Postmodernizm, -başka şeylerin yanı sıra- yeni dünyada yerini bulmakta zorluk çeken zihinlerin
şaşkınlığını sürekli kılan bir bakış, bir tutumudur. Genel olarak, 20. yy’ın ilk yarısında meydana gelen sarsıcı olayların yarattığı düşüncel yıkıntıya tepki olarak ortaya çıkmış, ancak, bu bir alternatif getirmek şeklinde değil, alternatif getirilmesini önleyici bir bakış olarak gelişmiş ve bir noktadan sonra da bu yönde teşvik edilmiş, en azından yerleşmesi engellenmemiştir. Arayış içinde olan çoğu zihinler bu farklı bakışlardan bir şeyler beklemiş ama temel referansları zayıf olanlar düştükleri bataklıkta çırpındıkça batmışlardır. Bu batış bazen arayışı sona erdirmenin dayanılmaz hafifliği şeklinde sonlanmış, ancak istisnasız her seferinde yüksek insani değerlerin çarpıtılmasıyla tezahür etmiştir. Anti kapitalist muhalefet unutturulmuş, bunun yerine bazı insanların gazını alan marjinal meseleler konulmuştur. Kapitalizmin evrenselliğini kabul ettikten sonra ne çevre tahribinin, ne de post modern bireysel özgürlükler meselelerinin çözülmeyeceğini, hatta hafifletilmesinin bile mümkün olmayacağını unutturmaya çalışmışlardır.
Düşünce ile dönem arasında basit ve birebir karşılıklar kurulmasına inananlardan değilim. Ama bilim, ekonomi, teknoloji, siyaset ve sosyal alanlardaki gelişmelerin düşünceyi dolayısıyla sadece bilimi değil sanatları ve tasarımı da etkilediği son derece açıktır. Ne var ki her alanda etkisi farklı olmuştur. Estetik alanında yeni bakışlar sunarken felsefe, sosyal bilim ve siyaset alanında yıkıcı bir etki yapmıştır. Öte yandan, bazı sanat dallarında tıkanıklık yaratıp yaratmadığı veya bazılarında da biçimsel arayışların önünü açıp açmadığı da ayrı birer tartışma konusu olabilir pekâlâ. Bu konuları daha iyi bilenlere bırakıp, biz işin toplumsal-siyasi yönüne bakalım.
İnsan zihni daima düzenli bir evrenin parçası olmak ister. Aydınlanma düşüncesi evrenin anlaşılabileceği ve dünyanın iyi yönde değiştirilebileceği yönünde bir iyimserlikle gelmişti. Bacon, Kepler, Brahe, Galileo, Descartes ve Newton bunun düşünce altyapısını ve araçlarını hazırlamıştı. Fizik bilimlerindeki gelişme 18. yy’da felsefenin, 19. yy’da Darwin ve Marx’ın önlerini açtı. Birincisi biyolojik hayatın, ikincisi de toplumların gelişme kanunlarını ortaya koyduklarını ileri sürdüler. Doğa kanunları tam bilinebilirse fiziki çevreye, toplum kanunları tam bilinebilirse de toplumsal gelişmeye hâkim olunup yön verilebileceği fikri yaygınlaştı. Ne var ki 20. yy’ın başında atomun parçalanabilirliği ve parçacık fiziği aniden kaotik bir evren fikrini öne çıkardı. Toplumsal alanda ise ardı ardına gelen iki büyük dünya savaşı ile totaliter/baskıcı rejimler insanlığın geleceğe bakışındaki iyimserliği yıkıma uğrattı. Fizik bilimlerinde ve topluma bakışta meydana gelen bu iki büyük değişiklik sanat ve tasarım alanlarındaki geleneksel bakışlardaki değişimle birlikte geldi. İçerik ve ifade, daha önce hayal edilmesi mümkün olmayan biçimler kazandı.
Post-modernizm bir yanıyla tanımlanmayan, çünkü bin bir farklı boyutuyla tanımlanmaya çalışılan bir zihin durumudur. Bununla birlikte bazı özellikleri öne çıkar. Bunlardan birincisi toplumu incelerken tarihi temel alan bakışı reddetmesidir. Berlin duvarı yıkılırken “tarihin sonu mu?” diye soranlar aslında bunu kast ediyorlardı, yani, insanlık gelişmesinin mantıki sonucu olan kapitalizme ulaşmıştır ve arayış bitmiştir. Bundan sonra tarihi gelişmeyi kurcalamayın, insanın içinde yaşadığı bin bir uzamı inceleyin, kör kuyularda dönüp durun demişlerdir. Post modernist söylemde sömürgecilik, emperyalizm, bağımsızlık savaşları, toplumsal değişim, sömürü gibi kavramlara rastlanmaz. Yaşanılan veya sanal uzamların analizi, çoğulculuk, belirsizlik, kimlik parçalanması, kültür, nesil ve cinsiyet farklılıkları, algı ve anlam çözümlemeleri, var oluşun kimi özellikleri gibi her biri genel koşullardan soyutlanarak ele alınan konular üzerinde oyalanılır. Amaç sentezden kaçmak, eski sentezleri yıkmaktır. 19. yy’ın büyük sentezleri olan “biyolojik evrim”in yerine “akıllı tasarım”, “ulusal devlet ve egemenlik” kavramlarının yerine “alt kimlikler” tarzında kavramlar öne sürülmekte, sınıfsız toplum için mücadele ve bunun sentezi olan “Marksizm” ise uzak geçmişin ölü bir ütopyası olarak tozlu raflara atılmaktadır. İşin ilginç tarafı “Marksist” sentez ideolojik olarak kendi içerisinde kalıplaştırılmış, sonra da Althusser’den Frankfurt Okulu’na kadar post-modernist neo-Marksistler tarafından zehirlenmiş ve siyasi olarak çökertilmesinin koşulları olgunlaştırılmıştır ki, bu başka bir hikâyedir. Kuşkusuz ki, SSCB başta olmak üzere reel sosyalist rejimlerde yaşanan felaketlerin bundaki payını söylemeden geçmek de olmaz.
Post modernizmin aydınlanma düşüncesine getirdiği eleştiriler dünyanın onların ileri sürdüğü gibi rasyonelleştirilemeyeceği, her şeyin şemalara sıkıştırılamayacağı ve evrensel gerçeklerin ileri sürülemeyeceği şeklindedir. Teorilerin gerçeğin sadece çok sınırlı bir kısmını izah ettiği ve dünyanın temsil edilebileceği bir teorik, tarihsel ve hatta linguistik anlamda bile bir tanımlama çerçevesinin oluşturulamayacağını ileri sürüyorlar.
İş bu hale gelince büyük bir teorik ve felsefi bataklık oluşuyor. Aydınlanmacı yaklaşımlar gerçekten insanlığın büyük düşünce havuzunda ama aşılması gereken birer yaklaşım olarak duruyorlar. Post-modernist yaklaşımlar ise suları nehire değil bataklığa akıtarak, burada sonsuz ve sonuçsuz bir debelenme yaratıyor. Yolunu şaşırmış zihinler buradan çıkamıyor. Burada felsefe de katlediliyor. Anlamak ve değiştirmek yerine iğnenin ucuna sığacak şeylerin sayısı tartıştırılıyor. Aşılması gereken, aşılamıyor diye lanetleniyor ama insanlığı kaç basamak yukarı çıkardığından söz edilmiyor.
Çok açık ki, bu bataklık aşılıncaya kadar önemli sorunların toplumcu bir yaklaşımla üzerinden gelinmesine olanak yoktur. Bu durum, toplumcu düşüncenin, dolayısıyla pratiğin önündeki en büyük engeldir. Bunu felsefeciler de kabul ediyor ama tıkanıklık şimdilik devam ediyor. Sonuçta insanlığın önündeki sorunlar ile felsefenin sorunları aynıdır. Muhtemeldir ki bu tıkanıklık günün birinde dahi bir düşünürün gelmesiyle, ani bir ilhamla değil, sayısız katkının birikimiyle aşılacaktır. (Amanın! “birikim” lafı geçince sıkıntılar bastı. Post-modernist zihniyeti Türk soluna taşıma misyonunu Birikimciler gerçekleştirdi. Bu, ülkemizde başarılmış gerici misyonlar arasında en başarılı olanlardan birisidir.) Kuşkusuz ki bu, çözümü bilinmez geleceğe bırakılacak bir sorun değildir. Bunun üzerinde ciddi çalışmaları artırmak gerekir.
Düşünce alanındaki arayışlar süredursun, önümüzdeki sorunları teorik çözümler bulununcaya kadar erteleyecek değiliz tabii. Tam tersine, teorik sorunların çözüme yakınlığı, nihayetinde (eski jargonla, son tahlilde) somut sorunları kavrayış ve müdahale düzeyimizle doğru orantılıdır, burada da bire bir bağ olmasa da.
Post modernizmin günümüz sosyalistlerinin önüne çıkardığı bir başka engel de bireyleri kimlik arayışlarına iterek toplumcu davadan uzaklaştırmasıdır. “Evet, aydınlanma sentezi sosyalizm öldü, aydınlanma ürünü ulusçuluk ise size ne verdi, o halde bunları değiştirin, yerlerine kimlik sorunlarını koyabilirsiniz mesela. Kültürel kimlik, etnik kimlik, grup kimliği, benzer tercihleri olanın kimliği. Ama lütfen sınıf veya siyasi kimlik değil. Bunların modası çoktan geçti. Geçmeseydi zaten şimdi arayış içinde olmazdınız di mi?” İşte bunları söylüyorlar ve birçok kişi de bunun üzerine atlıyor.
Şimdi, burada üzerinde durulması gereken şeyler atlanıyor. Post modernizmin en önemli unsurlarından biri olan küreselleşmeden söz edilirken nasıl oluyor da yerel farklılıklar övülüyor ve teşvik ediliyor. Bu nasıl oluyor da bazılarına garip gelmiyor, ya da anlamı üzerine düşünülmüyor.
İşin özünde iki taraflı pazarlık var. Batılılar yerel otonomileri teşvik ederek ulusal devletlerin mali sermayenin önüne koyduğu son engelleri daha kolay yıkıyor. Küçük gruplar da batıdan aldıkları destek sayesinde ulusal yönetimler karşısında daha fazla taviz koparıyor, yönetimde daha fazla yere sahip oluyor. Yeni bürokrasiler oluşturuluyor ve yerel kadrolarca doldurulacak yeni makamlar (arpalıklar) yaratılıyor. Bir yandan parçalanma bir yandan entegrasyon denilen şeyin özü budur. Parçalanma ülkeye, entegrasyon batıya. Bu biraz da çağdaş bir feodalizm gibi. Yüzlerce küçük yönetim, yüzlerce küçük devletçik, her birisi kolayca kontrol altında tutuluyor. Fransa Avrupa’nın lideri olduğu 17. yy’da Almanya’daki sayısız dükalığı ve prensliği birbirine düşürüp zayıflatmak suretiyle işini yürütüyordu. 18. yy’da Prusya Almanya’yı biraz toparları ama 19. yy başında Napoleon Prusya’yı yenip Alman devletçikleriyle oynamaya başlayınca, Alman birliği fikri öne çıktı. Bu birlik kurulduktan sonra Fransa’nın korktuğu başına geldi. Burada birleştiricilik önemliydi. Çoğu zaman da yıkıcılık önemli olur, örneğin Yugoslavya veya SSCB’de olduğu gibi.
Kimlik dediğimiz şey kendiliğinden ortaya çıkmaz. Ezeli ve ebedi kültürler ve kimlikler yoktur. Bunlar kısmen iç dinamikleriyle ve esas olarak dış etkileşimle sürekli değişir. Büyük kültürler diğerlerini toparlayarak uygarlık yolunda ilerler. Kimi zaman diğer kültürleri katlederek yok ederler ama bazen onlar da büyük kültürle birlikte yaşayıp giderler. Bütün büyük devletler çok sayıda alt kültüre sahiptir. Hindistan 500’den fazla alt kültüre sahipken birçok yerli kültürü yok etmiş olan Amerika’da bunun yarısı kadar, ülkemizde ise onda biri kadar alt kültür, dolayısıyla alt kimlik bulunabilir. Sayılar hangilerini önemli bulduğunuza göre değişebilir (nicelik anlamda). Ama her farklı alt kültüre mensup olan illa buna sahip çıkacak değildir. Dil, etnisite ve mezhep herkes için tanımlayıcı veya önemli olmaz. Birçok insan buna hiç gerek duymadan yaşar. Kimisi için herhangi bir alt kimliğin öne çıkarılması, sadece siyasi istismar amaçlıdır. Yurttaşlık yeterlidir. Ama burada nüfusun kalitesi önemlidir. İskoçlar veya Brötonlar kimliklerine çok iyi sahip çıktıkları halde İngiltere veya Fransa’ya savaş açmıyor. Birkaç yüzyıl önce savaşlarını bitirip yurttaş olmuşlardır. Yakın Doğu’da, burnumuzun dibinde, hatta tam aramızda yaşayanlar ise fırsat buldukları ilk anda komşularını boğazlıyorlar. Aradaki farkın nedenleri izah gerektirmez. İçinde yaşadığımız coğrafyada ulus devletlerin yıkılması sonu gelmeyen bir kan deryasına yol açtı. Bu kolay bitmeyecek.
Kimlik konusunda önemli bir sorun diğerleriyle uzlaşma yollarının niteliğidir. Bu bazen rızayla, bazen zorbalıkla, en çok da ikisinin karışımıyla olur. Çoğu zaman insanlar gönüllü olarak yeni kimlikler edinmişlerdir. Bu bir ölçüde değerlerine ve beklentilerine bağlıdır. Sürekli olarak yeni kimlikler, yeni uzlaşmalar oluşmasaydı uygarlık da gelişemezdi. Bu çerçevede kimlik sürekli değişen bir şeydir. Atalarımızla aynı kimlik bakışına sahip olduğumuz söylenemez elbette. Kendilerini çok farklı şekillerde tanımlıyorlardı. Ama bazı değerleri paylaşıyorduk kuşkusuz, ki istiklal bunların başında gelir.
Dünün sorunu inançların ve imparatorlukların kimliklerle didişmesi, onları fiziki veya kültürel olarak yok etmeye çalışmasıydı. Günümüzün sorunu uluslararası kapitalizmin girdiği her yerde eski ve yeni kimliklerle oynamasıdır. İşine geldiği zaman alt kimlikleri silmeye çalışmış, işine geldiği zaman da onları öne çıkarmaya çalışmıştır. Yakın tarihin pratiği, halkların emperyalizme karşı başarılı bir direnişi ancak ulus temelinde yürütebildiğini göstermiştir. İşte bu nedenle post-modernizm emperyalizmin yerelliği teşvik ederek ulusçuluğu yıkmak için teşvik ettiği bir bakış olmuştur. Ulus çatısından çıkan yerel otoritelerin emperyalizm karşısında kölelik dışında hiçbir şansları olamaz. Öte yandan ulus olmak da emperyalizme direnmek için yeterli koşul değildir, ama bir ön koşuldur. Küçüklü büyüklü nice ulus emperyalizme boyun eğmiştir, en alçaltıcı şekilde. İşte bu bağlamda post-modernist bakışın ilerlemesini kolaylaştırdığı teslimiyetçi tutum, bütün değerlerin kurgusal olduğunu ileri sürerek yıkımına girişmiş, (kurgusal olduğu savına göre de) bunları istediği gibi etnik merkezli şekilde yeniden kurgulama, böylece dünyayı yeniden yapılandırmaya başlamıştır. (Post-modernist terminolojiye göre deconstruct-reconstruct.) Sonuçta, mutlak olanı reddedip her şeyin göreceli olduğu bakışını yerleştirirseniz, bunu yapmanız kolaylaşır ve ayrıca, birçok ülkede bu oltaya takılan yeterli kişi bulunmuştur. Ancak bu şekilde istikrarsızlaştırılan ülkelerin hemen hepsinin ya Doğu ya da İslam ülkesi olduğuna dikkat çekmek isterim. Ulusal kimlik acaba niçin hiçbir batı ülkesinde ya da Asya’nın güçlü ülkelerinde sorgulanmıyor diye düşünmüyorlar mı? İşte post-modernist teslimiyetçilik uluslaşmasını tamamlamamış, eğitimi zayıf ve felsefesi çok daha zayıf ülkelerde bu nedenle en başta da “sözde sol” içerisinde emperyalizmin en önemli araçlarından birisi oluyor.
M.Tanju Akad