgürce/cesurca ifade eden, hakkını arayan kadınlığa pek dayanamaz. Bir de; bunu İslam’la cilalarsanız, niye başörtülü kızlarımıza –kızlarımıza da ayrı bir zavallı söylemdir, küçültmedir- alanda saldırılıyor denli aslı astarı olmayan haberleri yaydıkları anlaşılacaktır. On senelik iktidarda dertleri başörtüsü filan olmamıştır. İsteseler halledebilecekleri bir konuyu, kronik vakıa şeklinde sulandırıp sulandırıp kullanmaktadırlar. Kafaları kendileri karıştırmışlar, suyu kendileri bulandırmışlardır.
Bu yüzden, direnişin sembolleri kırmızı ve lacivert elbiseli o genç kadınlar olmuşlardır. Kıyafetlerini özgürce seçen, tazyiğe-biber gazına dirayetle yürüyen kadınlar; Taksim Gezi Parkı’nı kütüphaneye çevirmede, orada imece usulü yiyecekler yapmada, yaralılara müdahale etmede aktif rol oynamışlar; sosyal medya üstünden de fikirlerini ifade edip, tavırlarını ortaya koymuşlardır. Başörtüsüne, başörtülü kardeşlerine de sahip çıkmışlardır. Zaten, Türkiye’deki çoğunluğun başın örtüsüyle değil, onun cumhuriyete karşı kullanılmasına/araç hale getirilmesine tepkisi vardır. Kimse kimsenin özgürlüğüne engel teşkil etmeyecekse; örtüsündür de, sevişsindir de, bikini/haşema giysindir de…
Öte yanda; efendim kadın doktor ki, erkek mi muayene edecek, kızlarımızı –onların dilleri, düşünceleri yok sanki- üniversiteye alınmıyorlar şeklinde bağlam kaydırıcı savunmalar… Neyse ki; artık Türkiye’deki çoğunluk, hele ki park çevresindeki gençlik bunu yutmuyor. Hatta, cenahın kendi içlerinden de durumun farkında olanlar var. Ama, çeşitli sebepler yüzünden sükût içine girdiler.
Yaşananlar çevresinde; iktidara karşı ara-savunma yüzeyleri oluşturan RedHack, -yurt dışında da- Anonymous gibi sanal oluşumlar ve ‘‘hacker’’lardan örülmüş topluluklar da takdir topladılar. Sanal iletişimin ve -‘‘twitter’’ başta olmak üzere- ‘‘facebook’’ vd. diğer sosyal paylaşım ağlarının etkisi gerek yurt içinde, gerek dünyada etkinleşti. Karşıt bir savunmayla, halkın sesi diriltildi!..
‘‘Hacker’’lar kurumlara ait veya yanlış söylem yaymaya çalışan siteleri, sayfaları çökerterek herkesin sempatisini kazanmıştır. Kendilerinin bulunamaması, korudukları gizem yine kadınlar başta olmak üzere, Türkiye’nin her yanından insanın dikkatini çekmiştir.
Direniş konusunda medya da sınıfta kalmış, yapılan polis-hükümet şiddetini katiyen göstermemiştir. Bazı kanallar penguen belgeseli yayınlayacak denli ileri gitmiştir. Böylelikle; siyasetle hangi noktada dirsek teması yapıldığı, kimin paraya para demediği, korktuğu ve vicdanından çok isminin derdine düştüğü şefaflaşmıştır. Halk TV ve daha sonra bir grup tarafından kurulan Çapul TV üstünden direnişin gücü ortaya serilmiştir. Halk TV ilk günden beri tüm şehirlerden görüntülere yer vermiş, yılmadan canlı yayınlarına devam etmiştir. Dolayısıyla, RTÜK’ün ‘‘Her Yer Taksim, Her Yer Direniş’’ hakikatini seyircilere aktarmaya çalışan dört kanala (Halk TV, Çapul TV, Cem TV, Em TV) ceza kesmesi normaldir. Normal olanın her zaman doğru sayılmadığını belirtirsek, CNN International’ın Taksim’den neden canlı yayın yaparken şu ifadeyi kullandığını da rahatlıkla anlarız: Türk halkı kendi medyasından çok, bizim haberlerimize güveniyor. Çünkü, Türkiye’deki medya Taksim Gezi Parkı Protestoları’nı yayınlamıyor.
Kürt’ün Türk’le, geyin homofobikle, ateistin İslam dinine mensup olanla, BDP’linin MHP’liyle, başörtülüsünün dekoltelisiyle, sanatçısının halkıyla yan yana durduğu onurlu bir Türkiye ortaya çıkmıştır. Aslında, orada yaşananlar ve dünyayı bile şaşkınlığa uğratan bu özgünlük kendiliğinden fışkırmış ve ilk ağacın köklerinden beslenerek çok dallı, çok yapraklı bir demokratik ortama, birlikteliğe dönüşmüştür.
Meydanlara inemeyenler de, aşı-işi temsil eden tencere-tava-kaşıklarla her gece saat 21:00’de ritim tutarak, ‘‘hükümet istifa’’/‘‘her yer Taksim, her yer direniş’’ diyerek sambavari danslarla balkonlardan taşmışlardır. Kornalar çalınmış, bayraklar asılmıştır. Göklere barış, birliktelik, güzel günler için uçurulan Çin balonları da kuşlara ve sonsuzluğa yollanan selamlardır.
BUGÜN GEZİ PARKI’YLA BAŞLAYAN DİRENİŞ, TÜRKİYE TARİHİNİN EN ÖNEMLİ SEVGİ VE BERABERLİK HAREKETLERİNDEN BİRİ OLARAK ANIMSANACAKTIR.
HATTA, ÜNÜ TÜRKİYE’Yİ DE AŞAN BU HAREKET; Slavoj Žižek, Noam Chomsky, Alain Badiou gibi entelektüelleri, Patti Smith gibi şarkıcıları da etkilemiş ve İngilizce literatüre/ İngilizce’ye ‘‘çapul’’, ‘‘çapulcu’’ gibi sözcükler ‘‘chapulling’’le beraber girmiştir. (‘‘Everyday I’m chapulling’’ duvar yazısını anımsayalım. Recep Tayyip Erdoğan, birkaç çapulcu diye ötekileştirdiği için direnişçileri…)
Çapulcular adı altında sağdan soldan, her fraksiyondan kaynaşan insanlar –arada, azınlık denecek sivriler, provokatörler dışında- beraberce iktidara ve onun emrindeki polis şiddetine karşı parkı kahramanca savunmuşlardır. Orayı komün yaşamın bir parçası haline dönüştürmüşlerdir. Bedava kitaplar, yiyecekler, barınma, ecza ihtiyaçları vb… Türk Tabipleri Birliği, Türkiye Barolar Birliği, İnsan Hakları Derneği gibi yapılanmaların desteği… Hep beraber bir direnişe karşı nasıl koordinasyon sağlandığını da kanıtlamıştır.
O kalabalık, kendisini seçmeyenlerin de temsilcisi olması gereken (!) Recep Tayyip Erdoğan’ın siz yüzde elliyseniz bizim de evde tuttuğumuz yüzde ellimiz var, ne yaparsanız yapın biz kararımızı verdik, bir avuç çapulcusunuz gibi aşağılayıcı söylemleri karşısında beklenmedik bir zamanda kenetlenivererek, ülkedekilere umut aşılamıştır.
İşin en önemli kısmı da budur. Sosyologların, göstergebilimcilerin, dilbilimcilerin, iletişimcilerin incelemesi gereken aralık burasıdır. Çünkü; iki binli yıllarla birlikte bilgisayar kullanan, mizahtan anlayan, hazırcevap, dünya sinemasını ve müziğini takip eden bir nesil yetişmiştir. Bu nesil kadın-erkek oluşları/ilişkilerini, eğitimi, cinsel kimliği, sanatı/ estetiği yeniden dönüştürür hale gelmiştir.
O yüzden, etraf ışıl ışıldı. O yüzden, bir zamanlar 68’ler-78’ler diye anılarını anlatanlar, sol soslu demeçler verenler, gençliği apolitize diye öteleyenler, kendilerini kahramanlaştıranlar, abartılı devrim şiirleri yazanlar alanlara çokça akın edemediler. Onlar da yeni neslin dilini/kodlarını/enerjilerini/çok renkliliğini çözemediler ve eski argümanlarıyla köhne köşelerinde gelenekçi ilişki ağlarını kurdular. Öz eleştiriyi de yapmalılar… Herkes kendi meşrebince, konumunca öz eleştirisini yapmalı…
3) MESELENİN SALT AĞAÇ DEĞİL, SİSTEM SIKIŞMASI OLDUĞUNUN ANLAŞILMASI
İşsizlik oranının giderek artması, özelleştirmeler, eğitimin parasız olmasına dair istek, yabancı dil öğrenmenin liselere-üniversitelere devlet eliyle daha ileri seviyede sokulması, ana dil hakkı, kredi kartı mağdurları; kadrolaşmalar, yeni-İslamcı-zengin sınıfların oluşması, başbakanın işçisinden kadınına, öğrencisinden emeklisine herkesi haşlama hakkını kendinde görmesi, HES’ler, yeşil alan darlığı, çarpık kentleşmeler, halk istemediği halde Suriye’ye karşı yapılan kışkırtmalar, ABD’yle ve İsrail’le yapılan yanlış temaslar, neo-Osmanlıcılık balonu, Uludere ve Reyhanlı olayları, içki-kürtaj gibi şahsi özgürlükleri yasaklama çabaları bardağı taşıran damlalardan birkaçı oldu.
Halkın vergisiyle beslenen, halkı temsil etmesi gerekirken kendileri giderek zenginleşen, ‘‘ABDestli kapitalizm’’/‘‘Nurjuvazi’’/‘mücahitlikten mütteahhitliğe’’ (kavramlar Eren Erdem’den alınmadır) yükselen insanların fazlalaşması ve bir sınıf/ümmet/topluluk oluşturması; İslamcı’ların ve İslami kesimdeki entelektüel-aydın kitlenin edebiyattan siyasete, medyadan sosyal yaşama değin birbirlerini kollayıp, diğerlerini görmemesi % 50’yle nitelenen kitleyi çileden çıkarmaya sebep oldu.
Kendi taban kitlesi % 17-20 arası diyelim –ki, o bile fazla- olan bir partinin bizim de % 50’miz var gibi bir savunmayla çıkması; yetmez ama evet’çilerle beraber liberal destekçilere duyulan kırgınlığı da arttırdı. Aslında, bu direniş tam da din, dil, ırk dışında emek-sermaye, ezen-ezilen, iktidar- halk, takiye-Türkiye İslam’ı (kültürel Müslümanlık, tasavvuf, gönül ehli İslam) karşıtlığıydı. Özne ve karşı-özneler konumlandı.
Önceki yıllarda olduğu gibi; Müslüman-gayrimüslim, Alevi-Sünni, Türk-Kürt karşıtlığıyla ve ABD-İsrail dayanışmasının ağırlıklı etkisiyle gelişen ayrıştırmaları sekteye uğratan bir direnişti. İspanya’dan, Yunanistan’dan gelen anarşist dalganın ve gelecekleri ellerinden alınan genç kalabalıkların dünya ekseninde yansımasına da tekabül ediyordu. Artık, global düzlemde de bir hareketlenme olduğunu görmemek faşizmin içe doğruluğu, kapalılığıydı.
4) 28 ŞUBAT SÜRECİNİ 31 MAYIS 2013’LE KARŞILAŞTIRMA YANILGISI
28 Şubat sürecini 12 Eylül’le karşılaştıranlar olduğu gibi, 31 Mayıs 2013’teki Taksim direnişiyle karşılaştıranlar da çıktı. Hatta; Myanmar’da Müslüman’lar yakılırken neredeydiniz söylemlerini de ara ara görmek, bazılarımıza ya sabır-alakaya acayip kel dedirtti.
Tabii, her dönemin kendi içinde mağduriyetleri olmuştur. Lakin, dönemleri anakronik şekilde çorba yapmak ve kindarlık üstünden yürütülen söylem Türk mayasındaki İslam söylemiyle örtüşmemektedir. Afganistan, Arabistan gibi ülkelerdeki İslam’dan bahsetmiyorsak eğer… Tecavüze uğrayan kadının bile taşlanarak öldürüldüğü…
Öyle ki; 1997’de yaşanan kimi fişlemeleri yahut 1999’da başörtülü kızlara ve mecliste Merve Kavakçı’ya yaşatılan olayları tasvip etmemiz asla mümkün değildir. On senelik süreç boyunca AKP iktidarının da başörtüsüne çözüm getireceği ve orta yolu bulacağı yerde, kızları yarı peruklu yarı örtülü şekilde, garip bir çözümle üniversitelere sokması ve o cenahın kadınlarının gerek kendi kadınlıklarını, gerek başörtülerini hem siyasi hem entelektüel düzeyde, özgün ve bağımsızca savunamamaları kafamızda soru işaretlerine yol açmıştır. Konca Kuriş gibi İslam’ın kadın yüzünü temsil eden isim konusunda sessiz kalınması da, niyetleri bir nebze olsun anlamamıza ipucu olmuştur. Ayşe Sucu, yaptığı olumlu işler yüzünden –nasıl bir ters orantıyla çalışıyorsa kafaları- Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan uzaklaştırıldığında seslerinin çıkmaması da…
Özgürlüklerinin, ibadet serbestliklerinin kısıtlanmaması gerektiğini düşünen bir partinin içki, kürtaj, cinsel oluşlar, sanat vb. konularında kısıtlamalar yapmaya çalışması da bu ülkenin iç dinamiklerini tetiklemiştir. Yoksa; askeriyedeki paşa vesayetlerinin, CHP özelindeki Kemalist ihale-kadrolaşmalarının, 28 Şubat temsilinin ve ordu evlerine başörtülülerin alınmamasının saçmalığı da aşikârdır. Ama; bunun rövanşının hukuku aşacak skandallar üstünden gerçekleştirilmesi, mevcut hükümet döneminde yargıya olan güveni de sarsmıştır. Yargının vicdana gereksinimi vardır, adalete. Kavgaya, öce, yanlılığa değil!..
Mevcut gelişmelerin hiçbiri; ortalama 1980-1990 doğumlu gençlerin çoğunluğu oluşturduğu kesime çıkarılan çarpık faturayı haklı göstermemektedir. Onlar da değişen dünyayla birlikte, kendi sözlerini söyleme ve kabuk gerontokrosiyi kırma hakkına sahiplerdir. İyi de etmişlerdir!..
Gezi hareketi içinde başörtüsü meselesinin, dinin ve inanç özgürlüğünün de hassasiyetle irdelenmesi gerektiğini düşünenler vardır. Çoğunluktadırlar. ‘‘Devrimci Müslümanlar’’ gibi oluşumlar başta olmak üzere, AKP kurucularından başörtülü Fatma Bostan Ünsal ve yine, başörtülü yazar/araştırmacı Hidayet Şefkatli Tuksal dahil kimi isimler bile park direnişi dahilinde olanlara karşı müdahalenin sert kaçtığını ve bu uyanışın gerekli olduğunu belirtmişlerdir.
Dolayısıyla; 1997’de yaşları ortalama 15-17 olanlardan veya o dönem çocukluklarını yaşayanlardan, hatta doğmayanlardan, siz de 28 Şubat olduğunda neredeydiniz gibi hesaplar sormak gülünçtür. Direnişin hakikati birleştiriciliğidir. Bölücülüğü değil!..
Keza; camide içki içiliyormuş ve toplu seks yapılıyormuş gibi bir kesimin inançlarını rencide edip, diğer kesimi harekete geçiren velveleleri ortaya atmak da gereksizdir. Yalan söylemler ve onların tiyatral sunumluğu zaten görülmüştür. Kimileri olayları parodileştirmişlerdir. İç savaş çıkarmaya çalışacak ötekileştirmeler hayli gereksizdir. Irak’ta postallarıyla Amerikan askeri camiyi dağıtırken görmemeye yatanlar veya sesleri cılız çıkanlar tarafınca bir de…
Bu yönde, zaten başörtülü kadınlar ve yazarlar çoğunlukla suskun kalmayı veya az ses çıkarmayı tercih etmişlerdir. Tıpkı, İslami cenahın kimi aydın, entelektüel isimleri gibi… Çünkü; kimin neyin mücadelesini verdiği, kimin neye-niçin zulmettiği, şiddetin orantısızlığı meydandadır. Ancak, söylem çevirtilerek veya geçmişe referans yapılarak kışkırtma yaratılmaya çalışılmış; lakin, gerek Türkiye, gerek dünya çapında bu hareketlerin hiçbiri pek dikkate alınmamıştır. Nitekim; komik, şablonik ve dar açılı bakışlardan artık bir şey çıkmayacağı anlaşılmıştır.
5) İSTANBUL KAPİTAL BAŞKENT VE ANKARA POLİTİK BAŞKENT
Başından beri, bu hareketin Gezi Parkı lokal düzleminde tutulmasının yanlış olacağını belirtmiş; TEKEL direnişi benzeri bir bilinçlenmeyle yayılması gerektiğini savunmuştum. Mesele ağaçların ötesinde, sistem sıkışmasının ve para-güç kimsedeyse Süleyman odur ayrımcılığının bıçağı kemiğe dayadığı noktada patlamıştır. İktidarın halka yaklaşımı –daha önce de biber gazı, cop, tutuklamalar, hukuksuzluklar, hak yemeler olmuştur- hep aynı sertlikte gelişmiştir.
İstanbul Türkiye’nin kapital başkenti olduğu için, orada yaşananlar halkın maruz kaldığı zorlukların prototipini oluşturmaktadır. Ankara ise Cumhuriyet’in temsil ettiği değerlerin orta noktasında bulunsa ve Anıtkabir, TBMM benzeri politik yapıları barındırsa da; iktidarın Cumhuriyet’ten rahatsızlığı daha çok sermaye üstünden şekillenmiştir. Bugün, rejimi yıkmaya yönelik çalışmalar yapıldığı eleştirileri doğrudur. Fakat; yıkacakları rejim yerine getirecekleri düşünülen rejimin ana derdi İslam değil, paradır. Şatafatlı AVM’lerin, yapıların, camilerin onların döneminde artması kapitalizmin ekmeğine yağlar, ballar sürmüştür. Sosyal devlet, sağlık-eğitim alanlarında özelleştirmeler ayyuğa çıkmış yahut çökmüştür. Halkın bel kemiğini meydana getiren öğrenciler, memurlar, emekliler, işçiler, kadınlar, gençler mağdur edilmişlerdir.
O yüzden, en sert müdahaleler –Melih Gökçek tiranlığını da es geçmeyelim- Ankara’da yaşanmıştır. Orası zaten doku olarak da aşırı milliyetçi, İslamcı, eril çoğunluğun olduğu bir bozkır havasındadır. İstanbul ise, yabancıların da ilgisini çeken ve heterojen oluşumların-tarihin bir arada bulunduğu kozmopolit bir yerdir. ‘‘Her Yer Taksim, Her Yer Direniş’’ sloganıyla olması gereken, Türkiye çapında eşit gelir dağılımının ve sosyal devlet koşullarının yayılımıdır. Her şehirde aynı refahın görülmesi temennisidir, davasıdır. Bunun dinle, etnik kimlikle ilgisi bulunmamaktadır.
Tüm sebeplerle; Gezi Parkı üstüne verilecek her karar, yapılacak her referandum artık ülkenin her vatandaşını da yakından ilgilendirmektedir. Ölümlerin olduğu, körlüklerin/görme kayıplarının yaşandığı, kafa travmalarının geçirildiği, post travmatik stres bozukluklarının nüksedeceği yerde, olayı popüler sanatçılarla ve plebisite kayacağı belli olacak bir referandumla örtmeye çalışmak, mücadelenin ne uğruna yapılacağını da sorgulatacaktır.
Umudumuz; başka hangi partiye oy verelim alternatif mi var zincirinin kırıldığı, herkesi GERÇEKTEN kucaklayacak yürekliliğe, -hatta İslam bile olsa- inanca sahip olabilecek bilinçlenmelerin dalga dalga yayılmasıdır.
Türkiye’deki seçmen ortalaması göz önüne alındığında; Doğu, Güneydoğu, Orta Anadolu, Marmara, Ege gibi bölgelerin farklılıkları ve bölgeler içinde dahi şehirlerin dokularının değişebilirliği bizi muallakta bırakmaktadır.
GEZİ PARKI DİRENİŞİ HER NE OLURSA OLSUN HİÇBİR ŞEYİN TAM ANLAMIYLA ESKİSİ DENLİ GELİŞMEYECEĞİ, MASKELERİN ARALANDIĞI YAHUT DÜŞTÜĞÜ, TÜRKİYE’Yİ VE DÜNYAYI HEYECANLANDIRAN ONURLU BİR KENETLENME ŞEKLİNDE TARİHE GEÇECEKTİR!..
SON SÖZ, ATFEN METNİN BAŞLIĞINA DOĞRU UZANIR:
‘‘HER YER TAKSİM, HER YER DİRENİŞ’’TİR!..
Neslihan Yalman