Search
Close this search box.

Laiklikten Geriye Dönüş: Türkiye’de Dinin Yükselişi ve Siyasal İslam-Haluk Başçıl

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Giriş

SSCB’nin dağılması ile sol düşünceye yönelik yoğun ideolojik saldırı temelinde yürütülen neo-liberal emperyalist politikalar tüm ülkelerde dinin yeniden yükselişine yol açar. Bu arada dinin –İslamcılığın-yükselişe geçirilmesinin Sovyetler Birliği’ne karşı Soğuk Savaş döneminde yürürlüğe sokulan Yeşil Kuşak Projesiyle gündeme getirildiğini unutmayalım. Hem Hristiyan toplumlarda hem de Müslüman toplumlarda dine yönelme giderek artar. Polonya’da rejim değişikliği, Berlin duvarının yıkılışı ve iki Almanya’nın birleşmesi, SSCB’nin dağılması sürecinde aktif rol üstlenen Papa II. John Paul’ün tüm dünyada yaygınlaştırdığı açık hava ayinlerine katılan kalabalıklar bunun bir göstergesidir. 1963-1978 döneminde Papa Paul IV, 15 yılda 12 ülkeyi ziyaret eder. Daha sonraki Papa Jean Paul II ise 1978-2005 yılları arasındaki 28 yılda 123 ülkeye gider. Kısacası Hıristiyanlık bir yandan, Müslümanlık diğer yandan yükselişe geçer. (Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Doğu Avrupa ülkelerinin kapitalizme dönmeleriyle birlikte bu ülkelerin bir kısmında Ortodoksluk’un yeniden yürürlüğe sokulduğu bir gerçektir. )

Bu toplumsal gelişime ABD ilgisiz kalmaz. Hem bu gelişmeden yararlanmaya hem de onu kendi ihtiyaçlarına uygun kılmaya yönelir. ABD’nin politika üretim merkezlerinde laiklik ve dinin toplumdaki yeri, ‘Yeni Dünya Düzeni’ politikalarına uyumlu olarak yeniden ele alınır. Burada üretilen ‘medeniyetler savaşı’ teorisi, ulus devlet tarihinin revizyonu (Vestfalya tarih tezi), Siyasal İslam (ılımlı –radikal İslam), laikliğin yeniden tanımı, laiklik kavramının yerine sekülerliğin ikame edilmesi vb. dalga dalga diğer ülkelere doğru yaygınlaştırılır.

ABD Dışişleri Bakanlığı bünyesinde oluşturulan Dış Ülkelerde Din Hürriyeti Danışma Komitesi (ACRFA) ve Uluslararası Din Hürriyeti Bürosu ile birlikte Din ve inanç hürriyetinin ABD dış politikasında birincil önceliğe sahip olmasını ABD’nin dış politikasında öncelikli olarak yer alır. ABD’nin bu politikası başta Türkiye olmak üzere, Orta Doğu’da siyasal İslam’a iktidar yollarını açarken, bölgede mezhep savaşlarına da zemin hazırlar.

Ülkemizde 12 Eylül faşist yönetimi ve Özal’la başlatılan ABD kaynaklı dinci siyasa; 1990’ın ikinci yarısında Refahyol hükümetiyle iktidara ortak olan siyasal İslam, ‘AKP projesi’ ile birlikte hem devletin hem de Müslümanların İslamlaştırılmasında önemli bir işlev üstlenir.

Bu araştırmada, ABD politika yapıcıların İslam ve Türkiye üzerine hazırladıkları raporlardan yola çıkarak ülkemizde Siyasal İslam’ın gelişimi ele alınmaya çalışıldı. Altı ana başlık altında hazırlanan bu çalışmanın ülkemizdeki laiklik tartışmalarına ve mücadelesine katkı sağlamasını diliyorum.

 

  1. ORTA-DOĞU’DA DİNİN YÜKSELİŞİ VE SİYASİ İSLAM
  2. Soğuk Savaş Dönemi’nde İslamcılar

Birinci Dünya Savaşı’nın galibi İngiltere ve Fransa Osmanlı egemenliği altındaki Arap ülkelerini hâkimiyetleri altına alırlar. Bu ülkelerde sömürge ya da manda rejimleri oluştururlar. Yaklaşık 30 yıl sonra İkinci Dünya Savaşından bitap düşen İngiltere ve Fransa’nın Afrika, Yakın ve Uzak Asya’daki sömürgeleri üzerindeki kontrolleri zayıflar. Orta-Doğu’nun Arap ülkelerinde, Batı sömürgeciliğinin aşağılamalarına karşı milliyetçi ideolojiler ve sol- millici akımlar güç kazanır.

Graham Fuller, ‘Emperyalizm daima antiemperyalist tepkiler doğurur. Antiemperyalist hareketler, amaçlarına ulaşabilmek için, farklı zamanlarda farklı ideolojiler benimsemiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Ortadoğu’nun ideoloji sahnesine sol görüşlü milliyetçi ideoloji hâkim olmuştu.’ [1]

‘Sonuç olarak, emperyalist güce karşı gösterilen direniş, bu güçle olan hem etnik hem de dinî farklılıklara vurgu yapmaktadır. Din önemli bir fay hattı ve buna ek olarak da etnik direniş mücadelesini “kutsamanın” bir yolu olarak kullanılamaz mıydı? Elbette kullanılabilirdi ki, kullanılmıştı da. Milliyetçilikle birleşince en büyük etkiye sahip olan … İslam’ın düzenli olarak devreye sokulmaya çalışılmış olması hiç de şaşırtıcı olmasa, gerek. Oysa söz konusu olan sömürgecilik karşıtı direnişti, bir din savaşı değil. Bu direniş, uluslararası çapta uyumlu bir dinî harekete değil, her ülkenin etnik temeline dayanıyordu.’ [2]

Müslüman halkın anti-Batı tepkilerine sahip çıkan Arap milliyetçiliği, tüm Arap coğrafyasında Arap halklarının birliğini, Panarabizm idealini savunur. Temel sloganları da ‘Birlik, Özgürlük ve Sosyalizm’ dir. Sovyetler Birliği’nin anti-sömürgeci güçlere sağladığı destekle birlikte sömürgecilere ve işbirlikçisi Arap yönetimlerine karşı millici hareketler hızla yükselir.

Fuller, ‘Ortadoğu’da İngilizler, “bağımsızlığını” yeni elde etmiş devletlerin çoğunun yönetimini elinde tutmak için buralarda göreve itaatkâr kişileri getiriyorlardı. Bu kişilerden ise, kendi halklarından destek görmeseler bile, Batı’nın ihtiyaçlarına ve önceliklerine karşılık vermeleri bekleniyordu. İran, Irak, Mısır ve Suriye’de Batı yanlısı yöneticiler ile onların halkları arasındaki gerilimler kırılma noktasına ulaşıp bu kişilere karşı askerî darbelerin gerçekleştirilmesiyle devrimler yaşanmıştı. Benzer süreçler Cezayir, Libya, Tunus, Ürdün ve Yemen’de de yaşanmıştı.’ [3]

Birçok ülkede, millici Arap siyasi yapıları:

  • 1956’da:Habib Burgiba’nın Destur Partisini partisinin yürüttüğü bağımsızlık mücadelesi sonucu Arap milliyetçileri,
  • 1962’de: Cezayir’de, Arap milliyetçileri Fransız sömürgeci rejimine karşı savaşarak, aşağıdan yukarıya doğru,
  • 1969’da: Libya’da, Ordunun genç subaylarından Arap milliyetçisi Muammer Kaddafi bir grup subayla birlikte Kral İdris’e karşı darbe yapar,
  • 1953’de: Mısır’da, Hür Subaylar Hareketi olarak örgütlenen Arap milliyetçileri askeri darbe ile sömürge Krallık rejimini son verirler ve
  • 1968’de: Irak’ta, Baas Partisi’nin ileri gelen bir üyesi olarak Saddam Hüseyin askeri darbede önemli bir rol oynar ve 1969’da
  • 1970’de: Suriye’de, Arap milliyetçisi Baas Partisi’nin ordudaki örgütlenmesinin kilit adamı Hafız Esad, askeri darbe ile

iktidara gelir.

Arap milliyetçilerinin (millicilerin) iktidarları ele geçirmeleri, Avrupa ve ABD emperyalizminin çıkarlarına indirilmiş birer darbeydi. Baas ideolojisi olarak kendisini ifade eden Arap milliyetçiği Orta-Doğu’da tek bir Arap devletinin kurulmasını savunur. Bu doğrultuda, 1958’de Mısır ve Suriye birleşerek Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni ilan eder. Ama bu uzun sürmez. Daha sonra 1972’de Libya, Mısır ve Suriye ‘Arap Cumhuriyetleri Federasyonu’ adı altında ortak bir devlet kurmak için anlaşırlar, ama bu da yürümez. Baas düşüncesi, Panarabizm hayalini gerçekleştiremese de Arap millicileri ele geçirdikleri iktidar aygıtlarını kullanarak yukarıdan aşağıya doğru bir millet oluşturma politikalarında önemli mesafe kaydederler. Devlet – toplum yapılanmasında laik bir sistem oluştururlar. Ekonomide ise, toplumsal eşitsizliğin azaltılması, özel mülkiyetin sınırlandırılması, yerli ve yabancı büyük özel firmaları kamulaştırılması ve özel sektörün desteklenmesi doğrultusunda devlet kapitalizmine yönelirler. Avrupa’nın emperyalist ülkeleri, geleneksel sömürgecilik politikalarına karşı çıkan, bağımsızlık ve egemenlik yanlısı millici politikalara ve bu güçlerin SSCB ile yakınlaşmasına büyük tepki gösterirler.

  • İngiltere ve Fransa, 1956’da Süveyş kanalının millileştirilmesine, İsrail ile birlikte askeri müdahalede bulunur.
  • ABD, Irak’ta Batı işbirlikçisi monarşiye karşı, 1958’de milliyetçi ayaklanma ve arkasından gelişen Lübnan, Ürdün krizinde deniz piyadelerini Lübnan’a çıkarır.
  • Arap-İsrail savaşlarında Batı İsrail’i destekler. Kısacası bölgeye yönelik ABD, İngiltere-Fransa –İsrail işbirliğine karşı SSCB de Arap milliyetçilerini destekler.
  • ABD ve SSCB’nin Orta Doğu’da karşı karşıya gelmesi ile Bloklar arası nükleer savaş ihtimali, bölgedeki çatışmaların daha ileriye götürülmesini engeller.
  • Vb…

lan O. Lesser, ‘‘Mısır devrimi, Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesi ve akabindeki İngiliz Fransız müdahalesini içeren olaylar gelir. Bu olayların arka planında sömürgecilerin çekilmesi ile Sovyet baskısı vardı ve bu da, Arap milliyetçiliğinin uzun vadeli jeopolitik sonuçları konusunda Batı ’nın endişesini artırıyordu. ikinci olarak 1973’te Arapların uyguladığı petrol ambargosu ve 1973-74 ile 1981-82’deki petrol bunalımları, bölgedeki istikrarsızlığın veya Sovyet faaliyetlerinin sonucunda Batı ’nın, ‘petrol silahı’ na ve petrol arzında meydana gelebilecek kesintilere karşı yapısal olarak savunmasız olduğu şeklinde düşünceler doğurmuştu. Yine her iki durumda da İslam faktörüne pek rastlanmıyordu. Burada hâkim olan imaj, Batı’yı çökertmeyi amaçlayan, yoksul düşmüş fanatik Müslümanlar değil, zengin ‘petrol şeyhleri’ imajıydı.(koyulaştırma y.a.) ’’ [4]

Bu dönemde ‘Batı dünyasına’, yani emperyalist devletlere karşı halkın ve ülke çıkarlarının savunulmasında milliyetçilik araçsal bir işlev görür. Millici güçler halkın antiemperyalist direniş mücadelesine sahip çıkarken, Siyasi İslam Batı ile işbirliği içindedir. İş birlikçi Müslüman Kardeşlerin toplum üzerinde politik etkisi ise sınırlıdır.

Fuller, ‘1950 ve 60 lı yıllarda Batı’nın Ortadoğu’daki çıkarlarına yönelik en büyük tehdit olarak Arap milliyetçiliğinin görüldüğünü zaman zaman unutuyoruz. Böylesi bir ortamda Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere, İran ve Suriye’deki liderleri devirmek, Mısır’ın siyasî sahnesini kendilerine göre düzenlemek amacıyla gizli operasyonlar düzenlemek zorunda kalmışlardı. Bu tarihlerin öncesinde ise, bugün kulağa hayret verici gelse de, ABD ve İngiltere İslamcıları çoğunlukla milliyetçi Arap yönetimlerini ve Sovyetlerin bölgedeki çıkarlarını zayıflatmanın silahı olarak görmüştü. (koyulaştırm y.a.)’ [5]

Millici Arap iktidarlarının SSCB ile kurduğu ekonomik-politik ilişkiler, ABD’nin Sovyetler Birliğini dünyanın diğer ülkelerini etkilemesi önleme ve kuşatma stratejine bir dizi bozucu etki yapar. ABD yönetimi millici-sol Arap hareketlerine ve iktidarlarına karşı, ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ mantığıyla, Müslüman Kardeşler (İslami yapılanmalar)ile işbirliğine gider, maddi destek sağlar. Graham Fuller, ABD yönetiminin farklı Arap ülkelerindeki Müslüman Kardeşlerle millici iktidarlara karşı işbirliğini şöyle anlatır:

Fuller, ‘Washington, 1950’lerin sonlarında Mısır’da Nasır yönetimine muhalif Müslüman Kardeşler örgütüne para sağlamış, Suudileri de aynı şekilde muhalefet etmeye zorlamıştı. Ayrıca bu örgütle birlikte çalışarak 1962 yılında Yemen’de Nasır yanlısı yönetimin devrilmesine yardımcı olmuştu. İsrail de aynı oyunu oynamıştı. İsrail, İslamcıların milliyetçilere oranla daha rahat yönetilebilir oldukları gibi aptalca bir inanç içerisinde, 1960’lı yıllarda Hamas lideri Şeyh Ahmet Yasin’i hapisten çıkarmış ve Yaser Arafat önderliğindeki Arap milliyetçisi Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)’ne karşı kullanacağı bir araç olarak İslamcı Hamas’a para aktarmıştı. Aynı İsrail 2004 yılında Ahmet Yasin’i bir suikast sonucu öldürecekti (koyulaştırma y.a.).’ [6]

  1. Soğuk Savaş Sonrası Orta-Doğu Dinin Yükselişi ve Siyasi İslam

Sovyetler Birliği’nin çözülüş sürecinde Doğu Avrupa ülkeleri Polonya, Macaristan, Çekoslovakya, Doğu Almanya, Romanya, Bulgaristan ve Yugoslavya’nın emperyalist sisteme entegrasyonu, bu ülkelerde yükselen ‘demokrasi, insan hakları, özgürlük’ talepleri üzerinden gerçekleştirilir. Eski Sosyalist tek parti rejimleri yerine çok partili siyasal sistem, merkezi planlı devletçi ekonomik sistem yerine de serbest piyasa modeli konur. Bu değişim, tüm Avrupa’da esen bu ‘demokrasi, insan hakları, özgürlük’ rüzgârı üzerinden sağlanır. Doğu Avrupa’da yaşanan değişim sonrasında, dünyanın geri kalan bölgelerindeki tek partili ve korumacı ekonomik modele sahip otoriter millici rejimlerin de benzer şekilde değişimi gündeme gelir.

lan O. Lesser, ‘Eski Sovyetler Birliği’yle Doğu Avrupa’da meydana gelen ve bir devrim niteliği taşıyan değişimler ile Asya, Afrika ve başka bölgelerde politik değişimin hız kazanması, uluslararası politikada istikrar sağlayacak bir kuvvet olarak demokratikleşmeyi Batı’daki politika üreticisi odaklar nezdinde temel bir hedef haline getirmiştir. Ancak demokrasinin yaygınlaşması, gelişmekte olan ülkelerde gerek bu sürece, gerekse sonuçlarına ilişkin ikilemlerde ortaya çıkarmaktadır.’ [7]

Avrupa’nın ileri kapitalist ülkelerinin tarihi ve ekonomik-sosyal-politik koşullarının yarattığı sınıf mücadelesinin ürünü olan ‘burjuva demokrasisi’, (Emperyalizm aşamasında da rekabetçi kapitalizm döneminin burjuva demokrasisiymiş gibi) ABD ve AB tarafından bir ihraç ürünü gibi kullanılır. Kapitalizmin kendi iç dinamiği ile gelişmediği, sınıflar mücadelesinin belirgin bir şekilde ortaya çıkmadığı, farklı tarihsel ve toplumsal koşullara sahip tüm ülkelerde, Avrupa demokrasi modelinin yukarıdan aşağıya bir şekilde oluşturulabileceği fikrini yayarlar. Bu yeni-sömürge Ülkelerde demokrasilerin yukarıdan aşağıya doğru kurulabileceği yanılsaması yaratılır. Demokrasi-insan hakları ve özgürlükleri söylemleri altında gerçekleştirmek istedikleri iktidar değişimleri aracılığıyla devlet yapısını ve ekonomik modeli değiştirmeye yönelir. Dünya tarihini (Festfalya tarih tezi) ve ülke tarihini (ülke tarihinin millici döneminin – Türkiye’nin yakın tarihini, Kemalizmi-) revize ederek işbirlikçi İslamcıların geçmişi aklanırken, millici dönemin yanlışları abartılı ve tek yönlü işlenir.

Orta Doğu’da ABD’nin Yeni Dünya Düzeni planlarını kabul eden işbirlikçi İslamcıların devlete hâkim kılınması, yukarıdan aşağıya doğru toplumun İslamlaştırılması süreci, iktidarlara dayatılan ‘reformlar’ aracılığıyla yürütülür. Tüm Orta Doğu ‘yeni devlet ve yeni toplum’ inşasıyla şantiye sahasına döner. Etnik- mezhepsel temelde ülkeler parçalanır, bölge jandarması ülkelerin güçleri zayıflatılır ve emperyalist politikalara karşı direnme kapasiteleri kırılır.

 

 

‘Uluslararası sistemde devlet olma, çeşitli nedenlerle saldırıya uğramış ve fiilen aşındırılmıştır. Devletler, azgelişmiş dünyanın her köşesinde zayıftır ve Soğuk Savaş’ın sonu, Avrupa’dan Asya’ya kadar bir dolu başarısız ve sorunlu devletin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu zayıf devletler, uluslararası düzen için tehdit oluşturmaktadır, çünkü insan hakları ihlallerinin ve çatışmaların kaynağıdırlar. Ayrıca, gelişmiş dünyaya etki edebilen yeni bir terörün potansiyel yaşama alanı haline gelmişlerdir. … Bu ülkelerin kapsamlı devletlere ihtiyacı yok ama elzem devlet faaliyetlerini sınırlı bir saha içerisinde gerçekleştiren güçlü ve verimli devletlere ihtiyaçları vardır.’ [8]

Bölge jandarması konumundaki Türkiye’nin eski gücünü yitirdiği bir dönemde bazı sol kesimler, ABD’nin ve AB’nin yarattığı yanılsamalara kapılırlar ve ‘büyük ve güçlü Türkiye algısı’ ile alt-emperyalist teorileri savunmaya başlarlar.

Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile ekonomik desteklerini de yitiren ülkeler, millici ekonomik modeli ayakta tutabilmek için yüzlerinin ABD-AB’ne doğru dönerler. ABD ve Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın yeniden yapılanma programı doğrultusunda “neoliberal reformlarla” milli ekonomi anlayışı tasfiyesi, sürecine girer. Millici rejimlere milli ekonomi anlayışlarından uzaklaşmaları ve emperyalist sistemin ekonomik – politik olarak tamamlayıcı bir unsuru haline gelmeleri istenir. Neo liberal yeni ekonomik düzenden öncelikle toplumun alt tabakaları etkilenir.

Fuller, ‘IMF’nin birçok Üçüncü Dünya ülkesinin hükümetine ve ekonomisine dar bir ekonomik Ortodoksluğu dayattığı söylenir. IMF, ekmek, yemeklik yağ ve şeker gibi temel ihtiyaç maddeleri üzerinde ki devlet sübvansiyonlarından kesinti yapılmasıyla başlayarak, bu hükümetleri, politik felaketler doğuran kemer sıkma politikaları uygulamaya zorlamaktadır. … Ekonomik reform, ‘açık kapı’ politikaları ve özelleştirmenin, sadece bir avuç yeni ticaret zenginine kapıyı açtığı, zengin ile yoksul arasındaki uçurumu genişlettiği, daha fazla enflasyona sebep olup zaten kıt kanaat geçinen alt ve orta sınıflara felaket getirdiği kabul edilir. … Çoğu zaman özelleştirme, toplumsal yükümlülükleri gözetmeden zenginleşen özel çıkar sahiplerine yapılan satışlar anlamına gelir.’ [9]

 

  • İktidar Alternatifi: Siyasi İslam

Otoriter rejimlere karşı ülke içindeki hoşnutsuzluklar, neoliberal ekonomik programın yoksullaştırıcı etkileri, işsizlik, sosyal hizmetlerin çökertilmesi, yolsuzluk, yetersiz- verimsiz devlet sektörleri, tarımsal desteğin azaltılması ve şehirlere göçler, nüfus artışları, kötü ülke yönetimi vb. sorunlar iktidarları daha da yıpratır ve meşruiyetlerini zayıflatır. Sovyetler Birliği’nin çöküşü, Marksizm- Leninizm’in sol içinde, aydınlar, ilericiler ve emekçiler üzerindeki ideolojik ve politik etkisinin ve inanırlığının azalmasının yarattığı politik boşluğu siyasal İslam işgal eder. ABD ve AB, bu ülkelerdeki iktidar değişiminin en büyük adayı olarak siyasi İslam’ı görürler ve pazarlarlar.

Graham Fuller- lan O. Lesser, ‘…mevcut rejimlere muhalefette en muhtemel ve etkili kaynakların İslami örgütler olmasıdır. Genel olarak bunlar, kamuoyu nezdinde daha geniş bir meşruiyet taşır ve taban destekleri de diğer partilere oranla daha güçlüdür. Siyasal sistemler birbiriyle rekabet halindeki çok çeşitli unsura açık olmadığı takdirde, otoriter rejimler çöktüğünde onların yerini alma ihtimali en yüksek olan hareket İslamcılardır.’ [10]

Siyasi İslam’ın toplumda tek alternatif hale gelmesinde, Sovyetlerin çöküşü sonrasında aydınların, ilericilerin-solun moral çöküntüsü, politika üretememeleri önemli rol oynar. Ayrıca birinci kuşak milli-sol iktidarların ideolojik-politik çıkmazları ve bunlardan iktidarı devralan yeni kuşakların başarısızlıkları, yıpranmışlıkları ve iktidar nimetlerine boğularak yolsuzluklara karışmaları, çürümüşlükleri millici hareketlere güveni azaltır. Oysaki işbirlikçi Siyasi İslam’ın geçmişi ise çok daha fazla kirlidir. Ancak millici-sol kesimlerin olumsuzlukları, yanlışlıkları tüm yönleriyle tek tek ortaya serilirken, İslamcılar titizlikle aklanır ve yüceltilir. Haksızlıklara uğramış mağdurlar olarak sunulurlar. Ayrıca siyasi İslamcılar, iktidardan ya da uluslararası merkezlerden açık ya da kapalı destek görürken, diğer politik yapılar baskı altına alınır, önde gelenleri tehditlerle korkutulur ya da vaatlerle satın alınır, sistem dışı politik hareketler sistem içine çekilir.

Bunu Graham E. Fuller lan O. Lesser’ni RAND Cooperation’da 1990’ların ilk yarısında hazırladıkları ‘Kuşatılanlar: İslamın ve Batının Jeopoliği’ raporunda üstü kapalı bir şekilde ifade ederler.

‘Ne yazık ki, en azından son on yıllık dönemde, başarısız, yolsuzluk yapan ya da halkı temsil etmeyen rejimler ile politikalara muhalefet için yegane alternatif politik aracı İslamcı hareketler sağlamaktadır. Şu anda etkili olabilen başka çok az muhalefet hareketi vardır. Bunun bir nedeni de, her türlü muhalefeti zayıf düşürmek, sindirmek hatta yok etmek üzere tasarlanmış hükümet politikalarıdır. Kısacası, İslamcı hareketler, bugün başarısız rejimlerin yegâne potansiyel halefi durumuna gelmiş bulunmaktadır.(koyulaştırma y.a.)’ [11]

ABD’nin İMF-DB aracılığıyla ülkelere dayattığı yapısal reform programlarına Baas milliyetçiliğinin güçlü olduğu Libya, Irak, Suriye gibi Arap ülkeleri karşı koyar. Batı işbirlikçi yönetimlerin iktidarda olduğu Mısır, Tunus, Ürdün, Lübnan, Körfez ülkeleri bu yapısal reformlara daha az direnç gösterir.

Fuller, ‘Müslüman âlemindeki baskıcı rejimler, güvenlikle ilgili nazik bir durumda Batılı değerlerin dayatılması olarak gördükleri şeye gittikçe daha fazla direnç göstermektedir. Soğuk Savaş sonrasının koşullarında, Batılı hükümetler, insan haklarıyla ilgili meselelerin peşini bırakmama konusunda eskisine göre daha kararlı davranmaktadır. Böylelikle, kamuoyunun oluşturduğu ağırlığa da cevap vermiş olmaktadırlar, zira kamuoyunda insan haklarıyla ilgili hedefler dış politikanın ayrılmaz bir parçası halindedir (koyulaştırma y.a.). Bunun sonucunda da Batılı devletler ile Müslüman âleminin ‘dostane’ rejimleri arasında bile tırmanan bir gerilim görülmektedir. Aynı zamanda da insan hakları üzerinde durulması, İslami muhalefet grupları ile Batı arasındaki ortak zeminde giderek önem kazanan bir alan haline gelmiştir.’ [12]

lan O. Lesser, ‘ABD, muhalif hareketler karsısında yanlış bir tutum takınabilen ve ‘fundamantalizm karşıtı mücadele’ adı altında insan hakları ihlallerini sürdürüp demokratik süreci askıya alabilmek için Washington’dan icazet bulmaya çalışan otoriter rejimlere örtülü destek vermeme konusunda çok titiz davranmak zorundadır.’ [13]

ABD’nin bu ülkelerdeki millici ekonomileri ve rejimleri değiştirmeye yönelik neo-liberal reformların peşini hiçbir şekilde bırakmaz. ABD ve AB insan hakları-demokrasi söylemleri ile birlikte bu ülkelerdeki Otoriter millici iktidarlar ve yöneticiler üzerindeki ekonomik-politik-askeri baskılarını gittikçe arttırırlar. Bu rejimlere muhalif İslamcı örgütlere, ayrılıkçı güçlere, uygulanan baskı politikaları artık görmezden gelinmez. Daha da ötesi bu kesimlere destek sağlar. Demokratik haklarından mahrum ve baskı politikalarının mağduru ( etnik, din-mezhep temelli) geniş kesimler, ABD’nin ‘demokratikleşme-insan hakları-özgürlük politikalarının’ yanında yer alırlar. Bir önceki konjonktürde ABD’nin işbirlikçi-otoriter rejimlere sağladığı desteğin mağduru olan ve ABD yakın Müslüman kardeşler ya da mesafeli duran çeşitli etnik ayrılıkçı yapılar, yeni dönemde ABD politikalarına destek verirler. Bu politikalar, ülke içindeki en örgütlü yapıyı oluşturan Müslüman Kardeşlere iktidarın yolunu da açar.

Fuller, ‘Öte yandan, mevcut rejimler ile yöneticilerin değişmesini isteyenler, demokratikleşme yönündeki baskılara sıcak bakacaktır. Bunlar arasında, insan haklarını ihlal eden hükümetlere karşı korunmaya ihtiyaç duyan ve İslamcıları da içeren gruplar, kendini mevcut sistemin dışına itilmiş hissedenler, dışlanmış etnik, bölgesel vb. gruplar ile mezhep ve sınıf gruplarının toplumda yeni bir güç kazanmasını arzu edenler bulunur. Dolayısıyla demokrasi ve insan hakları konusunda Batılı normların dayatılması son derece karmaşık bir yapı arz eder ve iki ucu keskin bir kılıcı andırır. Uzun vadede Ortadoğu ve başka yerlerde en hassas, en önemli olacak konulardan biridir bu.’ [14]

  • ABD ve ‘Siyasi İslam Stratejisi’

Sovyetlerin Afganistan’ı işgaline karşı ortaya çıkan cihatçı direniş içinde yer alan ABD, İslami ideolojinin halkın harekete geçirilmedeki rolüne, gücüne ve kullanımına yakından tanık olur. ABD bu deneyim ışığında, Orta-Doğu’da Birinci Körfez Savaşı ile başlattığı ve daha sonra da tekrarlayacağı askeri müdahalelerinin tüm Müslüman dünyasında anti-ABD tepkileri arttırarak bölgede yükselecek ortak bir direnişe yol açacağından kaygılanır. Böylesi bir direnişin de sol ve milliyetçi bir ideoloji ile buluşmaması için tedbirler geliştirilir. Bu tedbirlerden birisi de, anti Amerikan tepkinin siyasi İslam’a kanalize edilmesidir. ABD’nin belli riskleri öngörerek yürüttüğü politika, kontrol dışı bazı gelişmelerle birlikte beklentiye uygun bir seyir gösterir. Fuller 2010 yılında yazdığı ‘Siyasal İslam’ın Geleceği’ kitabında bu durumu şöyle ifade eder:

‘Bendeniz dahil İslâm dünyasına aşinalığı olan pek çok kişi, yıllar boyu özellikle Amerikan karşıtı duyguların büyüdüğünü gözlemlemiştir. Bölge konusunda uzman birçok başka kişiyle birlikte ben de -yanlış bir şekilde- Müslümanlara karşı büyük çaplı bir ABD askeri eyleminin hızla mevcut düzeni tehdit edecek popüler bir rejim karşıtı şiddetin patlamasına yol açabileceği sonucuna varmıştım. Terörizme Karşı Savaşın başlardaki –Taliban’ın devrilmesi, bölgede ki el-Kaide unsurlarının temizlenmesi, Arap ülkelerinden Bin Ladin’e karşı işbirliği yapmalarının istenmesi, Irak üzerine bir saldırının planlanması, başka Müslüman ülkelere yönelik tehditlerin yapılması şeklinde gelişen silip süpürücü niteliğine açıktan açığa tepki gösterilmesi oldukça sınırlı düzeylerde kalmıştır.’ [15]

1980’lerin ikinci yarısında CIA’da, “ülkele­rin geleceği” konusunda analizler yapan “uzun dönemli tahminler” bölümünü yöneten Graham Fuller, Rand Corporation’un ‘Strateji ve Doktrin Programı’nın başına getirilir. RAND Corporation, Fuller’in koordinatörlüğünde İslam üzerine bir dizi rapor hazırlar. Yıkılma sürecine giren Sovyetler sonrası dünyada ABD’nin Balkanlar-Kafkasya-Orta Asya ve Orta Doğu’da izleyeceği politikalarda önemli bir ‘stratejik eksen olan Türkiye’ nin geleceğine yönelik ilk raporu da, 1988’de: ‘‘Yeniden Türkiye Ziyareti: 20 Yıl Sonra Türkiye Toplumu ve Kültürü Hakkında İzlenimler’’ başlığı ile Fuller hazırlar. Bu araştırma raporunda, soğuk savaş sonrası yükselişe geçecek olan din ve etnik kimlikler (İslamcı ve Kürt etnik hareketler) merkeze konur.

RAND Corporation’un yayınlanan bu raporun Giriş yazısında Paul Henze raporun amacını söyle dile getirir:

‘‘Bu makalenin bugün bir Türkiye değerlendirmesi olarak bir değeri varsa, bunun sebebi Türkiye’nin gelecekteki siyasi, toplumsal ve ekonomik evrimi hakkında söz söylemeye imkan verecek konuların seçilmiş olmasıdır. Bu konular arasında dinin toplumdaki rolü, demokrasi parametreleri, Avrupa ile entegrasyonun göstergeleri ve azınlık ve aşırı uç siyasi güçlerin önemi yer alır. Bunlar ve diğer birçok soru RAND’ın terörizm ve siyasal istikrarsızlık programı kapsamında bir süredir sistematik çalışmalara konu olmaktadır. Yakın zamanda belli önemli ülkelerde İslami eğilimler üzerine bir RAND çalışması da etkinliğe geçmiştir.(vurgu y.a.)’’

Bu raporun sonuç kısmında Graham Fuller kısa ve öz bir şekilde Türkiye’nin geleceğine yön verecek ABD politikasının genel çerçevesini çizer:

‘‘Türkiye hala bir Türk’ün ne olduğuna, yönelimlerine karar vermeye çalışıyor. Ortaya çıkacak siyasi sistem değerler üzerine olan tartışmadan da etkilenecek. Ulusal kimliğini oluşturmak ve özgüven hissini arttırmak için ülkenin geçmişiyle yüzleşmesi gerekiyor. İslam iyileşme sürecinde yardımcı olabilir ama siyasi ve ekonomik olarak iyi idare edilmezse o da tehlikeli bir güce dönüşebilir. Türkiye son yirmi yılda yaşadığı travmaya rağmen tecrübelerinden bir şeyler öğrenmiş ve gelecekte daha iyiye gitmek için bu tecrübeleri kullanabilir. Türkiye’nin İslam konusunda edineceği tecrübeler de ileride modernleşme sürecine giren diğer Müslüman ülkeler için de iyisiyle kötüsüyle faydalı olacak. Bu sürecin de artık önüne geçmek pek mümkün değil, yalnızca etkilenebilir ve kontrol altında tutulabilir. Umuyorum ki bu ileri görüşlülük ve bilgelikle yapılır. (vurgu y.a.)’’

Fuller’in hazırladığı bu rapor, RAND Corporation’un daha sonra hazırlatacağı bir dizi Türkiye raporların kapısını da açar. RAND Corporation 1989’da, Fullerin yönetimi altında Paul Hanze, Sabri Sayarı, Barry Rubin’in de içinde yer aldığı bir grup, ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) için ‘‘Türkiye’de İslam’’ üzerine 79 sayfadan oluşan bir rapor hazırlar. Bu raporu RAND Corporation’da çalışan eski Boğaziçi Üniversitesi (günümüzde Bahçeşehir Üniversitesi) öğretim görevlisi Sabri Sayarı kaleme alır.[16]

Rand Corporation bünyesinde, Fuller, 1991’de ‘Afganistan’da Köktenci İslam: Özellikleri ve Perspektifleri’ ve ‘Pakistan’da Köktenci İslam: Özellikleri ve Perspektifleri’ ile “Kuzey Kuşağı Ülkelerdeki Köktenci İslami Hareketler: Ortak Özellikleri ” başlıklı raporlar hazırlar.[17] 1990’ların başında İslam üzerine çok yönlü araştırma ve inceleme raporları, makaleler yazılır. Bu raporların ve makalelerin önde gelen hedef ülkesi Türkiye’dir. Soğuk Savaş konjonktüründe, ABD dış politikada ‘demokrasi ve insan hakları’ savunuculuğunda sahiplendiği ‘laik politika’ yaklaşımında değişikliğe gider. Soğuk Savaş ortamında toplumları etkisi altına alan sol ve millici ideolojilerinin etkisini yitirdiği yeni dönemde her ülkenin ‘doğal kimliğine’ döneceği yaklaşımıyla hem ülkelerde hem uluslararası ilişkilerde dini öne çıkaran politikalara ağırlık verir. Türkiye’de dahil Müslüman halkın yaşadığı ülkelerde yükseliş içindeki İslam’ın ‘komünizme karşı basit bir kalkan olmaktan daha kapsamlı’ bir çerçevede ele alan yeni stratejiler geliştirilir.

RAND’ın Pentagon için hazırladığı ‘Türkiye’de İslam’ raporu çalışmasında yer alan Rubin, ABD yönetimlerini dinin, uluslararası ilişkilerdeki rolünü küçümsemekle eleştirir. ABD ‘nin bu yüzden İran ve Nikaragua’da “pahalı” siyasi hatalar yaptığın söyler. ABD yönetimlerine aynı hatayı tekrarlamamasını ve İslam’ın uluslararası ilişkilerdeki rolünü iyi değerlendirmesini gerektiğini kavramasını önerir. Rubin, dinin “bir ülkenin istikrarının en temel dayanağı olacağını” ileri sürer ve

şöyle devam eder:

Komünist rejimler dahil tüm ve Batı âlemi, Marx’ın, ‘din, kitlelerin afyonudur’ kavramını tüm boyutlarıyla anlayamadı. Bu kavramdan genel olarak anlaşılan, dinin, halkı, yaşamın gerçek yönünü görmesini önlemekten alıkoyduğu idi. Oysa Marx, ‘afyon’ sözcüğünü seçerken afyonun sadece ‘uyuşturan’ değil, aynı zamanda ‘alışkanlık’ yapan etkisini de vurgulamak istemişti. Nitekim, afyon müptelalarına, resmi makamların izni dahilinde Methoden adlı bir ilaç verilir. Methoden de alışkan­lık yapar, ama afyon gibi ‘kafa buldurma’ özelliği yoktur.

Yer yüzündeki tüm devrimci rejimler halkı afyonun yarattığı alışkanlıktan kurtarmak için ‘kafa buldurmayan’ Methoden tedavisi uyguladı. Yani laiklik tedavisi yaptı. Fakat afyonun alışkanlık yaratıcı etkisinin devrimlerle aşılamayacağını, bunun için zaman gerektirdiğini Humeyni devrimi gösterdi.’’

Rubin, Millet kavramının gelişmediği ülkelerde, dinin, ulusal kimliğin merkezi unsuru olmayı sürdürdüğünü” belirtir ve Batı’yı, “normal İslam” dan korkmamaya çağırır:

“Çünkü normal İslam’ın, bağnaz ve devrimci İslam’a karşı bir numaralı panzehir oluşturduğunu, hatla Sünni İslam’da Ruhban sınıfının devrimci İslam’a di­renç gösterdiğini, bu yüzden de ABD’nin devrimci İslam’a direnen İslam sektörünü desteklemesi gerektiğini” söyler.

Üçüncü dünyada Marksist kadroların yaratılmasının uzun yıllar aldığını, buna karşın İslami kadroların, kentli entelektüel sofistikasyondan tamamen bağımsız olarak gelişebildiğini ve bunun “modernizme” hiz­met edebileceğini belirtir:

“Dindar kitlelerin siyasete, yaşamına, devlet bürokrasisine, subaylık mesleğine, öğretmenliğe doğru çekilmesi modernizasyon süreci için önemli bir adım olabi­lir. Ama bu durumun din sektö­rüne ek bir güç vermesi de kaçınılmazdır.”

Türkiye’deki İslam’a ilişkin raporların ortak noktasını, Anadolu Devrimi’nin toplumsal kazanımları ve Kemalizm’in toplum içindeki etkisi en önemli engel olarak değerlendirilir. Bu nedenle Anadolu Devrimi ve Kemalizm’in ülkeye katkılarını, toplumsal kazanımlarını küçümseyen, değersizleştiren ve gözden düşüren bir tarih yazılımına girişilir. Kemalizm’in toplum nezdinde varlığını sürdüren Millici karakteri Irkçı- Milliyetçilikle aynı kefeye konur. Bağımsızlık, egemenlik, ülke bütünlüğü, aydınlanma ve laiklik düşüncesi hedef haline getirilir.

Hazırlanan tüm bu raporlar Beyaz Saray, Pentagon, Savunma Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Ulusal Güvenlikle ilgili yapılar vb. politika belirleyici merkezlere iletilir. Politika belgesi haline getirilir. İslamcı hareketler sistemle ilişkilerine göre ‘Ilımlı ve radikal İslam’ olarak sınıflandırılır. Ilımlı İslamcıların ABD’nin bölge politikalarını kabul etmeleri ve ülkelerini neoliberal ekonomik program ile sisteme entegrasyonu, radikal İslamcıların kontrol altında tutulması vb. için çeşitli stratejiler oluşturulur.

Hazırlanan raporların bir kısmı dönemin politik ihtiyaçlarına göre kamu ile paylaşılır, kitaplaştırılır. G.Fuller ve lan O. Lesserin 1990’ın başında hazırladıkları RAND raporunun muhtemelen bir bölümü, ‘Kuşatılanlar: İslam ve Batı’nın Jeopolitiği’ başlığı ile 1995’de ABD’de yayınlanır. Ülkemizde de ‘Sabah Gazetesi’nin Türk okuruna bir kültür hizmeti’ olarak 1996’da çıkarılan bu kitapta ılımlı İslamcıların sisteme entegrasyonu ve radikal İslam’a karşı kullanılması dahil çeşitli yaklaşımlara yer verilir.

Graham E. Fuller, ‘İslamcıları değiştirmek, uzlaştırmak ve eğitmek üzere tasarlanmış olan bu stratejide, bazı becerikli İslamcı politikacıların politik arenaya yeni bir şeyler sunabileceği ihtimali dışlanmaz. Onların varlığı, ulusal tartışmaların çerçevesini önemli ölçüde genişletecektir. Katkısı olan politikacılar ve politikalar kalıcılaşırken, pratik olmayan, ahmakça görülenler silinip gidecektir. (koyulaştırma y.a.) [18]

  1. Otoriter ‘Millici’ İktidara Alternatif Güç: Siyasi İslam

ABD’nin Orta-Doğu ülkelerine askeri müdahalesinin yanı sıra bu ülkelere dayattığı ekonomik-politik reformlarda toplumda hoşnutsuzlukları, tepkileri güçlendirir. ABD-AB‘nin önerdiği ekonomik politik reformların yol açtığı ekonomik- politik ve sosyal-kültürel krizler, bölgedeki otoriter yönetimlere karşı tepkileri arttırır. İktidarlar içine düştükleri her krizde ABD-AB’nin programlarına daha fazla sarılarak, krizin etkilerini azaltmaya çalışırlar. Bu doğrultuda attıkları her bir adım mağdurlar kitlesini de arttırır. Mağdurların sorunları son derece iyi dile getiren ve kitle bağına sahip İslami örgütler, bu kesimleri yanına çeker.

‘İslâmcı hareketler yerleşik düzene meydan okurken devletçi elit tarafından kendilerini dışlanmış hisseden belirli toplumsal kesimleri, sınıfları veya grupları cezbetme eğilimindedirler. Tipik olarak İslâmcılar en büyük toplumsal desteği alt orta sınıflardan, küçük burjuvaziden ve kırsaldan çok kentsel nüfustan sağlamaktadırlar. Devlet bürokratlarına, öğrencilere ve entelektüellere yanaşmakta, yine çoğunluğu alt orta sınıflardan olmak üzere bir derece profesyonel destek bulmaya çalışmaktadırlar. Ekonomik koşulların cidden kötü olduğu yerlerde, örneğin Cezayir, Mısır, Pakistan ve İran’da, İslâmcılar alt sınıflardan ve (çoğunlukla eğitilmiş olmakla birlikte) işsizlerden kayda değer oranda destek bulmuşlardır.’ [19]

Hiçbir şekilde, ‘serbest pazara veya ticari faaliyetlere bir düşmanlığı olmayan İslam ve İslamcılar’ [20] neo-liberal ekonomik programa cepheden karşı çıkmazlar. ABD ‘‘ülküleştirdiği piyasa liberalizmini (neoliberalizmi)’’ [21] hem otoriter iktidarlarla hem de muhalefetteki İslamcılarla diyalog içinde yürütür.

‘ABD’nin yapabileceği en fazla şey, olumsuz politik, ekonomik ve sosyal yönelimleri saptayıp söz konusu rejimlere ABD’nin kaygılarını ve belki reform yapılmadığı müddetçe daha anlamlı yardımlarda bulunamayacağını iletmek olur. … Ama yine de yukarıdaki uyarıları -hiç değilse basına kapalı olarak- ifade etmekte fayda vardır. Aynı zamanda ılımlı İslami gruplarla diyalog içinde olmak önemlidir. … Politik reformla daha hızlı sonuç alınabileceği için, sertlik yanlısı rejimler, şiddete başvurmayan İslami grupları siyasi sürece katmaya teşvik edilmelidir.’ [22]

İktidarlar, ekonomik-politik reformların yarattığı mağdurlar ile birleşen İslamcıların önünü kesmek için aynen İslamcılar gibi yoksul toplum kesimlerinin inanç dünyasına seslenirler. İslami söylemlere ve politikalara yönelirler. Sanki yoksul toplum kesimlerinin İslamcılara yönelmesinin maddi temeli din, ilahiyat (inanç) sorunuymuş gibi, Müslümanlara gerçek İslam’ı kendilerinin savunduğunu ispatlamaya girişirler.

Graham Fuller, ‘Tehlike içindeki rejimlerin çoğunlukla seçtiği bir başka talihsiz alternatif de, bizzat rejimlerin İslam’a ne kadar bağlı olduğunu gösterme yarışma girerek İslamcılardan ‘daha İslamcı’ olmaya çalışmasıdır. …Mevcut hükümetler, kendilerinin İslamcı muhalefetten ‘daha İslami’ olduğunu kanıtlamayı muhtemelen başaracaktır; ne de olsa, burada asıl mesele İslam değildir. Hükümetlerin İslamcı kuşatma altında olmasının esas nedeni, çoğunun ehliyetsizlik, yolsuzluk, otoriterlik ya da güvenlilik güçleri eliyle keyfi biçimde kuvvet kullanılması gibi suçlamalara açık olmasıdır. Hükümetler statükoyu değiştirmeksizin İslami kimliklerini kanıtlama çabasına girince bu kimlikler de büyük ölçüde anlamını kaybeder ve bunları yeniden canlandırma yönündeki çabalar ancak İslamcıların konumunu kuvvetlendirmeye yarar.’ [23]

Daha İslamcı olma yarışına giren işbirlikçi yönetimler, sanki sorun tek başına ilahiyat (inanç) sorunuymuş gibi, yoksul toplum kesimlerinin inanç dünyasına seslenerek gerçek İslam’ı kendilerinin savunduğunu göstermeye girişirler. Geliştirdikleri her İslami söylem ve girişim, tam tersine İslamcıların hareket yeteneklerini daha da arttırır. Toplumsal muhalefet içindeki etkinliklerine güç katar.

Graham Fuller, ‘Tehlike içindeki rejimlerin çoğunlukla seçtiği bir başka talihsiz alternatif de, bizzat rejimlerin İslam’a ne kadar bağlı olduğunu gösterme yarışma girerek İslamcılardan ‘daha İslamcı’ olmaya çalışmasıdır. …Mevcut hükümetler, kendilerinin İslamcı muhalefetten ‘daha İslami’ olduğunu kanıtlamayı muhtemelen başaracaktır; ne de olsa, burada asıl mesele İslam değildir. Hükümetlerin İslamcı kuşatma altında olmasının esas nedeni, çoğunun ehliyetsizlik, yolsuzluk, otoriterlik ya da güvenlilik güçleri eliyle keyfi biçimde kuvvet kullanılması gibi suçlamalara açık olmasıdır. Hükümetler statükoyu değiştirmeksizin İslami kimliklerini kanıtlama çabasına girince bu kimlikler de büyük ölçüde anlamını kaybeder ve bunları yeniden canlandırma yönündeki çabalar ancak İslamcıların konumunu kuvvetlendirmeye yarar.’ [24]

 

Devam edecek….: Siyasi İslam’ın İktidara Taşınması

 

 

[1] İslamsız Dünya, Graham E. Fuller, Profil Yayıncılık, 2012 4. Baskı, s 282

[2] İslamsız Dünya, Graham E. Fuller, Profil Yayıncılık, 2012 4. Baskı, s 274

[3] İslamsız Dünya, Graham E. Fuller, Profil Yayıncılık, 2012 4. Baskı, s 271

[4] Kuşatılanlar İslam ve Batı’nın Jeopolitiği, Graham E. Fuller lan O. Lesser, Sabah Gazetesi Kitapları, s 22

[5] İslamsız Dünya, Graham E. Fuller, Profil Yayıncılık, 2012 4. Baskı, s 282

[6] İslamsız Dünya, Graham E. Fuller, Profil Yayıncılık, 2012 4. Baskı, s 283

[7] Kuşatılanlar İslam ve Batı’nın Jeopolitiği, Graham E. Fuller lan O. Lesser, Sabah Gazetesi Kitapları, s 45

[8] Devlet İnşası, Yirmi Birinci Yüzyılda Yönetişim ve Dünya Düzeni, Francis Fukuyama, Profil yayıncılık,2012, s 160

[9] Kuşatılanlar İslam ve Batı’nın Jeopolitiği, Graham E. Fuller lan O. Lesser, Sabah Gazetesi Kitapları, s 82

[10] Kuşatılanlar İslam ve Batı’nın Jeopolitiği, Graham E. Fuller lan O. Lesser, Sabah Gazetesi Kitapları, s 160

[11] Kuşatılanlar İslam ve Batı’nın Jeopolitiği, Graham E. Fuller lan O. Lesser, Sabah Gazetesi Kitapları, s 106

[12] Kuşatılanlar İslam ve Batı’nın Jeopolitiği, Graham E. Fuller lan O. Lesser, Sabah Gazetesi Kitapları, s 48

[13] Kuşatılanlar İslam ve Batı’nın Jeopolitiği, Graham E. Fuller lan O. Lesser, Sabah Gazetesi Kitapları, s 112

[14] Kuşatılanlar İslam ve Batı’nın Jeopolitiği, Graham E. Fuller lan O. Lesser, Sabah Gazetesi Kitapları, s 121

[15] Siyasal İslamın Geleceği, Graham E. Fuller, Timaş Yayınları, 2004, s 264

[16] Ufuk Güldemir’in Graham Fuller’le yaptığı rapor üzerine röportaj ve değerlendirme yazısı, Cumhuriyet Gazetesi 7 Şubat ve 26 Şubat 1990

[17] http://www.rand.org/pubs/authors/f/fuller_graham.html

 

[18] Kuşatılanlar İslam ve Batı’nın Jeopolitiği, Graham E. Fuller lan O. Lesser, Sabah Gazetesi Kitapları, s 116

[19] Siyasal İslamın Geleceği, Graham E. Fuller, Timaş Yayınları, 2004, s 84

[20] Kuşatılanlar İslam ve Batı’nın Jeopolitiği, Graham E. Fuller lan O. Lesser, Sabah Gazetesi Kitapları, s 82

[21] İslamsız Dünya, Graham E. Fuller, Profil Yayıncılık, 2012 4. Baskı, s 281

[22] Kuşatılanlar İslam ve Batı’nın Jeopolitiği, Graham E. Fuller lan O. Lesser, Sabah Gazetesi Kitapları, s 166

[23] Kuşatılanlar İslam ve Batı’nın Jeopolitiği, Graham E. Fuller lan O. Lesser, Sabah Gazetesi Kitapları, s 100

[24] Kuşatılanlar İslam ve Batı’nın Jeopolitiği, Graham E. Fuller lan O. Lesser, Sabah Gazetesi Kitapları, s 100

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

3 Responses

  1. Sn.Başçıl yazınızın tamamı yayınlanınca görüş ve düşüncelerimi ifade ederim… ilk izlenim:örgünüz bu toprakların kadim damarları üzerinden yapılanmış görünmüyor… baki selamlar…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir