Sıfır, sayılar/şekiller dünyasının hiçliğidir.
Siyah, renkler dünyasının hiçliğidir.
Sessizlik, sesler dünyasının hiçliğidir.
Hiçlik, akıldan doğar.
Hiçlik, aklı sonsuzluğa açar.
Varlık, hiçlikten doğar.
Hiçlik ve varlık, merak duygusundan doğar.
Merak duygusunu, diğer duygular harekete geçirir.
Diğer duyguları, “sonsuz yaşam aşkı” harekete geçirir.
Öyleyse, her şey aşktan doğar.
Derlerse ki aşk nereden doğar?
Deriz ki hiç doğmadığı halde hep var olan nedir?
***
Görülmüş, işitilmiş, dokunulmuş, koklanmış, tadılmış, sayılmış, sevilmiş, yüreklere nakşedilmiş, hafızalara işlenmiş, dile kaydedilmiş, DNA’larla kodlanmış herkes ama herkes, her şey ama her şey, toprağa karışıp toz olup tozusa da yanıp külü göğe savrulsa da kaybolmaz asla. Kısacası akla düşmüş, dile getirilmiş olan her şey (hiçlik bile) vardır ve gerçektir ebediyen; aşk gibi… Öyleyse yok yoktur var olmuşsa… Öyleyse var olan hep vardır sonsuzca… Öyleyse her şey şimdi’de her şey çok yakın…
***
Yaşınız ne olursa olsun, soru sorabildikçe, capcanlı duygularınızla, merakınızla ve mantığınızla yaşamdasınız ve ölümden uzaksınız demektir. Ancak duygularınız körelmişse, buna bağlı olarak merakınız zayıflamışsa, buna bağlı olarak da mantığınız atıl durumdaysa, yaşınız ne olursa olsun siz yaşayan -yarı- ölüsünüz demektir. Duygulanabiliyorsanız yaşıyorsunuz. Duygularınız zayıflıyorsa, ölüme doğru yol alıyorsunuz. Çünkü mutlak duygusuzluk halidir ölüm. Öyleyse, duygularınızı canlı tutun, mantığınız hep genç kalsın.
***
Kaç türlü kırılma vardır kim bilir…
Kaç türlü olursa olsun, iki ortak özellikleri vardır:
Bir, darbeyle olurlar; iki, geri dönüşleri zor, bazen imkânsız olur…
Tıpkı kırılmış kalpler gibi…
Bundan dolayı olsa gerektir ki Yunus;
“Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil.
Yetmişiki millet dahi
Seni yumaz değil.” uyarmış.
Son olarak: İçinizdeki kırığı başkalarını kırarak onaramazsınız.
***
Douwe Draaisma, Bellek Metaforları (Metis) adlı kitabında şöyle diyor: “Sorel, Güney Denizleri’ne yapılan hayali bir yolculuğu anlatırken, sesli mesaj bıraktıkları süngerleri göndererek birbirleriyle iletişim kuran bir halktan bahsediyordu. Süngeri alan kişi içindeki sesi, süngeri kulağına tutup sıkarak duyar.” Sorel’in hayal ettiği sünger-mektup, sesi nasıl saklayıp, sıkınca nasıl geri verir bilemiyoruz. Ancak muhakkak ki sesi kaydedip, tekrar geri alma fikrini insanoğlunun aklına düşürdüğü için önemlidir. Sünger-mektup hayali olmasaydı, fonografı, teybi, pikabı, dijital ses kayıt ve dinleme cihazlarını ve daha gelişmişlerini icat edemezdik.
***
Çocukluğumda biçerdöverlere hayrandım. Bizim aylarca yaptığımız; orak biçme, taşıyıp harman yapma, dövme, tınaz savurup taneyi samandan ayırma işlerini, biçerdöverler birkaç günde bitirirlerdi. Bir taraftan buğdayın girip, öbür taraftan unun çıktığı değirmenlerin pata pata sesi de bana müzik gibi gelirdi. Ya düzgün, okunaklı ve hızlı yazı yazan daktiloların tıkkada tıkgak sesleri, telefonlar, televizyonlar. Hele devasa bir makineler organizasyonu olan fabrikalar. Sessiz sedasız çalışıp, her türlü bilgiyi depolayıp işleyen bilgisayarlar. Yerine göre cerrah olup ameliyat, yerine göre işçilik yapan robotlar. İnternete, yapay zekâya ve nihayet nesnelerin internetine ne demeli… Oldum olası makineleri sevmişimdir. Ayrıca diğerleri: barajlar, enerji santralleri, otoyollar, köprüler, tüneller, gökdelenler, otomobiller, uçaklar, transatlantikler ve daha sayılamayacak kadar çok nice niceleri… Hem sürekli gelişiyorlar hem de yenileri icat ediliyor. Hepsi ama hepsi durmaksızın çalışan insan aklının kendisi, gözle görülür elle tutulur, “ete kemiğe bürünmüş” halleri. Önce bilgi olarak akılda oluşuyorlar, sonra yine akılda tasarlanıyorlar, sonra da alet, makine, tesis, yapı vs. biçiminde “gözle görülür” hale geliyor. Aklı somut olarak görmek istiyorsanız aletlere, makinelere, tesislere, yapılara vs. bakınız. Aklın tarih boyunca kat ettiği mesafeyi görmek istiyorsanız, bugünkü alet, makine, tesis ve yapıların soyağacını çıkarın. Aklınıza hayranlığınız bir kat daha artacaktır. Hele bir de geçmişten bugüne aldığı mesafeye bakarak, gelecekte aklın nerelere ulaşabileceğini düşünürseniz… Belki de çocukluğumda biçerdöverleri, değirmenleri hayranlıkla seyrederken, asıl hayran olduğum şey aklımdı…
***
İnsanların kişilik haklarını ayaklar altına alan, yaşamlarına kast eden bütün saldırıları “insanlık-dışı” olarak niteliyoruz. Ancak, “insanlık-dışı” olarak nitelediğimiz bütün saldırılar, tarih boyunca hep yaşanmış ve yaşanmaktadır. İnsanlar “insan” oluşundan beri hep birbirlerinin mallarını mülklerini ellerinden almışlar, canavarca canlarına kıymışlar, katliamlar, soykırımlar yapmışlar, birbirlerini mülk edinerek köle yapmışlar; serfleri işçileri boğaz tokluğuna tarlalarda fabrikalarda çalıştırmışlar. Bütün bunlar insanlığın içinde olup bittiğine göre, bu musibetlikler “insanlık-içi” değil midir? Hayır hayır hayır! Hiçbir musibetlik insanlık içi değildir. Çünkü hiçbir canlı ölmek için dünyaya gelmez. İnsan da ölmek için değil, hep yaşamak; sonsuz yaşamak için dünyaya gelir. Hep yaşama, sonsuz yaşam yönelimi, bütün canlılar gibi, insanın “canlı-olma” doğasından gelir. Bu nedenle “yaşama hakkı” bütün insanların temel hakkıdır. Öte yandan, yaşama hakkına müdahale, sadece dar anlamda vücut bütünlüğüne saldırıdan ibaret olmayıp; zorla (siyaseten) insanların yaşamda kalma ve yaşama olanaklarına (iş gücüne, düşünme gücüne, toprağına, tarlasına vs.) el konularak, sömürülmesi, yoksulluğa, açlığa mahkûm edilmesi de yaşama hakkına müdahaledir. Bu nedenle yaşama hakkı, insan haklarının “anası” olup, diğer bütün insan hakları yaşama hakkının türevidir. Sonuç: İnsanlığın içinde cereyan edegelmiş olmakla birlikte, yaşama hakkına her türlü müdahale, “insanlık dışı” olup, insanlığın içinden çıkarılıp atılması gerekir. Demokrasi mücadelesinin diğer adı yaşama hakkı mücadelesidir.
***
Sen, milyonlarca yıllık biyolojik evrim sürecinde, en üstün zekâ olarak belirmişsin. Sen, binlerce yıllık kültürel evrim sürecinde, geometrik dizi ile artan bilginin mirasçısı olmuşsun. Sen, yine binlerce yıllık kültürel evrim sürecinde geliştirilen “insani” ahlak değerlerinin mirasçısı olmuşsun. Bütün bunlarla donanarak, sen bir dev olabilir, bir dev olarak yaşayıp; ömrünü bir dev olarak tamamlayabilirsin. Ancak, hâlâ üstün zekânı kullanmıyorsan; akıl almaz bilgi mirasını devralıp taşımıyor, hatta yenilerini eklemiyorsan; insani ahlak değerlerinden yoksun olarak, kötülüklerle, duyarsızlıklarla ve hatta kölece cüce yaşayıp, cüce ölüyorsan; bu senin yaşamının ve kendi yaşamın üzerinden diğer insanların yaşamının değerini bilmeme kabahatin, duruma göre suçundur. Hiçbir kimsede kusur arama…
***
En gelişmiş dil ile de konuşulsa, söz, içte yaşananları ne kadar dile getirebilir; özellikle de duygu dünyasında yaşananları? Hele sözün, dile getirendeki bağlamı ile muhataptaki bağlamı çok farklı ise ve hele de karşılıklı konuşma değil, birkaç satırlık yazı ise… Bazen öyle olabilir ki aynı dil ile konuştuğunu sananlar, aslında farklı diller ile konuşuyorlardır. Bu yüzden zinhar anlaşamazlar.
***
“Dış dünya” dediğimiz şey, akıl tarafından, mantıksal formlarla aklın içine alınmışsa, “aklın dışında bir dış dünya”dan söz edebilir miyiz? Öte yandan, “dış dünya”ya baktığımızda, mantıksal formlarla kurulmuş bir kavramlar sistemi görüyorsak ve bundan dolayı, gördüğümüz şey bizim içimiz ise “iç dünya” nerede?
***
Ortaya atıldığında doğayı ve toplumu açıklayıp, insanlara doğru yolu göstermekteyken, daha sonra doğayı ve toplumu daha iyi açıklayan yeni düşünceler tarafından yerinden edilmiş, böylece geçerliliğini yitirmiş, yani “ölmüş” olmakla birlikte, yeni düşünceyi kavrayamamış insanların bilincinde yer alarak yaşamaya devam eden düşünceleri, “hayalet düşünce”, dünyaya ve topluma hayalet düşünce ile bakanları da “hayalet düşünce taşıyıcısı” olarak adlandırıyorum. Hayalet düşünceyi, yaşayan düşünceden ayırt etmenin kriteri, doğaya ve topluma ilişkin açıklamalarıdır. Doğayı ve toplumu açıklamada yetersiz kalmış olan düşünceler hayalet, diğerleri yaşayan düşüncedir. Hayalet düşünceler, yaşayan düşüncelere saldırıp yok etmeye kalktıklarında da vampir ya da zombi düşünceye dönüşürler.
***
Anlam bir keşif midir icat mıdır? Anlam, insan aklına dışsal, kendi kendine bir şey de akıl onu keşif mi ediyor yoksa şeylerin kendi kendine anlamı yok da akıl onlara anlam mı yüklüyor? Örneğin “taş”ın taşıdığı, kendi kendine bir anlamı mı vardır yoksa akıl ona anlam mı yükler? Örneğin, doğada kendi kendine işleyen bir diyalektik mi vardır yoksa aklımız doğaya diyalektik bir anlam mı yükler?
***
Acıklı olaylara, “trajik” nitelemesinin yerli yersiz kullanıldığına -sıkça- tanık olmaktayız. Her acıklı olay trajedi değildir. Bir olaya “trajedi” denebilmesi için; aynı zamanda, iki yüksek değer arasında seçim yapma mecburiyeti ile karşı karşıya kalma durumunun oluşması gerekir. Brutus’ün, Sezar’a suikasttan yargılanırken, Senato’ya yaptığı savunmasında ifade ettiği; “Romalılar! Ben Sezar’ı çok çok severdim. Hiç kimse Sezar’ı benim kadar sevemezdi. Ancak ben Roma’yı da çok çok seviyordum. Bu durum karşısında, Roma için Sezar’ı feda etmek zorunda kaldım.” durumu, tam bir trajedi örneğidir. “İki yüksek değer arasında seçim yapma mecburiyeti” durumuna uymayan olaylar, ne kadar acıklı olursa olsun “trajik” değildir
***
Sokrates (MÖ 469-399) neden idam edildi? Yaygın olarak “gençleri dinsizliğe özendirdi” diye bilinir. Ancak bu, bize göre, yüzeydeki idam nedeniydi. Antik Yunan felsefesinin başlarındaki “doğa felsefesi” akımını, “sofizm” denilen akım izledi. Sofizmi, “her şeyin ölçüsü insandır” diyen Protogoras (MÖ 481- 420) başlattı. Sofizm ile birlikte, “bilgili” olmak moda haline geldi. “Sofist” denilen; parayla bilgi öğreten, gezici “bilgi satıcıları” türedi. Sokrates de sofizm akımı içinde bir düşünürdü. Ancak Sokrates, rivayete göre, özellikle sofistleri sorgulamaya başladı. Onlara, diyalog yöntemiyle, birbirinin içinden çıkan sorular sorup cevaplar alıp, tekrar sorular sorarak bilgilerinin ne kadar sığ olduğunu, aslında “bilgici” değil, “bilgiç” olduklarını gösterir, “sofistleri” madara eder, karizmalarını çizerdi. Tabii ki daha önemlisi; karizmaları çizilen bilgiciler, bilgi de satamayarak ekmek teknelerini kaybetmiş olmalıdırlar. İşte, bize göre, Sokrates’in idamının asıl nedeni, karizmalarını çizdiği bilgicilerin husumeti ve düşmanlığı olmalıdır.
***
Felsefe tarihinin “sinapslarına” dikkat! Bildiğiniz gibi “sinaps”, sinirbilim terimi olup, “iki sinir hücresi (nöron) arasında yer alan ve uyaranların birinden öbürüne, kimyasal iletiler aracılığı ile aktarılmasını sağlayan işlevsel bağlantı bölgesi”dir. Felsefe tarihinin “sinapsları” ise, her sonraki düşünürün, kendinden önceki düşünürlerin felsefesinde “sorun” olarak gördüğü hususlara sorduğu sorulardır. Çünkü felsefe tarihi, yaygın olarak yazıldığının ve öğretildiğinin aksine, kronolojik olarak sıralanmış bir düşünürler ve düşünceler yığını değildir. Felsefe tarihi “toplumsal aklın özgürlüğünü keşif süreci” olup, her sonraki düşünürün, öncekilerin felsefesine soru sorup, sorularını cevaplayıp, böylece öncekileri açıp aşması suretiyle gelişmiştir. Böylece, “toplumsal aklın taşıyıcıları” olan düşünürler, tarih boyunca birbirlerine “soru-sinapsları” ile bağlanmışlardır. Eğer felsefe tarihi, soru-sinapsları üzerinden okunursa, çok daha anlamlı ve sistematik olarak anlaşılabilir. Örneğin Descartes ile Rönesans arasındaki, Spinoza ile Descartes arasındaki, Aristoteles ile Platon arasındaki, Gazzali ile Meşşailer (Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd) vs… arasındaki soru-sinapslar bilinirse, felsefe tarihi daha anlamlı, sistematik ve anlaşılır olur.
***
Mantık kitaplarında üç akıl yürütme türü sayılır: tümdengelim, tümevarım ve analoji. Bu üç tür akıl yürütme, birbirinin alternatifi değil, tamamlayıcısıdır. Akıl, gözlem, inceleme, deney vs. yollarla elde ettiği bilgileri, beş mantık formu ile (cins, tür, ayırım, türsel ayırım, ilinti) en tekilden en genele (örneğin parçacıktan varlığa) doğru giden “bilgi sistemi” haline getirerek, evrenin modelini kurar. Bu süreçte, tümevarım (ve analoji) kullanılır. Bilgi sistemi kurulurken, kavramların “açık ve seçik (efradını câmi, ağyarına mani)” olması gerekir. Ancak, sistemin kuruluşu sırasında, olgusal ve/veya mantıksal bir yanlışlık yapılmış, örneğin yarasa türü, kuşlar cinsinin altında yer almış olabilir. Böyle yanlışlıklardan arındırmak için de, tümevarım ile kurulmuş olan bilgi sisteminin kavramları, en genelinden başlanarak, birbirinden türetilir. Bu süreçte kullanılan akıl yürütme de tümdengelim(ve analoji)dir. Tümdengelim, bir nevi denetim ya da sağlama yapma süreci olup, süreç sırasında, -varsa- bilgi sitemindeki olgusal ve mantıksal yanlışlıklar açığa çıkarılıp giderilerek, bilginin doğruluğu ve güvenilirliği sağlanır. Tümdengelim, Aristoteles tarafından keşfedilip, kurulan Formel Mantığın (ya da Klasik Mantığın) akıl yürütme yöntemi olup, bu yöntemle yeni bilgiler edinilmez, edinilmiş bilgiler doğruluk testinden geçirilir.
***
Nerede kaybettin ey insanoğlu; Dionysos şenliklerinde çılgınca dans edip sevişerek yaşadığın doğal, doyumsuz aşkı? Yoksa bir avuç toprağı çitle çevirip, “burası benim” derken, “adalet” ile birlikte “aşkı” da oracığa gömüverdin mi? Öyle derinlere gömmüş olmalısın ki yüzyıllardır kazdığın halde, hala bulamadın… Tam bulduğunu sandığında, yeniden yeniden yeniden kaybettin… Ah senin bu doymak bilmez aç gözlülüğün; en büyük aptallığın…