BİR GİRİŞ
Gündelik yaşamımızın ilk bakışta çok dikkat çekmeyen yönlerinden biridir pragmatizm. Dilimize Fransızca’dan giren sözcüğün felsefe literatüründeki “yararcılık” kullanımının yanında, gündelik dilde yüklendiği “sonuç odaklı yaklaşım” gibi daha somut ve cari anlamları da var. Her sözcüğün arka planında, ilişki içinde olduğu benzerliklerden kurulu bir anlam dünyası bulunur. Bu anlam dünyası kaynağını somut olgulardan ve onun tarihselliğinden alır. Bu bakımdan kavramın tarihselliği ile etimolojik kökeni ayrılmaz bir bütün oluşturur. Burada sözcüğün etimolojisine, tarihselliğine, felsefe literatüründeki kullanımına girecek değiliz. Basit ve kısa değinmelerle, pragmatizmin siyasal kültürümüzde yakın dönemde neden olduğu tahribatı, gündelik yaşamımızı ve düşünme biçimlerimizi ne yönde etkilediğini düşünmeye çalışacağız.
İnsan, davranışlarından ve eylemlerinden sorumlu bir varlıktır. Toplumsal mücadelenin sonal hedefi, “eylemli var oluşu içinde insanı” ortaya çıkarmak, onu gelişimini sınırlayan prangalardan kurtararak toplum yaşamının gerçek öznesi haline getirmektir. Bu da ancak büyük yaptırım gücüne sahip kolektif bir öznenin yaratılarak emek etrafında birleştirilmesiyle mümkün olur. Burada, insanın dünyayı akıl yoluyla kavrayan, onun yön verdiği davranışlarıyla maddi dünya üzerinde yaptırım gücüne sahip olan bir varlık olarak ele alındığı bir yaklaşımdan hareket ediyoruz. İnsan davranışlarından sorumludur zira insanın davranışları, birlikte yaşadığı diğer insanların yaşamını, toplum yaşamını, çevreyi, dünyayı, uygarlığı ve tarihi etkiler. Bunun sonuçları hemen ortaya çıkmasa da uzun vadede kesinlikle belirleyici olur. Kolektif davranışın çözülerek yerini siyasallığı dışlayan bireyci ve kısa vadeli çözümlerin aldığı tarihsel momentlerde insan özne olmaktan çıkarak sistem içi arayışlara yönelir. Bu sistem içi arayışlar, kendi pragmatik davranış ve ifade biçimlerini yaratır, var olanların üstüne yenilerini koyar ya da onları yeniden üretir.
Türkiye yakın dönem siyasî tarihinde 12 Eylül sonrası konjönktür böyle bir sürece geçiş için uygun koşulları hazırlamıştır. 12 Eylül faşizminin toplumsal muhalefeti fizikî şiddet yoluyla tasfiye gündeminin esas nedeni, evvelce alınan 24 Ocak kararları ile yaşama geçirilmeye çalışılan toplumsal dönüşüm projesinin sürekliliğini sağlayabilmektir. Bu proje toplum yaşamında tahmin edilenin çok ötesinde bir tahribat yaratmıştır. Proje diyoruz, burada sözcüğü konspiratif bir ima niyetiyle kullanıyor değiliz; neden olduğu sonuçlar itibariyle 12 Eylül harekâtının tam bir karşı-devrim projesi olduğu apaçık görülmektedir. Bu karşı devrim projesinin en önemli sonucu, 1960 sonrası anayasal özgürlükler zemininde yayılma imkânına kavuşan toplumsal muhalefet hareketinin yarattığı ideolojik-politik-örgütsel birikimi, toplumun geniş katmanlarına sirayet eden alternatif siyasal kültürü ve sorunlara yaklaşım tarzının yol açtığı bilinç biçimlerini dumura uğratmak olmuştur. Bu sayılan ögelerin ne ölçüde ciddi kazanımlar olduğu verili politik durumda tam anlamıyla idrak edilememiştir. Yenilgi sonrasında ortaya çıkan “insan tipinin” arz ettiği fecaat niteliği ise bu nedenle zamanında analiz edilememiştir. 12 Eylül sonrası durumda herkesin öncelikle ve yalnızca kendisinden sorumlu olduğu, bunun ise utanılacak bir şey olmadığı algısı, alternatif siyasal kültür kalıplarının ve bilinç biçimlerinin çözülmesiyle birlikte toplumda kökleşme imkânı bulmuştur. Fırsatçılığın, etik dışı davranışların, sınıf atlama özlemlerinin kabarmasını engelleyen toplumsal zorlama mekanizmalarının hafiflemesi kolektif hareket bilincinin zayıflayarak giderek ortadan kalkmasına neden olmuştur. Bu bakımdan siyasal kültürdeki bozulmanın, toplumsal yapı üzerinde fizikî şiddet ve tasfiyeden daha derin ve kalıcı izler bıraktığını söylemek mümkündür.
Sözü edilen sürecin kavranışındaki gecikme faşizmin zor enstrümanlarıyla birleşince ciddi bir ideolojik kriz ortaya çıkmıştır. İdeolojik krizin temel karakteristiği, muhalif ideolojinin yeniden üretilememesidir. Ülkemizde aydınlanmanın tarihsel birikiminin çok eskiye dayanmadığı, kapitalizmin ise çıkar ilişkileri temelinde kendine sonsuz sayıda ideoloji tesis edebileceği düşünülürse, ideolojik önderliğin ülkemizdeki toplumsal muhalefet hareketlerinin üzerindeki belirleyici etkisi daha iyi anlaşılır. Alternatif toplum projeleri doğası itibariyle verili üretim ilişkilerinden kalıcı bir beklenti içine girmez, bireysel çıkar güdüsüyle hareket etmezler. Kapitalizmin gelişme dinamiklerindeki çarpıklığın bir sonucu olarak, toplumsal artığın paylaşılmasına müdahale ederek nispi refah koşulları yaratma ve değeri tabana yayma iddiasındaki reformist hareketler bile bir noktada sistemle mücadele etmek, bunu yaparken de kolektivitenin gerektirdiği asgari bir gönüllülük ilkesi üzerinde hareket etmek zorunda kalırlar. Mevcut üretim ve mülkiyet ilişkilerinden köklü bir kopuşun ifadesi olan devrimci hareketler ise kesinlikle pragmatizm, çıkarcılık, bireycilik güdüleri ile hareket edemezler. Bu tip hırslar, devrimci hareketlerin önünde, kariyerizmden oportünizme, tasfiyeciliğe ve ihanete kadar giden geniş bir skala içinde sıralanır ve genellikle hareketi yıkıma uğratır.
Sosyalizmin önemli teorisyenlerinden biri olan Lenin, Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı adlı ve ülkemizde pek kadri bilinmemiş eserinde, Bolşevik devriminin hangi toplumsal-siyasal koşullar üzerinde yükseldiğini, bir hareket olarak nasıl çelikleştiğini uzun uzadıya anlatırken, ideolojik önderliğin sürekliliğine ve önder kadronun dirayetine vurgu yapar. 1905 devrimindeki başarılı geri-çekilme sürecinde önder kadroların fizikî imhasına imkân vermemenin rolüne dikkat çekerek, bunun devrimci bir siyasal hareket için ne kadar önemli olduğunu tekrar tekrar anlatır. Türkiye’de devrimci hareketlerin en büyük hatası, bu basit ama yaşamsal kuralı uygulayamamak olmuştur. Türkiye devrimci hareketinin önder kadroları defalarca imha edilmiş, hareketin sürekliliği ve ideolojik birliği bozulmuştur. Bu da, objektif koşullara müdahale edilememesine, fırsatçılığın ve başına buyruk hareketlerin önünün alınamamasına, tutarlı ve sürekli bir direniş çizgisi oluşturulamayarak bütün hastalıklı ögelerin birer birer açığa çıkmasına, yayılmasına hizmet etmiştir.
İdeolojik birliğin önderlik mefhumu ile diyalektik ilişkisi ve bunun siyasal hareket üzerinde sürekli kılınması tartışmamız için de bir başlangıç noktası oluşturur. Emperyalizmin uyguladığı siyasal şiddet politikası ve toplumun derinliklerine nüfuz eden, siyasal kültürü yozlaştıran ve kolektif hareketin maddi zeminini ortadan kaldıran pragmatizm düşüncesi, Türkiye devrimci hareketini kısa sürede dağıtmayı başardığı gibi, günümüzde toparlanamamasının da temel nedenini oluşturmaktadır. Tartışmamızın ilerleyen bölümlerinde bunu farklı açılardan ele almayı sürdüreceğiz.
Onur Aydemir